🍁

1290 Words
MİRAN Birkaç ay önce, 20 yaşıma bastığımda babam şirketteki hisselerinin yarısını bana devretmişti. O gün çevredeki herkesin önünde “Bundan sonra oğlumun sözü benim ağzımdan çıkmış gibidir. Ne derse, ben demiş sayın,” demişti. Zaten insanlar bana karşı hep saygılıydı ama o günden sonra bu saygı iki katına çıktı. Ailem için de, benim için de büyük bir gurur vesilesiydi. Ama gurur, bazen bir yük gibidir. Çünkü ne kadar güçlü görünürsen görün, omuzlarına binen sorumluluk seni içten içe ezer. Ailemi, soyadımı, babamı hayal kırıklığına uğratmamak için hep aynı çizgide durmaya çalıştım. Soğukkanlı, ölçülü, kararlı… Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. --- Gecenin ilerleyen saatlerinde kendimi kalenin en yüksek noktasına atmıştım. Urfa gecesi sessizdi; sadece uzaktan gelen köpek havlamaları, rüzgârın taşıdığı toz kokusu ve şehir ışıklarının solgun parıltısı vardı. Gökyüzü dolunayla aydınlanmıştı ama ben ne kadar derin nefes alsam da içimdeki sıkıntı bir türlü dinmiyordu. Elimi kalbimin üzerine koydum. Sanki orada bir yumru varmış gibi, bastırsam da geçmiyordu. Ne kadar bastırmaya çalışsam da aklımda tek bir görüntü vardı: Hilal’in o elbiseyle bana baktığı an. Başımdan aşağıya kaynar su dökülmüş gibiydi. Kendime kızdım, öfkelendim, sonra sessizce o duvarların üzerine oturup gökyüzüne baktım. Belki rüzgâr, içimdeki karmaşayı alıp götürür diye umdum ama olmadı. Saat iyice ilerlemeden eve dönmem gerekiyordu. Annemlere “önemli bir iş çıktı” deyip ayrılmıştım, ama babamın şüphelenmemesi için fazla geç kalmamalıydım. --- Eve vardığımda bizimkiler de yeni dönüyordu. Arabadan iner inmez babamın sesi yankılandı: “Hayırdır oğlum, gecenin bu vaktinde ne işi çıktı?” Bu soruyu bekliyordum. Derin bir nefes aldım, yüzüme her zamanki soğukkanlı ifademi takındım. “Önemli bir şey değil baba,” dedim. “Yatırım yaptığım yeni restoranla ilgili küçük bir mesele vardı, hemen hallettim.” Babam beni baştan aşağı süzdü, sonra onaylarcasına başını salladı. “İyi etmişsin,” dedi kısa bir sesle. “Artık her şey senin sorumluluğunda, dikkatli ol.” Odasına yönelirken ben de içimden sessizce “Keşke kalbimi de yönetebilsem baba,” diye geçirdim. Kendi odama çıktığımda pencereden dışarı baktım. Konağın avlusundaki ışıklar sönmüştü. Herkes uyuyordu. Ama ben… ben uyuyamıyordum. Hilal’in sesi, gülüşü, dans ederken bana baktığı o an, hâlâ zihnimde dönüp duruyordu. Ve o an bir gerçeği fark ettim: Ne kadar inkâr etsem de, kalbim artık onunla savaşa girmişti. Bazen insanın hayatında öyle anlar olur ki, yıllardır tanıdığı birine bir gün başka bir gözle bakar. Benim için o an, Hilal’in bana gülerek “Hoş geldin Miran abi” dediği o sabah başlamıştı. Ne değişmişti bilmiyorum. Onu yıllardır tanıyorum. Küçücük bir çocuktu. Ebru’nun peşinden koşar, saçlarını iki yandan örüp bana “Miran abi!” diye bağırırdı. Oysa o sabah… karşımda o çocuk yoktu. Kahvaltıya giderken arabada sessizce oturuyordu. Pencereden dışarı bakıyor, zaman zaman yüzüne düşen ışıkta gülümseyip kendi düşüncelerine dalıyordu. Ne düşündüğünü merak ettiğimde bile kendime kızdım. “Ne saçmalıyorsun Miran,” dedim içimden. “O, Ebru’nun arkadaşı. Daha çocuk.” Ama insan kalbini susturmak bazen aklını susturmaktan zor oluyor. O sabah ondan uzak durmaya çalıştıkça, farkında olmadan gözlerim hep onu aradı. Kahvaltıda Ebru’nun anlattığı her şeye gülüyor, Hilal de ona eşlik ediyordu. Ben ise sadece sessizce izledim. Bir ara Ebru, “Miran abi, neden hiç konuşmuyorsun bugün?” dediğinde, gözlerimi Hilal’e çevirdim. O da bana baktı. O an… içimde bir şey yerinden oynadı. O bakış fazla uzun sürdü. Ve ben hemen yüzümü çevirdim. Alışveriş merkezinde her şey daha da karıştı. Ebru vitrinlere dalmışken Hilal elinde bir elbiseyle yanıma geldi. Pudra pembesi, ince kumaşlı bir elbise… “Nasıl olmuş sence?” diye sordu, gözleri pırıl pırıldı. Sözler ağzıma geldi ama çıkmadı. Elbisenin ona nasıl yakıştığını söyleyemedim. Bunun yerine, sert bir sesle “Biraz açık değil mi?” dedim. Hilal şaşırdı. Aynaya döndü, sonra bana gülümseyip, “Ben açık bir şey görmüyorum Miran abi,” dedi. O an keşke susmasaydım dedim içimden. Ama ben ne yaparsam yapayım, içimdeki o karışık duyguyu bastıramıyordum. Onu öyle görmek… güzeldi. Hem de fazla güzel. Ve bu, beni korkuttu. --- Akşam, arabayla onları güzellik merkezine bırakırken Ebru her zamanki gibi konuşuyordu ama ben sadece dikiz aynasından Hilal’in yansımasına baktım. Bir ara göz göze geldik. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Ama o hemen önüne döndü. O an anladım: ben tehlikeli bir çizginin kıyısındaydım. --- Doğum günü gecesi, avlunun ışıkları altında onu gördüğümde kalbim sanki bir anlığına durdu. O elbise… saçlarının o dağınık topuzu… yüzündeki masumlukla birleşince gözlerimi ondan alamadım. Kendime kızdım, ama bakmaktan da vazgeçemedim. Sanki o gece herkes eğleniyor, ama ben sadece onu izliyordum. Bir ara Ebru yanıma gelip, “Abi, neye bakıyorsun öyle dalmış gibi?” diye sordu. “Hiç,” dedim kısa bir sesle. Ama içimden geçen hiç değildi. --- Müzik başladığında dans edenleri izliyordum. Hilal ortada tek kalmıştı, etrafına bakınıyordu. Sonra gözleri beni buldu. O an nefesim kesildi. Yanıma geldiğinde kalbim öyle bir çarpmaya başladı ki, duymamasını diledim. “Bu dansı bana lütfeder misiniz, beyefendi?” dedi. Bir an gülümsedim ama o gülümsemenin arkasında panik vardı. Kendi kendime “hayır” demeliydim. Ama diyemedim. Elini tuttum. O küçücük, narin eli avucumda öyle masumdu ki… Piste çıktık, müzik başladı. Bir elim belinin boşluğundaydı. Sanki dokunduğum her yer ateş gibi yakıyordu. Göz göze geldiğimizde dünyadaki her şey sustu. Ne müzik vardı, ne kalabalık. Sadece o vardı. O an içimden, “Allah’ım… bu yanlış,” dedim. Ama kalbim “durma” diyordu. --- Dans bittiğinde babası geldi, beni onun yanından aldı. Saygıyla geri çekildim ama gözlerimi ondan alamadım. Babasıyla dans ederken bile bana baktığını hissettim. İşte o anda… gitmem gerektiğini biliyordum. Bu his büyürse geri dönüşü olmazdı. O daha çocuktu, ben ise ailesinin güvenip emanet ettiği biriydim. Gecenin sonunda herkese veda etmeden sessizce çıktım. Arabayı sürerken aynadan kendime baktım. Yüzümde karışık bir ifade vardı. “Ne yapıyorsun Miran?” dedim kendi kendime. Ama cevap vermedim. Çünkü cevabı biliyordum. İnsan bazen en büyük yanlışına, kalbiyle adım atar. Güneş perdelerin arasından sızıp odama vurduğunda gözlerimi zar zor açabildim. Neredeyse hiç uyumamıştım. Bütün gece dönüp durdum yatakta. Ne kadar bastırmaya çalışsam da zihnim hep aynı ana gidiyordu: Hilal’in dans pistinde bana bakışı, o an kalbimin hızla çarpması… Başımı yastıktan kaldırıp derin bir nefes aldım. “Toparlan Miran,” dedim kendi kendime. “Bu his seni bitirir.” Hızla kalkıp yüzümü yıkadım. Aynadaki yansımama baktım — gözlerim kızarmış, yüzüm solgundu. Bir gecede sanki on yaş yaşlanmış gibiydim. Bu halde şirkete gitmem gerekiyordu. Giyinirken, babamın dün söylediği söz aklıma geldi: “Artık her şey senin sorumluluğunda.” Evet, ben artık sadece bir evlat değil, bir liderdim. Bir “ağa oğlu” olarak ailem benden güçlü, dik duruşlu, kararlı bir adam olmamı bekliyordu. Ama içimdeki fırtınayı kimse bilmiyordu. Aşağı indiğimde annem kahvaltı masasındaydı. Gülümseyerek “Yorgun görünüyorsun oğlum,” dedi. “Biraz uykusuzum anne,” dedim kısa bir sesle. Annem gözlerimin içine baktı, bir şeyleri sezer gibiydi ama sormadı. Sadece elini uzatıp “Her şey yolunda mı?” diye sordu. Kısa bir an duraksadım, sonra yüzüme belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdim. “Yolunda anne,” dedim. Ama içimde hiçbir şey yolunda değildi. Kahvaltıyı aceleyle bitirip evden çıktım. Arabaya bindiğimde ellerim direksiyonda donakaldı. Motoru çalıştırmadan önce derin bir nefes aldım. siyah çantamdan çıkardığım A4 kağıdında Hilal için çizdiğim gümüş kolyenin taslağı vardı, açıp baktım. Hilal’in doğum günü için yapmıştım, ama verememiştim. Gecenin sonunda, anneme verip, sen verirsin demekle yetinmiştim. gümüş bir kolye yapmıştım onun için. Küçük, zarif bir ay yıldız figürü… Yıldızın ucunda minik bir zümrüt taşı. Kolyenin arkasına kendi ellerimle küçük bir yazı kazıtmıştım “Yolunu kaybedersen, bu yıldız seni bulsun.” Elimi uzatıp kolyeye dokundum. Ona bu hediyeyi verirken tek düşündüğüm şey, “Her baktığında beni hatırlasın,” olmuştu. Ama bunu asla itiraf edemezdim. Kağıdı yavaşça katlayıp, ceketimin iç cebine koydum. O an içimden sadece bir cümle geçti “Bazen en büyük cesaret, sevmemeyi seçmektir.” Motoru çalıştırıp yola çıktım. Şirket binası her zamanki gibi görkemliydi ama bana yabancı geldi. Çünkü ilk kez, sahip olduğum her şey bana fazlalık gibi hissettirmişti. O sabah, gücün bile insanı koruyamadığını anladım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD