Soğuk gece, dağın göğsünde yankılanan silah sesleriyle delinmişti.
Binbaşı Ömer Karasu, kollarındaki genç kadına baktı. Gözleri kapalıydı, kirpikleri donmuş, yüzü solgundu. Üzerindeki ince kıyafetler dağ soğuğuna karşı koyacak halde değildi. Vücudu dayanamamış, bayılmıştı. Ama yaşıyordu. Nefes alıyordu.
Binbaşı, Zeliha’yı sırtından destekleyerek kucağına aldı. Başını göğsüne yasladı. Arkasındaki tim sessizdi; sadece botların sert kayalardaki tok sesleri ve telsizden gelen kısa komutlar yankılanıyordu dağda.
"Emniyet sağlandı, hedef kişi alınmıştır. Yaralı değil ama bitkin. Derhâl tahliye gerekiyor," dedi telsize. Sesi soğukkanlıydı ama gözleri titriyordu.
Timin geri kalanı çevre güvenliğini alırken, Ömer Karasu önde ilerliyordu. Adımları sertti ama dikkatli. Sanki kucağındaki kırılgan bedeni sarsmamaya, uykudaki bir çiçeği uyandırmamaya çalışır gibi…
Dağın eteğine vardıklarında, orada bekleyen askeri araç hemen harekete geçti. Zeliha'yı dikkatlice taşıyıp sedyeye yerleştirdiler. Üzerine kalın bir termal battaniye serildi. Binbaşı yanına oturdu, gözünü ondan ayırmadı. Ambulansa çevrilen zırhlı araç hızla karargâha doğru yol alırken, gece artık yavaşça sabaha dönüyordu.
Ömer dikkatli bir şekilde kızı inceliyordu. minicik bedeni soğuğa nasıl dayanmış diye düşünüyordu. Onu geç buldukları için kendine küfür ediyordu.
Araç karargaha vardığında zelihayı askerî hastaneye kaldırmıştılar. Doktorlar ve hemşireler telaşla koşturuyordu. Zeliha’nın vücut ısısı çok düşüktü, susuz kalmıştı ve işkence izleri taşıyordu. Serumlar, tetkikler, enjeksiyonlar… Saatler süren bir mücadele başladı genç öğretmeni hayata döndürmek için.
Binbaşı Ömer Karasu, camın arkasında bekliyordu. Kollarını kavuşturmuştu, gözleri içerideydi. O ana kadar defalarca çatışmaya girmiş, ölümle yüzleşmişti ama ilk defa yüreği bu kadar sıkışıyordu. Onun yaşamasını, belki de kendisinden çok istiyordu.
Yanına bir hemşire yaklaştı.
"Komutanım… Ailesi geldi."
Ömer başını çevirdi. Koridorun sonunda, yorgun, endişeli iki insan duruyordu. Gözleri yaşla dolu kadının elleri titriyordu. Yanındaki adam, sert durmaya çalışsa da çökmüş omuzları acının ağırlığını taşıyordu.
Kadın, hemşirenin işaretiyle yürümeye başladı, sonra koşmaya…
"Zeliha’m! Kızım nerede?!"
Binbaşı yavaşça yaklaştı.
"Ben Binbaşı Ömer Karasu. Kızınızı biz kurtardık. Şu an doktorların gözetiminde. Yaşıyor. Ama çok yorgun. Bir süre dinlenmesi gerekecek."
Kadın elleriyle yüzünü kapadı, dizlerinin bağı çözüldü. Adam hemen koluna girdi, ayakta tutmaya çalıştı.
"Allah sizden razı olsun komutanım… Allah razı olsun..." dedi boğuk bir sesle.
Binbaşı, başını eğerek selam verdi.
"Biz görevimizi yaptık. Kızınız kahraman bir öğretmen. O, orada çocukları korumak için kendini feda etti."
Anne titreyen sesiyle fısıldadı:
"Biz hep korktuk gitmesin istedik ama… hep derdi ki, 'Beni orada bekleyen çocuklar var anne.'"
Ömer sessizce başını salladı. Gözlerini camdan içeri çevirdi. Zeliha’nın yüzü hâlâ solgundu ama artık gözlerinde az da olsa bir sıcaklık vardı. Elinin parmakları kıpırdanmıştı, doktorlar not aldı. Bu, bir iyileşme işaretiydi.
Hemşire yaklaşarak bilgi verdi:
"Ziyaret için kısa bir süre verebiliriz. Ancak tek kişi. Bilinci tam açık değil ama sesleri duyabilir."
Annesi bir adım öne çıktı. "Ben girerim," dedi. Kocasına baktı, o da başıyla onayladı.
Zeliha'nın odasına sessizce girerken elinde küçük bir bohça vardı. O, ayrılırken yanına koyduğu… Gözleri doldu, titreyen parmaklarla kızının elini tuttu.
"Ben geldim kızım… annen geldim…" dedi usulca.
"Gözünü aç… bak seninleyim… biz buradayız. Korkma, geçti. Hepsi geçti güzel kızım."
Göz kapakları hafifçe kıpırdadı Zeliha'nın. Parmakları annesinin elini yoklar gibi oynadı. Sonra dudaklarında belli belirsiz bir mırıltı duyuldu.
"Anne…"
Bu tek kelime, odadaki havayı yarıp geçmişti. Annesi hıçkırarak ağlamaya başladı. Başını kızının göğsüne yasladı.
"Buradayım canım… hep buradayım artık. Sana bir şey olmayacak. Bak geldik… kurtuldun… yavrum…"
Binbaşı Ömer Karasu, kapının dışında bir an gözlerini kapattı. İçinde tarifsiz bir huzur vardı. Bu işin sonu buydu işte: yaşatmak. Umudu yeniden filizlendirmek.
Ama o an yüreğinin bir başka yerinde, kendine bile itiraf edemediği bir sıcaklık yeşerdi. Belki de sadece bir görev değildi bu… Belki de Zeliha’nın karanlıktan alınış hikâyesi, kendi karanlıklarının da sonu olacaktı.
Ve dışarıda sabah artık bembeyaz bir sessizlikle dağların üzerinden süzülüyordu. Yeni bir gün başlıyordu.
****
Zeliha
Uykuyla uyanıklık arasında bir yerdeydim. Her yerim ağrıyordu. Ama en çok da kalbim…
Gözlerimi hafifçe araladım. O an… kapının açıldığını duydum. İçeri biri girdi.
Adımlarının sesi tok ve netti. Asker botlarının yere değdiği o kararlı ses… kalbimi gafil avladı.
Gözlerim adama kilitlendi.
Kamuflajı üstündeydi. Omzundaki yıldızlar gözümden kaçmadı. Sert hatlı yüzünde yorgun ama güven veren bir ifade vardı.
Göz göze geldik.
"Ben Binbaşı Ömer Karasu," dedi. Sesi sakindi ama içinde fırtınalar taşıyordu.
Yutkundum. O ismi daha önce duymuştum. Hakkâri'ye atanmadan önce araştırırken... ismini okumuştum.
Ama şimdi burada, karşımdaydı.
"Zeliha öğretmen, artık güvendesin," dedi.
Gözlerim doldu, kelimeler boğazımda düğümlendi. Ama konuşmak zorundaydım.
"Çocuklara... bir şey olmadı değil mi?" dedim zorlukla.
"Hayır," dedi hızlıca. "Hepsi güvende. Zaten sen... onları korumak için kendini feda etmişsin."
Bir an sessizlik oldu.
Sonra biraz daha yaklaştı yanıma.
Gözlerindeki ifade değişmişti. Sertliği geride kalmış, yerini endişe almıştı.
"Zeliha," dedi, adımı öyle bir söyleyişinde titredim.
"Kaçırıldığın o süre boyunca... sana bir şey yaptılar mı? Herhangi bir zarar verdiler mi?"
Bakışları gözlerime kenetlendi. Sanki tek kelimemi bile kaçırmamak ister gibiydi.
Yutkundum.
"Hayır..." dedim. "Yalnızca tehdit ettiler. Yerimi değiştirdiler sürekli. Ama… bana fiziksel olarak zarar vermediler."
Duraksadım. Sonra ekledim:
"Bir şey yapacaklardı. Ama siz geldiniz."
Gözlerini yere indirdi. Yumruklarını sıktığını fark ettim.
"Biraz daha geç kalsaydık…" dedi kendi kendine, sesi buğulu.
Ama sonra yüzüme döndü.
"Artık buradasın. Güvendesin. Ve ben söz veriyorum Zeliha, bir daha kimse sana dokunamayacak."
"teşekkür ederim komutan" dedim kısık çıkan sesimle. Soğuğa o kadar maruz kalmıştım ki boğazım şişmişdi. Buda konuşmama engel oluyordu.
"Teşekkür etme öğretmen hanım ben görevimi yaptım" desede ben yinede teşekkür ettim. eğer gelmeseydi şuan hayatta olmayacaktım.
O çocuklar yine öğretmensiz kalacaklardı.
Ömer, bir an sessiz kaldı. Başını hafifçe eğdi, sonra gözlerini tekrar bana çevirdi. Yüzünde görev adamı soğukluğu yoktu artık. Yorgun, endişeli bir adam vardı karşımda.
“Seni orada ilk gördüğümde... gözlerini,” dedi. “Korkudan donmuştu ama bir yandan da bir direniş vardı içinde. O kadar gün boyunca... nasıl dayanabildin?”
Başımı çevirdim, pencereden dışarı baktım. Hastanenin camında hafifçe vuran kar tanelerini izledim bir süre. Sonra iç çekerek yanıtladım
“Dayanmak zorundaydım. Onlara boyun eğseydim... istediklerini onlara vermiş olurdum"
Binbaşı dudakları kenarından belli belirsiz bir gurur ifadesi geçti. Başını salladı.
“Senin gibi kadınlara çok ihtiyacımız var Zeliha. Bu ülke senin gibi korkusuz yüreklerle ayakta duruyor.”
Gözlerim doldu. Hem soğuktan hem de içimdeki savaştan. Konuşmak zordu ama sormam gereken bir şey vardı.
“Beni kaçıranlar… öldü mü?”
Ömer’in yüzündeki ifade sertleşti. Gözleri karardı bir anlığına.
“Çoğu etkisiz hale getirildi. Merak etme sana zarar veremezler" seni güven doluydu ama içimdeki tedirginlik beni ele geçiriyordu.
. “Yani… Bir daha gelemezler değilmi?"diye sordum, fısıltı gibi.
Ömer eğildi, yüzüme yaklaştı. O an sesindeki sertlik yoktu artık. Yalnızca bir adam vardı; beni anlayan, korumaya yeminli bir adam.
“Hayır,” dedi. “Ben buradayım. Sana bir daha kimse dokunamaz. Bu kez, öğretmenliğini tamamlayacaksın. O çocuklar yeniden senin sesinle ‘a’ harfini öğrenecek. Ve o adam... adaletin ne demek olduğunu öğrenecek.”
İçimde bastıramadığım bir şeyler vardı. Gözlerim dolu dolu ona baktım.
“Keşke herkes senin kadar inanarak söylese bu sözleri, Komutan.”
O ayağa kalktı. Kabanını düzeltti.
“Söyleyenler de vardı... ama yaşatmadılar.” Sonra kapıya yöneldi, ama çıkmadan önce arkasını dönüp bir kez daha baktı bana.
“İyileş öğretmen. Daha işimiz bitmedi.”
Ve gitti. Gidişi sessizdi ama içimde bıraktığı yankı, bir ömür susmayacaktı.
******
"Anne tamam artık doydum" dedim. Ama annem zorla çorbayı bana içilmeye devam ediyordu.
"Süheyla yeter sıkma kızı. Doymuş işte" dedi babam.
"Üç gündür aç benim yavrum iyice yesin güçten düşmesin" gözlerimi devirdim. Annem hep böyleydi işte. Babam ve ya ben ne zaman hasta olsak bize bol bol acılı ve limonlu çorba yapar zorla yedirirdi.
"Hanım tamam sonra yine yer bırak dinlensin" Babama minnet dolu bakışlar atıyordum.
Bir gündür bu hastanedeydim ve bu gün taburcu olacaktım. Annem ve babam bir kaç gün daha Hakkari'de kalıp bana bakacaktılar. her ne kadar gerek yok desemde dinleyen kim.
Kapı tıklatıldı. Ardından doktor içeri girdi, elinde bir dosyayla. Gülümseyerek yaklaştı.
“Zeliha Hanım, değerleriniz gayet iyi. Artık sizi taburcu edebiliriz.”
Babam hemen ayağa kalktı, yüzü aydınlandı.
“Çok şükür! Çok şükür!”
Annem dua mırıldanmaya başladı hemen.
Ben ise biraz ürkekçe gülümsedim. İçimde hem bir ferahlık hem de bir burukluk vardı. Hastane koridorlarında geçen bu kısa ama karmaşık süreci geride bırakmak... kolay olmayacaktı.
Çıkış işlemleri çabucak halledildi. Babam benim çantamı taşıdı, annemse hâlâ koluma girip beni yavaş yavaş yürütüyordu sanki düşecekmişim gibi.
“Anne, iyiyim,” desem de, “Hadi yavaş ol,” diyordu her seferinde. Lojaman geldiğimizde eve girdik ve annem beni odama götürüp yatağa uzattım üzerimi de güzelce örttü.
daha sonra başıma öpücük kondurdu "Hadi güzel kızım sen dinlen bende akşam için yemek yapayım" dedi ve odadan çıktı.
Başım yastığa değer değmez içimdeki yorgunluk biraz olsun dağıldı.
Ama düşüncelerim…
Onları susturmak mümkün değildi.
Ömer.
Adı geldi aklıma, kendi gibi net.
O gözleri… beni bulduğu anki o bakış…
"Tamam, artık güvendesin" deyişini…
Sırtını bana siper ettiği o saniyeleri…
Binbaşı benim kafamı çok karıştırmıştı. Yakışıklıydı gençti yaşı 32 vardı en fazla. neden onu düşünmeden edemiyordum
Aklımda sadece binbaşı vardı.