“Aç kulaklarını usulca sükunetin ile dinle;
Cennetin uslu çocukları düştüler yeryüzüne.
Cehennemin çocukları bir bir döküldüler gökten.
Sırt çevirdi her birimize kadim olan anne.
Yedi günahın ve erdemin bekçiliğini yapan doğurduğu her birine.
Hisler günahkardı, erdemler ise düşüncelerde.
Kimi sadakatle başını eğdi, kimi asi başını göğe dikti.
Bağışlayan değildi, bağışlanamazdı ihanetiyle.
On üçüncü hainlik edecekti kutsal anneye.
Hainliklerinin gölgesinde İskariyot Azizesi,
Atası cehennemin efendisi şeytanın izinde.”
Kudretli sütunların göğe yükseldiği İskariyot’un en büyük yapısına yaklaşırken kan dolu çanağa biraz daha sarıldım. Bazilikadan geçerken söylenen ilahinin sesini duyuyordum. Ses huzur verici bir eşsizlikte olabilirdi ama sözler beni rahatsız ediyordu. Katedralin devasa pencerelerinden dışarı sızan beyaz ışıkları görünebiliyordu. Tek tük çatlak taşların üzerinde yürürken topraktan bitmiş iris çiçeklerini gördüm. Göğe uzanan çan kulelerinden yankılanan sesi işittiğimde adımlarım biraz daha da ağırlaştı
Kıvrımlı, dört köşeli, duvara yapışık, dikey olarak, duvara gömülü çan kulelerine doğru yükselen sütunlara odaklandım. En tepesinde ki kemerli frizlerde Eros’tan esinlenilmiş gibi yapılan melek heykelleri vardı. Minik taştan kanatlar, tombul eller ve kıvrık saçlar çok güzel yontulmuşlardı. Neredeyse canlı gibi görünüyorlardı. Sanki birazda ilahiler söyleyip uçacaklardı. Çanlar ağır bir salınışla ileri geri savruluyordu. Çınlayış seslerine karışan ilahinin ses kulaklarımda yankılanıyordu. Çanağı götürmeliydim.
İçgüdülerim ilahi enerjinin yansımasını hissettiğimde ruhum kendini akışa kaptırmıştı. Hoş, sevilen bir melodiyi dinlemekle eş değerdi. İzlendiğimin farkına vardığımda histerik bir şekilde güldüm. Sırtımı dikleştirdim. Katedralin merdivenlerini tırmanırken beni izleyen gözler birkaç çift daha arttı. İlahi ben kapıya dokunduğum anda sustu. Geçtiğim nartekse şöyle bir yeniden baktım ve kapıyı sonuna dek araladım. İskariyot Azizes’i gelmişti. Şeytan atasının izinden giden. Bir nefes verip içeri adım attım.
Dışı kadar içerisi de heybetliydi.
Girişi batıdandı. Ana mekân enlemesine dama taşlarıyla kaplıydı, tonozlar da olduğu gibi kilisenin iç duvarları da taş duvarlarla çevriliydi. Kubbe şeklinde dört apsisin de Mesih ve Nasıralı Meryem’in yüzsüz tasvirleri bulunuyordu. Juds’un vaaz verdiği sahnede ki; girişin tüm ortasında sol elinde Matta İncil’i tutan ve başında dikenli bir taç olan Mesih’in balmumu heykeli bulunuyordu. Hemen arkasında da kudretli kökleri yeryüzüne ve kadim dalları gökyüzüne uzanan Yasak Elma ağacı vardı. Son yasak meyvenin tohumu bu katedralin temellerine ekilmişti.
Katedralin kuş uçuşu görünümü yukarıdan bir haça benziyordu. Karşılıklı duran ikiz pencerelerde ki ikonalara baş melekler işlemişti. Elinde kılıç tutan Uriel, kanatlarını açmış Gabriel, ışıklar içinde ki Raphael,,,, Her ahşap bankın yanından geçerken melek ikonalarının da önünden geçiyordum. Taşıdığım çanağın parlak yüzeyine yansıyan freski gördüğüm de gözlerim her daim olduğu gibi hayranlıkla kamaştı. Apsisler mükemmelce resmedilmişti. Haç şeklinde inşa edilmiş katedralin bana göre en kusursuzca dizayn edilmiş ayrıntısıydı. Katedralin tavan merkezinde olan pandantifti kubbede yer alıyordu. Dört apsisin tam merkezindeydi Doğan bir güneşin şafağının tonları en ağırlıkta ki renklerdi
Ufak tefek çatlaklarla kuşanmış beyaz tavan üzerine yapılmıştı. Dağınıkmış gibi görünen ama genç bir kadının etrafını çevreleyen ışıklar freskin ana unsuruna hizmet ediyordu. Resmin ana unsuru genç güzel bir kadındı. Genç kadın İmparatoriçeyi temsil ediyordu, Resim, İmparatoriçenin taç taktığı günü anlatıyordu. Odak noktasında İmparatoriçe’nin başına geçirdiği taçtan yayılan ışıklar güneşin doğduğu bir şafak vardı.
Bedenini saran ancak tamamen örtmeyen dokuma altın işlemeli kumaşlar uyluklarına sarınıyor ve memelerinin bir kısmını örtüyordu. Dokuma kumaş dışında çıplaktı. Vücut hatları belirgin, saçları kumral beyaz teni pürüzsüz ve bir cennet bulutunun en saf beyaz rengindeydi. Uzun kumral saçları taçtan yayılan huzmeleri kucaklıyordu. İmparatoriçenin hemen ardında bebek görünümlü kırmızı yanaklı ve her biri mavi gözlü melekler, sırtlarında ki minik kanatlarıyla İmparatoriçe’nin çevresinde uçuşuyorlardı. Bunlar bizdik.
Babam doğan beş çocuğunu İmparatoriçeye minnet duygusunu göstermek amaçlı resmetmişti. Bebek melekler İmparatoriçe’yi kollarını açmış sarılmak istermiş gibi sarmalıyorlardı. İmparatoriçe’ye en yakın sırayla sevimlice yüzlü olan Ryan, sonra tebessüm eden Eva, biraz huysuz duran ben, dişlerini gözükerek gülümseyen Abel ve biraz aksi gibi bir hali olan Kayin duruyordu. Asında hepimiz o kadar güzeldik ki bu yüz ifadeleri sadece benim uydurmalarım sayılırdı. Kardeşlerim benim için artık anılardan ibaretti. Ve ben onları son gördüğüm yüz halleriyle aklımda betimlemiştim.
İmparatoriçe de meleklere dokunmak isteyen bir arzuya sahip gözlerle onlara bakıyordu. Yüzünde ki tebessüm hüzün kalıntıları taşısa da şefkatliydi. Meleklerle birlikte havada süzülüyordu. Ryan, Abel ve Eva annemin sağ tarafına, ben ve Kayin ise annemin sol tarafında kanatlarımızla uçuyorduk. Eva’nın başında bir ışık halesi, Abel elinde bir kılıç, Ryan’ın elleri arasında tuttuğu kısa bir asa, Kayin’in elleri arasında kutsal kase ve benim elimde ise bir mukaddes vardı. Sanırım babama göre İmparatorluk da bizim kaderimiz zaten belliydi.
“İskariyot Azizesi!” Kadim sesi Katedralin içinde yankılandığında çan sesleri son bulmuştu. Gabriel ellerini belinde birleştirmiş insan kılığında birkaç adım önümde dikiliyordu. “Görüyorum ki kanınla gelmişsin.”
“Selamlarımı sunarım Gabriel.” Başımı selam verir gibi eğdim. “Uriel’i görebilir miyim?”
Yüzünü kaplayan sakaldan dolayı Gabriel’in yüz ifadesini tam anlamıyla seçemiyordum. “Kutsalın yanında.”
“Kutsalın...” Derin bir nefes aldım. Mantığım hala bu fikre tam anlamıyla uyum sağlayamıyordu. Kutsalı geri getirip, her yeri arındırmak ve yeryüzüne ait olmayanları geri göndermek uç bir fikirdi. Ama kanıma güveniyordum. “Bana haberlerin var mı Gabriel? Gökten, gelecekten ya da şimdiden?”
“Gök kubbe düşeli yıllar oldu Lith. Bu yüzden bir yeryüzündekiler için bilinenin ötesinde bir şey yok. Ruhlar için gidebilecek bir yer de dahil. Saflıklarını kaybetmemiş ruhlar düşen göğün semaların şafakta ve zifiri karanlık olmadan gün batımında dolaşıp dururlar. Biz yaşayan, dünyada kaldıkça insanlaşan; hisseden, işiten, gören, koku alan, dokunan ve tadan varlıklar için bilinen ancak fiziken olanlardır.” Melek ihtiyatlı bir şekilde derin bir nefes aldı. “Harın sıcaklığı beslediği gibi sıcaklık da ateşi besler. İlahi güçler ruhları beslediği gibi ruhlarda hayatı besleyen asıl özdür. İlahi olan gittiğinde geriye kalan yok oluş oldu. Melekler, şeytanlar, insanlar ve diğerleri hizmet edeceğimiz bir var oluş artık yok. Biz özümüzü kaybettik. Evimizi. Cennetimizi!”
Michael, Gabriel’in yanında belirdi. İki melekte muhteşemdi. İnsani görünüşlerinin altında ki ilahi ruhlar ışıl ışıl parlıyorlardı. Yaldızlı cübbeler içindeydiler. Beyaz saç ve sakalları düzgündü neredeyse altın bir tarakla bir dakika önce taranmış gibi. Cennette vaftiz edilmişçesine tertemiz görünüyorlardı. Günahlardan yoksundular. Kötülük onlara elini sürmemişti. Kirlenmemiş görünüşleri her daim bakılasıydı. Onlar her şeyin ötesinde muhteşem varlıklardı.
Michael, Gabriel’in omzuna zarif elini attı ve ilk meleğin sözleri üzerine şunları söyledi; “Cennetin yansıması olan insanların dünyasındayız. Bizim evimiz cennete benzeyen yaratılışın bulunduğu her köşedir. Kaderimize mahkum olduğumuzu kabul ettiğimiz an sona yenildiğimiz andır. Öyleyse Gabriel söyle bana? Kullanılmayacaksa iyi ve kötü olanın farkında olan akıl neye yarar sağlar?”
“Her erdemin sonunda cennet lütfu ve her günahın sonunda cehennem azabı vardı. “ Gabriel’in yumuşak sesi Michael kadar ruhu huzura erdiren bir ilahinin esintisindeydi. “Cennetin ışığı söndü ve cehennem ateşini yitirdi. Böylelikle hedefe yönelik amaç hedef sönüp yittiğinde iyilik ve kötülük de anlamını kaybetti. Erdemlerin sonunda cennet ve günahların sonunda cehennem olmayacak.”
“Çünkü.” dedim, huzurunda karşılarında olduğum meleklere rağmen korkum yoktu. Gerçeklerden korkmazdım. “Tanrı yok. Hiçbir zaman olmadı. Tanrı dediğiniz olgu siz insanlardan daha güçlü ve daha eski olan melek ve şeytan ırkı tarafından oluşturulan sisteme verilen isimdi. Geçmiş medeniyetlerse o olguya ya bir ya da birden fazla yüce varlık olarak inanıp, tapındı.”
“Tanrı var ya da yok. Asıl mühim olan sistemin binlerce yıldır kusursuz işleyişiydi.” Azrael yasak ağacın dalları altında Mesih heykeli ile yan yana ancak normal insan boyutunun iki katı olan heybetli bedeniyle dikiliyordu. Altın işlemeli beyaz cübbesi o hareket edince arkasından salındı. “Ta ki gökyüzü düşene dek.”
“Eh, sonuçta çuvalladınız ve bize de arkanızı toplamak düştü.” Bakışlarımı yüzümün yansıdığı çanağa indirdiğim. “Kanım.” dedim yavaşça. “Mutlak olan yaklaştı ve zaman aleyhimize işliyor.” Nefesimi verip kendimi rahatlatarak, iki elimin arasında tuttuğum çanağı meleklere gösterir gibi yükselttim. “Ya hep, ya hiç. Kaybedeceğimiz sadece yeryüzü kaldı.” Üç meleğe de hayranlığımı gizlemeden baktım. “Artık Uriel’i görebilir miyim?”