KIRIK TAHTIN HALEFİ
“Güç yozlaştırır.
Mutlak güç mutlaka yozlaştırır.
Büyük insanlar her zaman kötü insanlardır.”
-John Dalberg Acton
EVA
Düşmüş İmparatorluğun yenik İmparatoriçesiyim.
Sulei’nin en yüksek tepesine dikilmiş heykelin çatlaklarla kaplı yüzeyine titreyen parmaklarımla dokundum. Ölü olmasına ve burada olmamasına rağmen suretine tıpa tıp benzeyen cansız heykeli bile benden daha güçlü görünüyordu. Parmaklarımı çatlaklı yüzeyde dolandırdım. Böylelikle başımda taşıdığım tacın ağırlığı da artmıştı. Diğer elimi kalbime yasladım. Göğüs kafesimin içi boştu. Göğsümü yarıp, kalbimi göğüs kafesimin içinden çıkardığım gün; sürgünümüzün bittiği, İmparatoriçe olduğum gündü. O günden beri kalbimin olması gerektiği yer boştu. Kalbimin varlığını muhafaza eden yeri bilen kişi yalnızca bendim Kalbimin korunması hayatım içim önemli bir husustu. Başımı göğe kaldırdım. Annemin yüzü doğrudan İmparatorluğun kurucu şehirlerine bakıyordu.
Sulei, Karneyn, Behtün ve Nimrad.
İmparatorluğun ilk gününden beri gökyüzünde tüm heybetleriyle birlikte var olmuşlardı. Kıyametten sonra bile var olmaya devam etmişlerdi. Ne zamana kadar? Aklımdan atamadığım bu soruyla birlikte düşüncelerim de boğuluyordum. İmparatorluğun güneşi batmıştı, İmparatorluk düşmüştü, umut denilen his bile artık nefret edilir olmuştu. Biz bile elimizde ki güçlerle ne kadar ilerisini göreceğimizi bilemezken ilerleme çabalıyorduk. Gök adalarını gökyüzünde tutmak ve hala savaşmak için verdiğimiz mücadelenin boşuna olduğunu bildiğimiz halde savaşmaktan vazgeçmiyorduk. Neden mi? Çünkü onun böyle yapacağını biliyorduk. Annem İmparatorluğu ve halkı için sonuna kadar savaşırdı ve savaşmıştı da.
Onun binde biri bile olabilirsem, ne mutlu bana.
Dizlerimin üzerine çöktüm. Başımı annemin heykeline yasladım. Taç başımdan düşerek yerde yuvarlanmış ve yerini yeniden benim yanımda bulmuştu. Yorulmuştum. Öldüğü günden itibaren bir hiç olan her şey için her gün çaresizlik içinde boğulmaktan yorulmuştum. İlk günler ölmediğini düşünmüştüm. İlk aylar geri döneceğini düşünmüştüm. İlk yıllar dirileceğine dair tüm inancımı korumuştum. Şimdiyse öldüğünü, geri gelmeyeceğini biliyordum. İnancımı kaybetmiştim. İnanç bir yanılmasaydı; eski dünya da mükemmeli yaklaşmanın yolu olabilirdi. Ancak kıyamet sonrasının dünyasında bir hiçti. Derin bir nefes alarak annemin yüzüne baktım. Yaşarmış gözlerimi sildim. Ayağa kalktım ve tacımı yerden alarak, başıma yeniden taktım. Gökyüzünden geleni karşılamak için derin bir nefes aldım.
Mercury yere zarif bir şekilde indi.
Üzerinde siyah renkli konseyin giyeceği türden resmi giysiler vardı. Bir yandan beni bulduğu için gülümsüyor diğer yandan kanatlarını silkeliyordu. Oluşan rüzgar saçımı uçuşturdu. Elbisemin dalgalanan eteklerini düzelttim. Yakışıklı yüzünde oluşan tebessüm, gözleri annemin heykelini gördüğünde yerini hüzne bıraktı. Ellerimi önümde birleştirdim. Mercury ensesinde bağlı olan siyah saçlarını omzundan göğsüne düşmesine izin verdi. Burnuna düşen bir tutamı da kulağının arkasına ittirdi. O anlaşması kolay ve akılcıl yoldan ilerleyen biriydi. Diplomatım olması pek bir işe yaramasa da kurulda ki anlaşmazlıkları hep yatıştıran aracı olurdu. İmparatoriçenin heykelinden gözlerini alabildiğinde yeniden bana baktı. “İmparatoriçem, resmi mi davranmalıyım yoksa-” Sorusunu sormasına müsaade etmeden, kucağına atladım ve ona sıkı sarıldım. Sırıttı.
Gizli aşıklar olmaktan nefret ediyordum. Mercury bana içi ışıltılı alacalı gözleriyle baktı. Daha fazla düşünemeden kollarımı boynuma doladım ve onu öptüm. Beni bekletmeden dudakları bana katıldı. Kolları bedenime sıkı sıkıya sarıldı. Ayak uçlarım yerden kesildi. Bedenini benimkine yasladı. “Böyle yapmamalısın... Aniden.” diye başladı ve onu yeniden öptüm. Ellerim gömlek yakalarına düştü. Gözlerim yaşlarla doldu. Eğer sevgilim olmasaydı, bu kadar sorumluluk altında delirebilirdim. Taşlar, ordu, kurul, kurucu şehirler ve halkım... Uzun ağaçların mesken tuttuğu tepede dallar rüzgarla salınırken, Mercury’nin saçları düğümden çözülerek salındı. Dudak dudağayken seslice güldüm. Mercury beni öptü. Bu sefer upuzun ve nefessiz bırakana dek öpmüştü.
“Gizli tutmak istediğini biliyorum ama...” Mercury iç geçirdi. “Beatrice benim için uygun eş adayları bulmaya başladı. Bahane uydurmaktan bıraktım. Ki sen ve gizli aşığının söylentileri askerler arasında bile konuşuluyor. Asıl canımı sıkan bu.”
Ayaklarım yeniden yere bastığında kollarımı gövdesine sardım. “İnan bana başımızda onca bela varken bunlar umurumda bile değil. Seni hedef haline getirecek hiçbir şey yapmam Mercury.”
“Anlıyorum ve biliyorum.” Elimden tuttu ve referans yaparak dudaklarını elimin kemikli sırtına bastırdı. “Ama en azından sevgili Beatrice’simizi beni evlendirmekten vazgeçir. Savaş varken, bir düğünü düşünemiyorum.”
Gülümsedim. “Savaş bittikten sonra?”
Arkamda ki heykele dikti gözlerini ve özlemle baktı. “Eğer o burada olsa önce kıçımı tekmeler, sonra kulağımı çekip en sonunda parmaklarımıza yüzüklerimizi geçirirdi.”
“Evlatlık olman umurumda değildi hala da öyle. Eğer burada olsaydı annemin de bize saygı duyacağına eminim...” Elimi tutan elini sıktım. “Bize karşı gelebilecek kimse yok.”
Hayal kurmak saçmalıktı ama Mercury o hayalin içindeyse anlık bile olsa içimde güzel hisler yeşeriyordu.
“Logos da bu kimseye dahil mi?” diye sordu sahte titrek bir sesle. “Onu seviyorum, saygı duyuyorum ama aynı zamanda korkuyorum.”
“Logos.” dedim içten bir şekilde gülümseyerek. “O azabından korkacağımız kara bir bulut değil, o gölgesinde huzur bulacağımız görkemli bir çınar.”
“Bu beni tanımlayabileceğiniz en muazzam cümle olabilir.”
Omzumda hissettiğim ağırlıkla birlikte hemen geriye çekildim. Mercury omzunda ki hayali tozları silkeleyerek, soğuk kanlılığını korudu. Omzumun üzerinde ki baykuşa baktım. Tüylü alnını alnıma yasladı. Büyük, büyük büyük, büyük, büyük, büyük, büyük, büyük, büyük ve büyük babamla bize özel selamlaşmamızdı. Altı bin yıla yakını uykuda geçse de o bizden yaklaşık sekiz bin yıl önce doğmuş; kökleri yerin yedi kat altına, dalları göğün yedi kat üzerine uzanan görkemli bir çınardı. Tüylü alnı derimi gıdıklarken bana takibinde olduğu Aris’in anıları bir bir gösterdi. Aris aradığı ruhu bulmak için Kurak Topraklar da çıktığı yolculukta soykırım yaparak ilerlemişti. Bir ruh için binlerce cehennem ruhu feda edilmişti. Bunların kefareti aradığı ruhu bulmak olmuştu. Kahkaham tepeden tüm Sulei de yankılandı.
Logos’a kocaman bir kucak verdim. Logos ve benim dışımda herkes Aris’in hala Elemanta Ordusuyla kontrol birlikleriyle Cehennem Yarığın da olduğunu sanıyordu. Kız kardeşim verdiğim İmparatorluğun kaderini değiştirecek göreve en uygun olandı. Yokluğu elbette ki fark edilebilirdi ama zihinlerle oynayan Logos düşüncelerde Aris’e ait sahte yalanlar yaratmıştı. Böylece kimse olan bitenin farkına varmamıştı. Kurak Topraklardan gelen söylentiler de İblis Kıran lakaplı bir canavarın cehennem yaratıklarına musallat olduğunu duymuştuk. Bu kesinlikle Aris idi. Logos’u bıraktığım da tüyleri saçıldı,
“Bana dikkat etmelisin evladım. Artık eskisi kadar genç ve diri değilim. En azından beş yüz yıl öncesine kıyasla.” Kaldırdığım koluma pençelerini geçirip kanat çırpmayı bıraktı. Boğazında kadife bir kese asılıydı. “O senin. İhtiyacın olacak.”
Keseyi elime aldım. “Nedir bu?” Salladım ama çok hafifti. Sanki içinde bir şey yokmuş gibi. “Çay yaprakları mı?”
Logos gagasını açtı. “Kadının cesedine leşçil kargalar musallat olmuştu.” Kesenin ipini açtım ve elimi içine attım. Çürük kokusu ciğerlerime doldu. Elimi keseden dışarı çıkardım. Saydam grimsi bir göz salınık kırmızı damarları ile birlikte bana bakıyordu. “Kurtarabildiğim tek sağlam parçaları gözleri oldu.”
Mercury büyümüş gözleri ile bana baktı. Soğuk kanlılığını koruyan taraf bu sefer ben oldum.
Gözü avcumun içine aldım. “Karısının gözlerini hatırlıyor olmalı. Bunlar yeterli olacaktır.”
Mercury omuz silkti. “Neyi kaçırdım Eva?”
“Yakında herkes öğrenecek.” Gözü kesenin içine koyarak, ipini sıkıca çekiverdim. “O zamana dek İmparatoriçen olarak sessiz kalmanı emrediyorum Mercury.”
“Emredersiniz majesteleri.”