“Aç kulaklarını usulca sükunetin ile dinle;
Cennetin uslu çocukları düştüler yeryüzüne.
Cehennemin çocukları bir bir döküldüler gökten.
Sırt çevirdi her birimize kadim olan anne.
Yedi günahın ve erdemin bekçiliğini yapan doğurduğu her birine.
Hisler günahkardı, erdemler ise düşüncelerde.
Kimi sadakatle başını eğdi, kimi asi başını göğe dikti.
Bağışlayan değildi, bağışlanamazdı ihanetiyle.
On üçüncü hainlik edecekti kutsal anneye.
Hainliklerinin gölgesinde İskariyot Azizesi,
Atası cehennemin efendisi şeytanın izinde.”
Tanrı’nın ışığı katedralin gizli mabedine yayıldı. İskariyot Azizesine hitaben bir hassa melek tarafından taş bir tablete melek diliyle kazınmıştı. Uriel dudaklarını oynatmadan sesi zihnime mistik bir sesle söylüyordu. Dört melek mabet de birleşince birbirlerine bakındı. Saygılarından ödün vermeden birbirlerini selamladı. Uriel bir sedir ağacının dörtte üçünden yapılmış iskemlesinden kalktı. Diğer meleklere benzer şekilde insan görünümünün aksine boyu heybetliydi.
Uzun saçları kalçasına değiyor, söğüt ağacı sarmaşıkları gibi salınıyordu. Diğer melekler aksine o bir kadın gibi görünmeyi tercih etmişti. The Birth of Venus, -Venüs’ün Doğuşu- tablosu gördüğünde, Uriel Afrodit’in tablo da betimlendiği üzerine kendini bu kadın görünüşünde tasvirlenmişti. Kendi mükemmelliğinde bir abartı ya da şatafat bulunmuyordu. İnsan doğası ve melek saflığı etten kemikten vaziyetine zuhur etmişti. Bürünüşüne zuhur etmiş mükemmellik her birine hissettiğim duygu gibi hayranlık uyandırıcıydı.
Altın giysisi uzun kollu ve çıplak ayaklarının dokunduğu altı köşeli yıldızı tamamlayan mozaik döşemelere dek uzanıyordu. Altın elbisesinin eteklerini silkeledi. Altın tozları elbiseden döküldü. Cennetlerinden kalan son yadigarlar bal şarapları ya da altın kumaşlarıydı. Heybetli bedenine kıyasla zarifçe omuzlarını oynattı ve ellerini misafir perver bir edayla iki yana açtı. “Selamlar olsun sana Luxares’ın kızı İskariyot Azizesi.” Melek som bir arptan işlenmiş gibi duran kirpiklerini kırpıştırdı. “Seni görmek şahane. Çanağın içinde kanın mı var? Her zamankinden erken getirdin.”
Dizlerimi kırıp Uriel’i selamladım. “Kanım şifadır. İyileştirici olması asıl ilaç olanı diriltecekse kanım küçük bir fedakarlık sevgili Uriel.”
Uriel minnetle gülümsedi. Ellerini öne uzattı ve çanağın üzerinde ki ellerimden kavradı. Çanağı cılızca parıldayan ellerinin arasına emanet bıraktım. Uriel son derece güçlü ama çok nazik ve bir o kadar da sessiz bir karaktere sahipti. Cennetlerini kaybetmiş melekler arasında dünyayı en çok benimseyen o olmuştu. Uriel, Tanrı’nın Işığı demekti kızıma ilk ismini verirken onun ismini seçmiştim. Üstelik ikinci ismi olan Aden’i eklerken de kaybedilen cenneti düşlemiştim. Bahsettiğim meleklerin cenneti değil benim cennetimdi. İmparatorluğun güneşi. İçim onu düşününce umutla doldu. Uriel Aden, kızım cennetin ışığını yeniden parlatacaktı.
“Kanın herkesin çıkarına uygun bir amaca hizmet veriyor. Bizler insanlığa minnettarız. Kendi yarını oluşturan ırkına, diğer yarın olan ırk için sırtını döndün.” Melek Uriel bunları söyledikten sonra saçlarına sarılmış defne yapraklı taç eşliğinde başını beni görmek için biraz daha eğdi. ”Sen, sana anlamsız gelse de bir azizesin Lith.” Saydam gümüşi gözlerinde yüzümü gördüm. “Hain gibi görünen ama en büyük görevi ve fedakarlığı üstlenensin.”
“Anlamsız sözler değil Uriel.” Elimi kalbime koyarak önüme doğru eğildim ve ayaklarımın altında ki mozaiğe bakarak konuştum; “İskariyot Azizesi olmam nihai amacıma ulaştığımda benim için anlamı olacak ve değerlenecek. O halin aksi olduğu müddetçe İskariyot Azizesi olmak benim için sorumluluktan öteye geçmeyecek.”
“Alçakgönüllü olman, erdemlerin en hoş olanı. Şehvet de en kirli günahlardan olanı.” İhanetimin karşılığına gelen günah şehvetti. Fiziksel ve ruhsal olarak Juds’u arzulamış ve sonunda onu elde etmiş ve kendi ailemizi kurmuştuk. Sahip olduklarım benim için yeterliydi. “İnsan yarın da sevdiğin ve sevmediğin huyların var olsa da sen her ikisisin. Kimse masum değilken, sen sütten çıkmış ak kaşık olmayacaktın. Sen Güneşin Seçilmişlerinden biri olanın annesisin, İskariyot Azizesi.”
Uriel çanağı, Azrael’in ellerine bıraktı ve ahşap oyma masanın üzerinden bir parşömeni alarak benim ellerime bıraktı. Meleğin ellerinde küçücük olan parşömen benim ellerim arasında devasalaştı.
“Nedir bu?”
“Horus Tarikatı.” Gabriel’in sesi huzursuzdu. “Amaçları bizimkiyle uyuşuyor ama bir o kadar da tezatlık içindeyiz.”
Parşömenin som halkasını çıkarıp attım ve keçi derisinden yapılma kağıdı sertçe açarak inceledim. Deri yüzeye mürekkep niyetine kullanılmış kan kokusu burnumu buruşturmama neden oldu. İblis kanının kullanıldığı yazı biçimi Antik Mısır dilindeydi. Hiyeroglif diziminden oluşan harflerde, kuşun kanadının gösterdiği yöne doğru bakışlarımı gezdirdim. Neyin nesiydi bu tarikat? Bizim kullandığımız dil ve alfabe Latinceydi.
Belirsiz anlamadığım harflerde gözlerimi gezdirirken, “İzlediğim yolda yeni yoldaşlara ihtiyacım yok.” dedim ve kaşlarımı çattım. “Bunu anlamıyorum söyler misiniz ne istiyorlar?”
Neredeyse parşömeni parçalayacak kadar kızdığımı anlayan Uriel, deri parçayı elimden çekip aldı. “Aden’i. Kızını kurban etmek istiyorlar.”
“Ne?!”
Michael kalın gür beyaz kaşlarını çattı. “Niyetimiz bu değil. Kurban vermek yobaz zihniyetlerin başvuracağı çare gibi görünen bir ziyandan ibaret.”
“Bana ne yazdığını söyleyin lütfen.” dedim öfkeden titreyen bir sesle. “Bilmek istiyorum.”
Uriel okumaya başladı.
“Üç ruh ufukta göründüğün de;
Kurtarıcılar yakında ki gelecekte.
Cennet fısıldadı fani ebedilere;
Tanrı bizimledir.
Tanrı iyileştiricidir.
Tanrının ışığı üzerimizdedir.
Kalpten kalbe, zihinden zihne bağlılar.
Bizi karanlıktan kurtaracaklar.
Kutsal olan kanlar.
İskariyot Azizesi Lith Kut, oğul Kayin-den sonra ihanet eden. Sizlere ve kutsal düşmüşlere saygılarımızı sunarız. Horus’un gözü üzerinize olsun. Ölen İmparatoriçenin ruhu sizi aydınlatsın. Bizler gözüz. Horus’un Gözü gibi her şeyi gören her, her şeyi bilen. Sizi izliyoruz. Bildiklerimiz kutsal olanlardan daha fazla. Ve biz biliyoruz. Kurtuluş için kandan daha fazlası gerekli. Kan akıtmak yetmiyor. Ruh lazım. Ruha karşılık ruh. Güneşin kefaleti ayın karanlığa gömülüşüdür. Horus’un gözü ay, Ra’nın gözü güneş. Sol sağdan, sağ soldan ayrılamaz. Kurtuluş için kollar değil ama parmaklar feda edilebilir. Altı kandan gelenin kanı kurtuluş olabilir ama ruhunun fedası kurtuluşa bedeldir. Horus’un gözü koruyucudur. Aden kurtarıcı olacaktır. Güneş bizimledir. Güneş iyileştiricidir. Güneşin ışığı üzerimizdedir.
Güneşin Seçilmişi, sunulan olmalıdır.”
Uriel parşömen de ki son kelimeleri dile getirdikten sonra dişlerimi kenetledim. Diğer melekler tartışırken, gergin görünmemeye çalışarak renkli işlemesi olan katedrallin apsi penceresine yaklaştım. Sakin görünsem de öfkeden kudurmamak için kendimi tutuyordum. Elimi cama koyarak başımı eğdim. Bir tarikat kızımı kurban adamak istiyordu. Kim hatta neyin nesi olduklarını bilmezken kızımı onlara vermek... Kızımı benden istemek için mektup göndermeleri... Canlarına susamış olmalılardı.
Katedral narteksine dalgın dalgın bakarken, yapacağım ve ilk olmayan kıyımın planları aklımda bir kurmaca gibi şekillenmeye başlamıştı. Melekler kendilerini şevkli bir tartışmaya adamışken benim orada ki varlığım unutulmuştu bile. İç çekerek elimi camdan çektim. Katedralin devasa kapıları bir kez daha aralandı. Döşemeleri inleten hafif ayak seslerinin geldiğini duydum ve mabedin kapısı Aden tarafından kuvvetlice açılıverdi. “Anne.” diyerek bana uzandı. Kollarımı açtım. Hemen kollarıma geldi.
Aden ellerini yanaklarıma yasladı. “ Babama yardım ettim. Saat kulesini beraber tamir ettik.”
Giysilerine sinmiş yağ kokusunu alabiliyordum ama dayanılabilirdi. “Aferin size.” İç çektim, Juds ile göz göze geldik. “Baban sana mukaddes dersleri vermek yerine çalıştırıyor mu Uriel Aden?” Judas cübbesinin yakalarını düzeltirken alaycıl şekilde göz devirdi. Aile dramamızın ne yeri ne zamanıydı. “Meleklere selamlama yok mu?” Aden’i yere bırakarak kumral saçlarına bir öpücük bıraktım. “Öğrettiğim gibi meleklere selam ver canım.”
Aden önce adaşı olan meleğe bakarak gülümsedi sonra ışıldayan gözlerle diğer meleklere baktı. Elbisesinin eteklerinden tutarak referans yaptı ve başını hafifçe eğdi. “Tüm güzellikler ve lütuflar üzerinize olsun kadim olanlar. Siz baş melekleri en içten sevgilerimle selamlıyorum.”
Melek Uriel’in yüzü bir gülüş ile aydınlandı. “Sana da selamlar olsun Cennet Işığının adını taşıyan Uriel Aden.” Melek ellerini dizlerine koydu ve mümkün olacakmış gibi kızımın hizasına eğilmişti. “Kanatların nasıllar?”
“Sadece kanat tüylerim var. O da bir tutamcık.” Aden dudak büzdü. “Dürüst olayım sizlerin ki kadar devasa ve parlak kanatlara benzer kanatları tüm benliğimin dileği.”
Uriel, Aden’in saçlarını okşadı. “Semada vakit geçirmek ister misin?”
Teşekkür ederim Uriel, diye geçirdim içimden. Aden’i tarikat tartışmamızdan uzaklaştırıyordu.
Aden bu teklif üzerine omzunun üzerinden bana istekli mavi gözlerle baktı. “Git bakalım. Ama sakın şevke gelip Uriel’e karşı saygısızlık etme.” Aden gülümseyerek başını salladı ve Uriel’in kolları arasında yerini aldı. Elimi arkalarından salladım. “İyi eğlenceler.”
Uriel, Aden ile birlikte mabet odasını terk etti. Onlar gider gitmez, dört duvar arasını yeniden gergin bir his kapladı. Judas ters giden bir şeylerin olduğunu anlamış, bunun üzerine Michael parşömeni Juds’a vermişti. Kocam parşömeni okuyup, tarikatın varlığını ve amacını öğrendiğinde benden farksızdı. Bu hadsizliğe karşı öfkeyle dolup taşmıştı. Şiddetli bir karşılık verme isteğiyle yanıp tutuşuyorduk. Ancak deli dolu hallerimiz aldığımız sorumluluklar ile eski günlerde kalmıştı. Biz her şeyden önce anne ve babaydık. Ailemizi düşünmeliydik.
Juds bana baktı. “Ne yapmalı Lith?”
Sesimi sakin tutmaya çalıştım. “Yıllardır amacımız olan uğru gerçekleştirmeliyiz.” Judas sarsıcı bir şekilde yutkundu ve ben oldukça derin bir nefes aldım. “İmparatoriçeyi -annemi- uyandıracağız. Ki Horus’un gözünü oyabilsin.” diye mırıldandım kinayeyle ve ekledim. “İmparatorluğunun sorunlarını zaten bizzat kendi halledecektir. Asıl önemli olan; En iyisini umalım da bizim sonumuzu getirmesin.”