Adamlar, Aysima ve Irmak’ı kapının ötesine geçirirken ağır bir uğultu eşlik etti adımlarına. Demir Yaka’nın içi, dışarıdaki karanlık limandan bambaşka bir dünyaydı: koca koca vinçler, durmaksızın çalışan makineler, zeminde sürüklenen zincirlerin sesi… Her yerde çark sembolleri; duvarlara oyulmuş, metal kasalara kazınmış, hatta yere dökülmüş yağın üzerinde bile silik izleri vardı.
Aysima, dimdik yürüyordu; ne kollarının tutulmasına direniyor, ne de etrafa çok fazla bakıyordu. Korkusunu belli etmemek için çenesini hafifçe yukarıda tutmuştu. Irmak ise aynı anda ürkek ve dikkatliydi; gözleri duvardan duvara kayıyor, geçen işçilerin yüzündeki soğuk ifadeleri, köşedeki silahlı adamların tetikte duruşunu, yukarıdan inen metal kapının kilit sistemine kadar her detayı zihnine kazıyordu.
Geniş bir koridordan geçtiler. Koridorun sonunda dev, koyu renkli bir kapı vardı. Kapının ortasında, kabartma halinde koca bir çark sembolü parlıyordu. Adamlar kapının önünde durdu, biri ağır kolu çevirerek kapıyı açtı.
İçeriden yayılan sıcaklık ve farklı bir koku çarptı yüzlerine: yağ değil, deri ve tütün kokusu… Oda, dışarıdaki soğuk sanayi ortamından tamamen farklıydı.
Ahi’nin ofisi büyüktü; yüksek tavanlı, koyu ahşap duvarlarla kaplı, ortasında ağır bir masa. Masanın arkasında, duvara monte edilmiş dev bir çark sembolü asılıydı, etrafında zincirlerle çerçevelenmiş. Yanlarda eski savaş haritaları, köşede ağır kasalı bir çelik dolap ve deri koltuklar… Ama odada asıl ağırlığı hissettiren şey eşyalardan ziyade, burada oturan kişinin varlığıydı.
Ahi, masanın gerisinde duruyordu. Ellerini cebine sokmuş, başını hafif eğmiş, iki kadını süzüyordu. Bakışları uzun uzun, sabırsız ama ölçülü.
“Bunlar da kim? Yoksa bana çerez mi getirdin?” diyen adama omzunun üzerinden baktı Ahi.
“İşim gücüm yok, sana kadın mı pazarlayacağım, göt herif.” dedi bıkkınlıkla.
Zafir’in yüzü gerildi, dişlerini sıktı. Öfkeyle konuşacak kıza dönüp,
“Kes lan! Aç ağzını, bak bu sefer keserim dilini!” diye kükredi.
Ahi, Zafir’in sözlerini umursar gibi yapmadan kızlara döndü. Gözlerinden ateş saçan Irmak’a alayla baktı.
“Bunlar kazazedeymiş…” dedi, inanmadığını açıkça belli ederek.
“Yersen.” diye ekledi Zafir, Toygun’un karşısındaki tekli deri koltuğa oturup.
Aysima, gözlerini tek tek adamların üzerinde gezdirdi.
“Eşkıya mısınız siz? Ne yaptığınızın farkında mısınız? Buna alıkoyma denir. Cezası da ağırdır.” dedi, sesi soğuk ve kararlıydı.
Ahi, Aysima’nın sözleriyle kaşlarını hafifçe kaldırdı. Sessizlik birkaç saniye sürdü, sonra ağır adımlarla masasına yürüdü. Ellerini masanın kenarına dayadı, vücudu öne eğilmişti.
“Alıkoyma mı?” dedi, sesi alaycı bir soğuklukla. “Burada kuralları sen mi koyuyorsun?”
Aysima çenesini kaldırdı, geri adım atmadı.
“Hayır. Ama yaptığınız şey suç.”
Zafir kahkaha attı, koltuğunda geriye yaslanıp alay etti:
“Duydun mu abi? Suçmuş! Götürdüğümüz her leşten önce suçmuş, ha!”
Ahi, Zafir’e dönmeden, tek bir bakış atmadan elini masaya vurdu. Masadaki kristal bardak titredi. O an odadaki herkes sustu.
“Bir daha ağzını açmadan önce düşüneceksin, Zafir.” dedi, sesi tehdit gibi yankılandı.
Irmak, bu gerilimin ortasında bile odanın köşesindeki duvara iliştirilmiş haritaya baktı. Haritanın üzerinde işaretlenmiş noktalar vardı; farklı renklerde çark sembolleriyle işaretlenmiş bölgeler. Körfezkaran’ın haritasıydı bu… ve bütün şehrin kimler tarafından kontrol edildiğini açıkça gösteriyordu.
Irmak, Aysima’ya fark ettirmeden dirseğiyle dokundu. Fısıltıyla, sadece onun duyabileceği bir sesle:
“Aysima… şehir… parça parça bölünmüş…”
Aysima, arkadaşının dediğini anlayamayacak kadar adamlara kilitlenmişti. Şu an basit bir haritadan daha ağır dertleri vardı. Bu adamların onlara ne yapacağı belli değildi; ama Irmak hanım hâlâ bir şeyleri gözlemlemekle meşguldü. Ağzının üstüne bir tane çarpsa kendine gelirdi… ama arkadaştı işte, kıyamıyordu.
“Bizi bırakın. Derhal. ” dedi Aysima, sesi sert çıkmıştı. Ahi’nin gözlerine bakarak devam etti:
“Bırakırsanız polise gitmeyiz. Sizden şikâyetçi olmayız.”
Toygun alaycı bir ıslık çaldı, işaret parmağını çenesinde gezdirdi. Parmağında mor yılan motifli bir yüzük vardı; tırnağı bile mora boyalıydı.
“Bu kızlar uçmuş desem, ayık da görünüyorlar.” dedi, sonra ciddileşip Ahi’ye döndü:
“Lan, bu tozcular bilmediğimiz yeni mallar mı soktu şehre? Bunların kafa sağlam değil ha.”
Ahi, Toygun’un sözlerini bir süre düşündü. Yeni bir mal piyasaya sürülse ilk kendisinin haberi olurdu.
Irmak, duyduklarıyla öfkeden kıpkırmızı kesildi. Aysima’ya dönüp fısıltıyla ama hınçla konuştu:
“Piçe bak… müptezel etti bizi iki dakikada!”
Adamlar – özellikle Toygun – Irmak’ın çıkışına şaşkınlıkla bakadursun, Aysima parmaklarını göz çukuruna bastırıp başını öne eğdi.
“Kızım, sussana sen bir.” dedi haklı bir sinirle. Irmak’ı seviyordu ama şu an susmazsa, onları ölüme götürecekti. İkinci kez ölüm tehlikesi yaşamak istemiyordu.
Toygun, tehlikeli bir gülümseme kuşanıp Zafir’e baktı.
“Bu bacaksız şey bana küfür mü etti?” diye sordu. Sesindeki tehlike, insanın kanını dondururdu.
Zafir, Irmak’tan gözlerini ayırmadan başını salladı.
“Abi, bana da etti. Anama sövdü bacaksız. Abim gelmese sıkacaktım kafasına.”
Irmak korksa da çenesini gururla havaya dikti.
“Bok sıkarsın, köpek! Dağ başında mıyız da sıkacaksın? Hem hak ettin! Önce bize yollu dediniz, yetmedi şimdi hapçı muamelesi çekiyorsunuz. Ne bekliyordunuz, teşekkür mü edecektik?”
Kendiyle gurur duyuyor, bu da yüz ifadesine açıkça yansıyordu.
Zafir ayağa kalkıp cevap vermeye hazırlanırken Aysima hızla arkadaşının önüne geçti.
“Yeter artık. Çok uzadı bu saçmalık.” dedi, sonra Ahi’nin gözlerine, gözlerini dikti. Kaşlarını çatarak devam etti:
“Bizi hangi hakla alıkoyuyorsunuz? Siz kimsiniz? Rızamız dışında bizi burada tutamazsınız. Tekrar ediyorum; yaptığınız şey bir suç! Üstelik arkadaşım haklı, hakarete de uğruyoruz.”
Sözlerini bitirdiğinde odadaki üç adamın üzerinde tiksintiyle gezdirdi bakışlarını.
“Biraz kalıbınızın adamı olun. İki kadınla uğraşmaktan daha değerli işleriniz olduğunu var sayıyorum.”
“Doğru, daha değerli işlerimiz vardı. Sizden…” dedi Ahi. Kızları küçümsediğini saklamıyordu.
“Ayrıca küçük hanım, yanlışınız var. Burası benim...” dedi ve işaret parmağıyla zemini gösterdi. “…ve siz, benim alanıma – yasal olarak konuşacak olursak – bana ait bir mülke izinsiz girdiniz. Bunun adı haneye tecavüzdür. Bu da beni haklı yapar.”
Aysima, anlık bir yenilmişlikle al al mora dönerken, dudaklarını istemsizce kıvırdı. Gülünce adam… fazla şey görünüyordu. Ne derler bilirsiniz… Yunan tanrısı gibi. Adam resmen bu gezegenden olmak için fazla kusursuzdu.
Ahi, gözlerini bir an bile onlardan ayırmadan devam etti:
“Ve şimdi… üzerinizdekilerle sizi yargılamamız çok da görülmemeli. Hem siz hiç de altta kalmıyorsunuz.” Sandalyeye yaslandı, sesi sertleşti.
“Esas meseleye geçelim: Sizi kim gönderdi?”
Aysima, olayın hiç istenmeyen bir noktaya gittiğini görünce hızla yalanını ortaya attı. Adam bir yerde haklıydı; bunu inkâr edemezdi.
“Bakın, öncelikle şu iki adama söylüyorum… Arkadaşımın bekârlığa veda partisi için toplanmıştık. Yani kız kıza olacaktık, o yüzden bu kadar…” dedi ve üzerine bakıp dudak büktü, “…bu kadar cüretkâr giyindik. Biz sizin düşündüğünüz gibi kızlardan değiliz.”
Sözleri ağzından çıkar çıkmaz burnunu hafif kırıştırdı; kendi kulağına bile klişe gelmişti. Ahi, bunu fark edip kısık bir kıkırtı çıkardı.
Aysima hemen devam etti:
“Ve eve dönerken bir kaza geçirdik. Biri üzerimize arabasını sürdü. Sanıyordum ki sarhoştu… Yoksa aklı başında hangi insan evladı arabasını insanların üzerine sürer ki?”
Aslında düşününce tamamen yalan söylemiyordu. Sadece bazı detayları gizliyordu.
“Gözümüzü açtığımızda buradaydık. Nasıl geldiğimizi bilmiyoruz.”
Ahi, Aysima’nın söylediklerini dinlerken yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Cümlelerindeki çelişkileri yakalıyordu, ama duruşundaki inatçı kararlılığı da görmezden gelemiyordu. Gözlerini kadından ayırmadan başını hafif yana eğdi, dudaklarının kenarı alaycı bir şekilde kıvrıldı.
“Demek bekârlığa veda, ha?” dedi, sesi alaycı ama tınısında garip bir yumuşama vardı. “Ve sonra… bir kaza. Gözünüzü açtığınızda da… benim alanımda. İlginç.”
Aysima, onun bu sorgulayıcı bakışlarına karşı çenesini biraz daha kaldırdı. Korkusunu gizlemek için başlattığı bu küçük savaş, aniden bir meydan okumaya dönüşmüştü.
Ahi, bakışlarını kadının yüzünde gezdirirken kendi kendine düşündü: Bütün gece korkudan titreyen onlarca insan gördüm. Ama bu kız… başka.
“Bunları vuralım gitsin. Belli ki köstebekler ama acemiler.” dedi Toygun, olanlardan garip bir keyif alıyordu. Hele ki gözlerini Irmak’tan ayıramıyordu; kız az önce ona küfür etmiş, diklenmişti ama şimdi korkudan üç buçuk atıyordu. Bu hâli Toygun’un iyice hoşuna gitmişti.
“Benim çöplüğümde bana ne yapacağımı söyleme, yılan suratlı göt.” diyen Ahi’ye umursamaz bir bakış attı.
Ahi ise sakin bir şekilde, ama içinde tehdit gizleyen bir tonla konuştu:
“Zafir, kızları serbest bırak. Bir de mendil verin, şu yüzlerindeki kanı silsinler. Üzerlerine mont falan da verin. Belli ki çarpan, montları için çarpmış.”
İmayla söylediği son söz odada soğuk bir şekilde yankılandı. Zafir, birkaç saniye boyunca abisine şaşkınlıkla baktı.
“Dediğimi yap.”
Ahi’nin bakışındaki sertlik başka söze gerek bırakmamıştı. Zafir boyun eğdi, kızları odadan çıkardı.
Aysima, adamın inanmadığını biliyordu. Ama paçayı kurtarmışlardı ya… önemli olan buydu. O ana kadar kanayan burunlarını bile unutmuşlardı. Soğuğun etkisiyle kuruyan kan, çenelerinin etrafında koyu bir iz gibi kalmıştı.
Ahi, masanın arkasına geçti ve sandalyesine oturdu. Toygun orada yokmuş gibi telefonunu aldı, kısa bir arama yaptı:
“Kamera kayıtlarını hemen istiyorum. Kızların peşine de birilerini takın. Her adımlarından haberdar olacağım. Kendilerini belli etmesinler.”
Telefonu kapatıp masanın üzerine fırlattı.
“Bu kızlar… hayır mı?” diye soran Toygun’a mal mısın bakışı attı.
“Ne bileyim lan ben.” dedi. Geriye yaslanıp parmaklarını şakaklarına bastırdı, ağrıyı ötelemeye çalışıyordu.
“Lan o zaman ne demeye saldın?” dedi Toygun, anlamazca. Ahi’nin bazen çok aptalca davrandığını düşünüyordu; kızları işkenceyle sorgulaması gerekirken salmıştı.
Ahi başını kaldırmadan konuştu:
“Bir gariplik var bunlarda. Daha bizim kim olduğumuzu bilmiyor gibiler. Baksana, suç muç diyorlar… Bir de küfür, tehdit falan ediyorlar.”
Toygun bu sözlere bir süre düşündü, sonra başını hafifçe salladı.
“Bunları Fikret göndermiş olmasın?” dedi şüpheyle.
Ahi doğrulup ellerini masada birleştirdi, ciddileşti:
“Ne için gönderecek mesela? Hırsızlık için mi? Hadi çaldılar, neresine sokacaklar? Beni baştan çıkarmak için mi? Hiç öyle sırnaşan tavırlar sergilemediler.”
Toygun, bu sözlere de hak verdi. Ama hâlâ merak içindeydi. Ayağa kalktı, bir elini cebine attı.
“Bana da haber verirsin. Özellikle şu bacaksızı…” dedi ve odadan çıktı.
Ahi, yalnız kaldığında derin bir nefes aldı. Gözlerinin önüne Aysima’nın kendinden emin bakışları geldi. Dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı.