🕂 4

1024 Words
Sessizdi. Sessizdiler. Sessizdik. Sessizdim. Sızlanmalar kesildi. Sükunet süre geldiğinde çığlıklar dindi. Yalvarmalar sustu. Yakarmalar sessizleşti. Nefes alamıyordum. Annemin başsız bedeni Daimon tarafından sürüklenirken bile tepki verememiştim. Başı dizlerimin üzerinde olan annemin yüzüne irileşmiş gözlerimle bakabiliyordum. Gözlerini avuç içimle zor eylemsel bir hareketle kapatabilmiştim. Sonra o gözleri kapalı baş bende bırakılmıştı. Yedi milyar evren nefretini dindirememişti, sıra bize geldiğinde ve bittiğinde istediğini elde edememişti. Hissizlik bir tek benim üzerime çökmemişti. Ailem duygulardan yoksun gözler ve yüzlerle boşluğa bakıyorlardı. Kollarımı yeniden annemin başına sardığımda içim derin bir sızıntıyla birlikte titredi. Ağlamayacaktım. Daha fazla göz yaşı dökmeyecektim. Son Getirenler ordusunun askerleri artık bizi izlemek dışında bir müdahale de bulunmuyordu. Melekler ve şeytanlardan oluşan askerler bizi izliyordu. Daimon hemen ileride Sulei meydanından uzaklaşıyordu. Sırtını hiçbir şey olmamış, sanki bizi mahvetmemiş gibi dönüp gitmişti. Artık bir kitabın önemsiz silik bir ayrıntısı ya da unutulan karakterlerinden biri gibiydik. Bizlerin sahnesi burada sonlanıyordu. Ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyordum ama ölecektik. Bir önemimiz yoktu. Daimon’a bir soru sormuştum aldığım cevap beklediğim gibi değildi. O bir hiçti. Tüm varlık onun feda edilişi ile var olmuştu ve o kıyameti getirerek varlığı yokluğa sürüklemişti. İntikam mı almıştı? Hiç sanmıyorum. İntikam bu değildi. İntikam bir kişiden alınırdı. Sonsuzluktan değil. O bir kalemin, yazmak için yapılma amacı gibi kıyamet için doğmuştu. Kalemin yazmak dışında aksi bir amaçla kullanılamayacağı gibi o da aksi bir amaca kendini adayamazdı. Kalem yazmak , o ise silmek için yaratılmıştı. Eva kan çanağından farksız umutsuz bakan gözlerini göğe dikti. Ellerini üzerlerine çöktüğü dizlerine yaslamıştı. Gözlerim yanıyordu. Renklerini göremiyordum. Ancak kırmızı olduklarına emindim. Mercury bir kez olsun başını kaldırmamıştı. Titriyordu. Ağlamıyordu ama öfkeden kudurur gibi şeytanlara özgü hırıldama sesleri çıkarıyordu. Askerler ona dikkat kesildi. Eva da gözlerini ona çevirdi. Mercury ileri atılmak istediğinde, Eva hızlı davrandı. Kollarını arkadan Mercury’ye sardı ve tüm gücüyle onu geriye çekti. Alnını Mercury’nin kampçı ve kılıç izleriyle dolu sırtına yaslamıştı. “Lütfen Mercury...” diye fısıldıyordu. Ablam burnundan seslice soluklanırken, tırnaklarını Mercury’nin kollarına geçirmişti. “Yalvarırım dur. Ailemden birinin daha ölümünü göremem. Seni kaybedemem Mercury.” Mercury birden durdu. Omuzları çöktü ve dizlerinin üzerindeyken pes etti. Ama Eva ona sarılmayı bırakmadı. Judas soğuk bakışlarla sadece bizi süzmüştü. Bizi süzerken dudaklarını, dibinde duran Kayin’in duyacağı şekilde bir şeyler söylemişti. Kayin kaşlarını çattı ve ona yumruk attı. Judas harekete geçen askerleri elini havaya kaldırarak durdurdu. Dudağından akan kanı silerken en son annemin ellerimde tuttuğum başına baktı ve sırtını bize dönerek gitti. Kayin’in attığı yumruk yanına kâr kalmıştı. Sonumuzun yaklaştığını hissedebiliyordum. Ölen ilk kişi olmayı istedim. Kardeşlerimin ölümünü görmeyi istemeyecek kadar bencildim. Onların benim ölümümü görmesini göz ardı edebilecek kadar bencil... Zindana götürülürken annemin başını o pis şeytanların ellerine vermeyi reddetmiştim. Benimle uğraşmak isteyen askerleri durduran Judas’ın yüksek ve baskın bağırışı olmuştu. O pislik beni ayrıca tiksindiriyordu. Bana karşı yumuşak olması tepemi attırmadı ayrıca bir aptallıktı. Onunla son kez göz göze geldiğimiz anı hatırladım. Beni sessizce anlamını çözemediğim bakışlarla izlemişti. Abel’in haykırışlar eşliğinde ettiği hakaretleri işittiğimde başımı önüme dönmüş ve ileri bakmıştım. En uç noktada ki zindandaydı. Tavana anca ayak uçlarında durabilecek şekilde yüksekten zincirlenmişti. Eva kardeşimizi böyle görünce dişlerini sıktı. Beatrice gözlerini kısarak o kederli bakışlarını, ıslak göz kapaklarının altına gizledi. Uyuyan Aris’e sarıldı. Mercury derin ve sıkkın bir nefes verdi. Bir asker abimin sesini duyunca elinde ki mızrağın çelik sapıyla omzuna sertçe vurdu. Mercury bu sefer bir şey yapmadı. Anlaşılan Eva’ya söz vermişti. Adımlarını hızlandırarak zindana giren ilk kişi oldu. Sonra Eva, kucağında Aris ile büyükannem ve en son çıplak ayaklarımla ben zindanın içine girdim. Askerler Mercury’yi duvara zincirledi. Bu zincirler her seferinde kurtulmaya denedikçe varlığın gücünü emerdi. Bizi zincirlemediler. Onun yerine boynumuza tasmaya benzer halka kolyeler takmışlardı. Aris dışında. Beatrice, her kim olsa Aris’e dokunmaya cüret eden kişiye karşı ruhunu zayıflatan zaman gücünü kullanmaktan çekinmiyordu. Gücünü kullanıyor ve karşısında ki askerin eti saniyeler içinde çürüyor ve kemikleri küle dönüşüyordu. Şu anda olduğu gibi. Ayaklarıma uçuşan küllerden kurtulmak için ayaklarımı salladım. Bu sadece bugün içinde ki beşinci askerdi. Diğer asker arkadaşının başına gelenleri gördüğünde korkuyla hıçkırıp zindandan kaçıştı ve zindanın kapısını sertçe kapattı. Beatrice gücünü her kullandığında saçları biraz daha beyazlıyordu. Ancak bu şu anda umurunda bile değildi. Aris’i pış pışlayarak zindanın en köşesine pusup oturdu. Hiç konuşmadı. Hiç birimiz konuşmadık. Eva Abel’in yanına giderek yırtıklar içinde olan elbisesinden parçalar kopardı. Titreyen eliyle Abel’in yarılmış kaşını sildi Abel, Eva’ya bakmadı. Bakamadı. Bizi koruyamadığı için pişmanlık çekiyordu. Beatrice birden hepimizin çocukluğundan kulaklarının aşina olduğu ninniyi yas dolu sesiyle mırıldanmaya başladı; “Uyu benim güzelim. Anneciğin yanında . Seni seviyor. İblislerden, kötü cadılardan, büyücü, canavarlardan ve kötü yaratıklardan seni koruyor. Uyu benim güzel kızım. Sakın korkma, endişe duyma. Annen yanında. Koruyacak seni tüm kötü ruhlardan. Sadece gülümse tüm benliğinle. Işılda karanlıkta. Sakın korkma endişe duyma. Sonsuza kadar annen yanında. Fani yaşamında ve ölümden sonra ebedi hayatında.” Dişlerimi sıktım. Annemin başını üzerimde ki hırkayı çıkarıp içine sardım. Kalbim bu ninniyi dinlerken, sırtımı duvara verdim. Ayaklarımın bağı çözüldü. Olduğum yere oturup kaldım. Dizlerimi kendime çektim. Çenemi kaldırırken başımı da sırtım gibi duvara yaslayıp gözlerimi yumdum. Kemiklerim zindanın soğukluğuyla titrerken insan yanım bir zaaf olarak yüzeye çıktı. Titrerken bu hissin beni yutmasına izin verdim. Annemin başı parmak uçlarımda yatıyordu. Midem ağzıma gelir gibi oldu. Oysa ki kan asla benim zaafım olmamıştı. Annemin uzun saçları hırkamın içinden taşıp taş zemine doğru uzanıyordu. Parmak uçlarımla yumuşak bukleleri izledim. Dilimi konuşmamak için ısırdım. Abel benden daha cesurdu. Küfür edecek hatta Daimon’a meydan okuyacak kadar cesurdu. Gerçekleri de haykırabiliyordu. Bir kez daha nefes alacakken nefesim boğazımda takılı kaldı. Aniden başımı kaldırdım. Boğazıma takılı olan tasmadan kaynaklı olduğunu düşünsem de değildi. Sivri kulaklarım titreştiğinde sessiz bir uğultu her milimi kaplamıştı. Annemin yüzünü gizlediğim hırkayı açarak gözlere baktım. Lanet olsun. Parlıyorlardı! Mavi ışık öyle gürdü ki bunu sadece görenin benim olmam imkansızdı. Ama kimseden tepki alamadım. Çünkü herkes donuktu. Zaman donmuştu. “Üzgünüm Luxares’ın kızı.” Sesin sahibine dönüp baktım. O ilahi bir kudretle yankılanan ses elbette bir meleğe ait olacaktı! İrisleri ince belli belirsiz bir gri bir hale ile kendilerini gösterse de gözlerini diğer kısımları bembeyazdı. Parlak ışık saçan cübbesi eşliğinde birkaç adım attı. “Gabriel. Tanrı’nın vahyiyim.” Mırıldanışı ve ismini anışı bana kendini tanıtır gibiydi. İnsan görünümünde olsa da melek ışığı içindeydi. “Ve sen İmperium İmparatorluğun’un Prensesi Lith Kut’sun. Seni böyle görmek istemezdim Nefil.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD