"Lith yeter. Kanını ziyan etme. Bu yeterli.” Sesi beni en acı dolu anımdan söküp çıkardı. “Ne düşünüyordun?”
“Hiç.” Elime bir parça bez sararken Judas’ın gözlerinin içine baktım. “Sanırım bazen yeterli olmuyor.”
“Bugün garipsin.” dedi. Beze bir düğüm attı. “Yaraların çabuk iyileşir ama kanın da akar. Sağlığına dikkat etmelisin.”
“Saat kulesinde ki çarkları kontrol ettin mi?” diye sordum konuyu değiştirip. “Çarkların yağlanması gerekiyordu. Her zaman doğru zamanı göstermeliler.”
“Hallettim.” dedi. “Ben yardım sever, iyi yürekli bir rahibim.”
“Harikasın. Her zaman olduğu gibi.” Ağrıyan başıma rağmen gülümsedim. “Her şey hazır mı?”
“Evet.” Kızıl kaşları çatıldı ve su yeşili gözleri soru sorar gibi baktı. “Yine geçmişi düşünüyordun değil mi?”
“Akan her kanda aklım zaten geçmişe gidiyor Juds. Benimle ilgisi yok. Beynimle ilgili. Beynim iradem dışında ayrı bir bilinç geliştirmiş gibi sanki.” Söylediklerimden bir şey anlamamış gibi bakıyordu. Bende anlamıyordum. Onu nasıl sevdiğimi ve ondan çocuk yaptığımı. Trajikomikti ama olmuştu. Yanağını hafifçe poh pohladım. “Merak etme. Her iki bilincimde seni seviyor.”
“Bu güzel...” Burnunu saçlarıma sürtüp dudaklarımı öptü. Ellerini kalçalarımda birleştirdi. “Özledim seni.” Dudaklarını kulağıma bastırdı. “Çok çok özledim.”
Adımlarım geriye usulca düşerken, “Bugün olmaz Juds.” dedim nazlanarak. Kaybedecek zamanımız yoktu. “Kanımı On Üçlüler Katedraline götürmeliyiz. Bizi bekliyor olmalılar.”
Judas rahip cüppesinin düğmelerini açmaya başlamıştı. “Her zaman beklerler. Sorun değil.”
Mızmızlandım. “Senin için sorun olmaz. Söz veriyorum telafi edeceğim.”
Sonra durdu ve iç çekerek geriye çekildi. “Git o halde. Sözünü unutma. Ben şapeli son kez kontrol ettikten sonra size katılacağım. Dikkatli ol.”
“Beni düşünme.” Masa üzerinde duran çanağı alarak rahip odasının kapısına yöneldim. “Geç kalma. Bilirsin onlar senin sözünü dinler.”
“Sen azizesin Lith.” Dediklerine karşın gözlerimi devirdim. “İskariyot Azizesi.”
“Hain olanından.”
Judas bana yüzünde kırık bir gülüşle bakmıştı. Ardından kapıyı kapatmış ve gideceğim On Üçlüler Katedralini düşününce yüzümü asmıştım. Tarihi kilisenin ahşap bankları arasında ilerlerken, melek tasvirlerinin olduğu vitraylardan içeri gümüş ay ışığı dolup taşıyordu. Mesih ve on iki havarinin resmedildiği olan duvarın önünden geçerken sanki beni izledikleri hissine kapıldım. Sırayla Bartalomeus, Yakov, Andreas, Petrus, Yuhanna, Mesih, Thomas, Major, Philip, Matta, Toddeus ve Simun. Bu bir çileden farksız olmalıydı. Mesih çarmıha gerilmeden önce havarileri ile yediği son akşam yemeğinde içlerinden birinin ona ihanet edeceğini bildiğini on iki havarisine açıklıyordu.
Her bir çehrenin ifadesinde şaşkınlık ve sorgulayıcı bakışlar vardı. Eller hayretle havalanmıştı. Petrus ve Yakov hayretle ayaklanmış, masanın benim açımla sağında kalan üçlü Matta, Toddeus ve Simun akıllarında var olan sorulara birer cevap arayışındaydılar. Diğer bir üçlü Thomas, Yakov ve Philip Mesih’e bakıyorlardı. Bir cevap istiyorlardı. Herkes bir cevap istedi. Bir çileden farksız olmalıydı. Telaşlanmış haldelerdi. Mesih ise herkesin korku dolu ve sarsılmış duruşlarına kıyasla gayet huzurluydu. Babaya ulaşmak oğul için korkutucu olmamalıydı. Güvendiğin birinin ihanet etmesi ancak o kişinin kim olduğunu bilememek...
Petrus ve Andreas’ın ortasında duran Yahuda gözlerinde o bilir ifadeye dikkat kesildiğim de adımlarım yavaşladı ve en sonunda durdum. Yahuda’nın sağ elinde ki kese de ihanetinin bedeli vardı. Birkaç gümüş sikke... Mesih’e yeniden baktım. Ailemizle yediğimiz son akşam yemeğinde annemin huzurlu duruşunu düşüncelerimde bana anımsatmıştı. Kollarımla kanımın olduğu çanağa sarılarak başımı eğdim. Suçluluk duygusuyla doluydum. Omuzlarım ağır bir yükümlülükle çöktü. Annem biliyordu. Olacakları ama çocuklarından bir an olsun vazgeçmemişti. Başımı kaldırıp, Mesih’e yeniden bakındım. Kabul edilmiş bir sondu. İhanet belki bağışlanmıştı. Ölüm kabullenilmişti. Ancak neden her şeyi bilmelerine rağmen çehreleri huzurluydu?
Aile.
Ailem.
Ailemiz.
Ailemin buluştuğu bir akşam yemeği. Ellerimde mayasız ekmeklerin –efkaristiya- olduğu gümüş tepsiyi taşırken akşam yemeği sofrasına göz ucuyla baktım. Eva kuzu etini tabaklara servis ederken beni fark etti ve gülümsedi. Dişlerimi göstererek ablacığıma en güzel gülümsememi armağan ettim. Abel iki elinde şarap dolu testiyi kadehlere bölüştürüyordu. Annem hemen ikisinin ortasında oturuyor tuttuğu baharatlıkta ki acı otlardan yapılmış önünde ki kuzuya baharat serpiyordu. Keskin koku burnumdan ciğerlerime doldu. Hamile olduğu için garip tatlara aşermesini artık normal karşılıyordum. Yedinci bir varis yoldaydı.
En büyük ağabeyimin elini omzumun üzerinde hissettiğimde omzumun üzerinden ona baktım. Kumral saçlarını ensesine bitişik bir örgüyle toplamıştı. Mavi gözleri önce anneme sonra bana çevrildi. Hurma dolu bir kase hemen sol elindeydi. Alıp ağzıma bir tane attım. Hurma tatlı ve en sevdiğim meyveydi. Saçlarımı okşayarak kaseyi bırakmak için masaya yaklaştı. Anneme başıyla selam verdi sonra masaya kaseyi bıraktı. Ardından ekmekleri kuzu etlerinin yanlarına yerleştirdim. Babam Luxares, ağabeyim Ryan ve benim ortamda belirdi. Annemin önüne bir zeytin dalı koydu.
Annem sevinçle bir alkış tutarak dalından zeytinleri koparıp ağzına attı. “Ekşi, tatlı ve acıya aynı anda aşeriyorum. Aris fazla obur.”
“Tanıdık biri gibi geldi.” Logos’un kanat çırpış sesini işittik her birimiz. “Tüm zeytin ağaçları majestelerinin emrinde.”
Babam Luxares, masanın çevresinden dolanıp annemin solunda ki sandalyeye yerleşti. “Tüm aile bir arada gibi.” diye mırıldandı. Elini annemin şişik karnına koyarak okşadı. “Bir kişi yakında aramıza katılmak için gün sayıyor.”
Beatrice güldü. “Bir isim düşündünüz mü?” Elinde Aron’nın yaptığı fasulye yahnisi vardı ve leziz görünüyordu. Nimrad da olduğu için aramıza katılamamıştı ama yaptığı yemek aramıza sağ salim gelebilmişti. Karnım guruldadı. Büyükanne Baetrice yahniyi masaya bıraktı ve ekledi. “Bir kız olacak.”
Annem ve babamın yüzü şaşkın bir hal aldı.
Eva, “Aman Tanrım.” dedi sevinçle. “Bu harika. Erkeklerle eşitleniyoruz. Dürüst olmak gerekirse kız olmasına ayrıca bir mutluyum.”
Jasper dayım ve Ryu teyzem bize yemek salonunda katılırken Eva’nın söylediklerini duymuştu. Tepkileri görmeye değerdi. Jasper dayım babamı tebrik ederken koca cüsseli adama sarılarak ayaklarını yerden kesmişti. Ryu teyzem ise mutluluk çığlığı ile yemek salonuna doluşan rüzgarlarla birlikte hepimiz neye uğradığımıza şaşırmıştık. Saçlarımı düzeltirken annemin gülüş seslerini duymuştum. Ryan kadehini alarak Mercury ve Abel ile tokuşturdu. “Doğacak kardeşimize. İyi ağabeyler olacağız.” Kadehi mutlulukla kaldıracakken içeri son olarak Kayin girdi. Yüzünde hoşnutsuz bir ifade vardı. Bay moral kaçıran umarım kimseyi sinir etmezdi. Akşam yemeğine katılan son ve on üçüncü kişiydi.
“Tebrikler anne ve baba.” Masanın önüne geldiğinde şarap dolu bir kadeh aldı ve ağzına dikti. “Sizi kutlarım.” Her bir kardeşine baktı sonra omuz silkti. “Geç kaldım. Özürlerimi sunarım İmparatoriçem.”
“Önemi yok tatlım.” Annem gözlerimize cennetten bir gülümseme sundu. Ardından babamın elinden sıkıca tuttu. “Değer verdiğim ailemizden çoğu kişi burada benimle. Her birinize minnettarım.“
Kayin, Ryan’nın kadehine kadehini tokuşturdu. “Bende iyi bir ağabey olacağım, ağabey.”
“Elbette kardeşim.”
O anda aralarında ki kaotik enerjiyi hissetmiştim. Ryan ve Kayin her ikisi de gelecekte ki İmparator olmak istiyorlardı. Annem varken bu nasıl söz konusu olabilirdi ki? Ryan sabırlıydı. Zamanı geldiğinde annemin vereceği karara saygı duyacağını biliyordum. Ancak Kayin öyle değildi. O hırslı ve sabırsızdı. İma yapmaktan çekinmezdi. Doğum sırasına göre değil en güçlü olanın tahta geçmesi gerektiğini düşünüyordu. Her kılıç dövüşünde Ryan’a bir düşman gibi karşılık veriyordu. Neredeyse ölümcül darbelerdi. Ryan da ateşe karşı ateşle karşılık vermeyi severdi. Kaç kez ailemiz bu sebeplerden dolayı gerilmiş ve tartışmıştı. Babam bile İmparator unvanını kabul etmeyip, annemin diplomatı ve danışmanı olarak kalmayı kabul etmişti. Ailemizin sonunu getiren Kayin idi.
“Size bir haberim var.” demişti annem. Herkes derin bir sessizliğe gömülmüş anneme dikkat kesilmişti. Kıyametimizin geldiğine haber veren o sesi işitmenin kanımı dondurduğunu hatırlıyordum. “Gökyüzü üzerimize düşecek. Bir savaş geliyor. Kanımın son damlasına dek ailemi koruyacağım. Son nefesime kadar savaşacağım. Kalbim ne zamana dek atacak emin değilim. Nefeslerimin sayısı sınırlı. İmparatorluk ben ölecek olsam bile düşmemeli. Bu kocamdan ve çocuklarımdan son isteğim. Bana ne olursa olsun yas tutmanızı istemiyorum. Ölenler için yas tutmak yerine yaşayanlar için en önemlisi hayatta olan sevdikleriniz için savaşmanız. İmperium düşmemeli. Siz düşerseniz, İmperium düşer.”
Bu sözler ve son akşam yemeğimizden sonra ailemiz parçalanmaya mahkum edilmişti.
Mesih’in yüzüne bakarken, aklıma annemin yüzü gelmişti ve belki de ailemle olan son mutlu anım. Derin bir nefes alarak gözlerimi yumdum. Neden bu anıları sürekli düşünüyordum ki? Belirli bir sıralamaları yoktu. Gelişi güzel bir şekilde aklımı ele geçiriyorlardı. Bir yüz ya da bir tablo bana ailemi hatırlatıyor, onlara dair bir parçayı anımsatıyordu. Omuzlarımı silkip İstavroz hareketini yaptım. Ardından şapeli terk ettim. On Üç Katedraline gidiyordum Sessiz adımlarla yürüyor ve beni koruduğuna inandığım ilahinin sözlerini mırıldanıyordum;
“Aydınlatan bir ışık
Ve yanan bir meşale,
Kurtuluş getirici,
Sözü duyuracağım.
Sevinci getiren ses,
Acıyı dönüştüren,
Günahı yok eden ses,
Sevgiyi sağlayan ses.”