♚ 4

1731 Words
Sonsuza dek mutlu kalacağımızı sanmıştım. Yorgun adımlarla sarayın kullanılmayan kulesinin tepesine çıkmıştım. Burası benim için çok özel bir yerdi. Kardeşlerim ve benim ağaç evimiz gibiydi. Parmak uçlarımı içten ve dıştan sarmaşıklarla kaplı olan kulenin taş duvarlarında gezdirdim. Beyaz güller çocukluğumuzun mezarı olan bu anıtta sembolik bir anlam taşıyorlardı. Son basamağa ayağımı basınca ahşap kapıyı açarak yuvarlak odanın içine girdim. Gözlerim dolmuştu. Geçmiş hala benimle yaşarken idealimde ki güçlü lider olamazdım. Kapıyı kapattıktan sonra kolçaktan elimi çektim. Üzüm asmalarının olduğu büyük pencerelerin önüne yürüdüm. Kollarımı kendime sarmıştım. Ryan, Mercury, Lith, Abel ve Kayin ile bu yerde çok anımız vardı. Doğacak olan kardeşimizi büyük bir mutlulukla karşılayacaktık. Omzumun üzerinden hiç kullanılmayan üzeri beyaz bir tül serilmiş beşiğe bakındım. Üzgün içi sulu gözlerle o köşeye dalmıştım. Biz ne zaman bu kadar kötüleşmiştik? Ayaklarım titriyordu. Kamburlaşıp başımı eğdim. Tacımı başımdan çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Ellerimi yasladım ve omzumu dayayarak tüm gücümle dolabı ittirdim. Kolayca hareket etti. Farklı renklerde ki büyüklü küçüklü el izlerini gördüğümde gözlerim büyüdü. Yavaşça dizlerimin üzerine çöktüm. Babamın eli en büyük olandı hemen yanında annemin el izi vardı. Bizim el izlerimiz hemen yakınlarındaydı. Her birinin üzerine selamlaşır gibi avcumu kapattım. Belki özlemden döküyordum bu yaşları. Yasımı atlatamadığımı biliyordum. İhanet etmelerine rağmen Lith ve Kayin’i de özlüyordum. Onları affedemezdim ama özlemime engel de olamazdım. Bu bir gerçekti. Sırtımı el izlerinin olduğu duvara yasladım. Dizlerimi kendime sardım. Çenemi bedenime sardığım kollarıma yasladım. Annem ve babam öldüklerinde herkes karşımda gibi hissettim. Hala da öyle... Herkes verdiğim kararları sorguluyor ya da bana baş kaldırıyorlardı. Unuttukları bir şey vardı. Başıma bu tacı geçiren ve beni o tahta oturtan onlardı. Güç benim elimdeyken kimse bana engel olamazdı. Gözlerimi tacıma diktim. O benimdi. Taht bana aitti. Tacı taktığımda ve tahtta otururken İkinci Güneş olan İmperium İmparatorluğunun İmparatoriçesiydim. Taç ve taht olmadığında sadece Eva idim. Kalbim hala sancıyordu. Hayallerimin eşlikçisi olan ailem paramparçaydı. Annem, babam, Ryan ve Abel ölmüş, geride kalan kardeşlerim ve ben ayrı yollardaydık. Yanımda olan Mercury bile ona aşık olsam da zarar görmemesi adına benim için ikinci plandaydı. Sorumluluklarım önceliğimdi. Sevdiğim -yaşayan- insanlar tehlikedeydi. Çaresiz değildim. Uğruna savaşacağım hala kıymetli olan birileri vardı. Yapabileceğim sınırlıydı. Ancak sınırlarımı genişletebilirdim. Bu kudrete sahiptim. Sınıra yine ulaşırsam yine sınırları genişletirdim. Gerçek ailemi asla getiremeyeceğimi anlamıştım. Şimdi ailem olmuş insanlar için vazgeçmeyecektim. Ayağa kalkıp dolabı eski yerine ittirdim. Tacımı başıma geçirirken acı acı gülümsedim. Zamanı elimin altında Zaman Taşı olsa da geri alamazdım. Ancak ilerleyebilirdik. Yolumda ya binlercesini öldürecek ya da ölecektim. Gece boyu saatlerce düşünmüş ve ya iktidarımın devamı ya da boyunduruğum olacak planımı baştan sona ayrıntılıca düşünmüştüm. İlerleyecektim. Kulede ki gizli geçitleri kullanmayı tercih ettim. Kimseyle şafaktan önceki karanlık saatlere görüşmemiş ve gizli geçitleri kullanarak adanın yer altı mağaralarına gelmiştim. Artık sinirli değildim. Daha önemli meselelerim vardı. Çevreme bakındım. Zifiri karanlık yer altı zindanında hüküm sürüyordu Örümcek ağlarının mesken olduğu duvarlara meşalemi tutarak yolumu buldum. Girdap gibi dönen merdivenler bitmek bilmiyordu. Adım seslerim yalın taş duvarlarda yankılandı. Çi enerjimi zaten buraya adımımı attığım ilk anda hissetmişti. Bende onun bitik, sönmüş enerjisini hissetmiştim. Bir hiçten ibaretti. Onu herkes tanıyordu ama o herkese yabancıydı. Kaosumuzun başlangıcıydı. Son Getirenler, ordusunun lideriydi. İmparatorluğu karanlığa sürükleyen kendi karanlığına getirenin ta kendisiydi. Kıyametin oğluydu. Yirmi yıldır yaşadığımız cehennemin baş şeytanıydı. Geç kalınmış kıyameti tamamlayandı. O nefret edilendi, sevilmeyen, İmparatorluk için en başta feda edilen; intikam için geri geldiğinde bizden aldığı ilk kişi Ryan idi. Ruhumun olması gereken yerde kocaman bir yıkım vardı. Benden ailemi almıştı. İmparatorluğumu... Evimi. Bağışlayıcı Eva’nın affedemediği tek ruhtu. Sağ yanağına biri tokat atarsa ona karşılık verme sol yanağına da –vursun diye- ona çevir. Bu mukaddesi sözler benim konumumda olan biri için imkansızdı. Kıyamet herkesi değiştirmişti. Kimse iyi değildi hem de hiç kimse. O intikamın vücut bulmuş hali olabilirdi. Ancak intikamın farklı şuurlara işleyiş halleri vardı. Dev güçlü olabilirdi ama öldürdüğü karıncanın intikamını alacak bir koloni karınca ordusunu görememişti. Cehennem Yarığından gelen binlerce statüden yaratığı öldürebilirdik ama o öldüremezdik; Onu yok edemezdik. Aldatıcı bir gücün altında yatan savaş fiziksel değildi. İradelerin savaşıydı. Annem; “Mutlak gücün tecelli ettiği soyut varlık iradedir. Et ve kemik yok olur ama akıl ebediyen kalıcıdır. Mutlak gücün sonsuz olabileceği tek varlık aklın üstün iradesidir. Ve akıl en güçlü silahtır.” Dizlerini kırmış bağdaç kurarak oturuyordu. Elimde tuttuğum yanan meşaleyi üzerine tuttum. Zindan demem lafın gelişiydi. Buraya kolayca girilebilirdi ama çıkılamazdı. Bileklerine geçirilmiş paslı zincirler sembolik anlamlar taşıyordu. Zincirler yeryüzüne bağlıydı ve o da. Yeryüzüne mahkum edilmişti. Ancak bu onun için yeterli bir ceza değildi. Daire şeklinde ki alana girdiğimde üç basamağı ağır adımlarla çıktım. Kalbimin atmadığı yerde donakalmış boşlukta bir gerilim dalgası hissettim. Daire şeklinde ki büyük yükseltinin üzerinde neredeyse bir heykelden farksızdı. Fısıltılı soluyuşlarını duyabiliyordum. Karşısında durduğumda tarif edilemez hissi anlatacak bir kelimem yoktu. Nefret ya da korku... Hayır. Hem de hiçbirinden bir emare bulamadım. Sanki onu kim görse dehşete kapılacak, korkacak ya da nefretini kusacak türden hislerden muaftım. İçimde ki o duygusuz boşluk, karşımda duran varlık gibiydi. En azından bir benzeri. Tepemizde asılı zincirlerin uçlarında sarkan mumlarda meşalenin dalgalanan alevlerini dolaştırdım. Yanan bir mum diğerini yaktı. Karanlık aydınlandı. Darkamon’un karabasanları aydınlıktan kaçıştı. Karabasanlar en korkunç kabusları zihinlere yansıtır ve sizi bir kapana hapsederdi. Kabus kapanları aklı olan herkese sonsuz azap veren kabusunuzla işkenceler ederdi. Ancak en korkunç kabusunu yaşamış bizler için karabasanlar bir tüy kadar etkisiz kalırlardı. Gökyüzü üzerimize düşerken zaten en büyük kabusumu yaşamıştım. Ailemi kaybetmiştim. Daha fazlası beni sarsamazdı. Ve onun korkusu ise kaybetmekti. İmparatoriçenin ölü bedeninin yanında kazandığını sanırken kaybetmesini görmemle kabusu gerçekleşmişti. Kendi savaşını kazanmış gibiydi asıl başlattığı savaş ise onu ilgilendirmiyordu. Cennet ve cehennemin savaşı gökyüzünde başlamış yeryüzünde sürüyordu. “Daimon!” Sesim karanlıkta yankılandı. Karabasanlar merakla havada tül parçaları gibi süzülürken bizi izliyorlardı. “Ağabey, beni tanıdın mı? Senden sonra üçüncü doğanı.” Son mum yandığında da meşaleyi yere attım. “Kim olduğumu biliyorsun. İkinci güneş. Tanıdık geldi mi?” Başımdan tacımı çıkararak, ellerim arasında tuttum. “Ne istediğini hatırlıyor musun ağabey? Güç istemiştin. Şimdiyse gücü ellerim arasında tutan kişi benim. “ Daimon’nun çevresinde daireler çizmeye başladım. “Dışarıda ne olup bittiğini biliyor musun?” Bunu inkar etmeyecektim. Onunla sakin bir sesle konuşuyordum. Bu sıra dışıydı. Çünkü burayı kasıp kavuracağımı sanıyordum. “Bir şeyler oldu. Hoşuna gitmeyecek şeyler...” Tacı yeniden başıma geçirirken zincirin üzerinden atladım. “Merak ediyor musun? Cevap ver bana.” “Eva.” Sesi hiç unutmadığım o akıcı ilahi tondaydı. Ruhumun zedelendiğini hissettim. “Seni biliyorum, tanıyorum İkinci Güneş.” diye ilk soruma cevap verdi sonra ikinci sorumu yanıtladı. “Sizi yok etmek istedim. Başardım da. Zaten sahipken de güce ihtiyacım yoktu.” Son soruma sıra geldiğinde duraksadı ardından biraz düşününce cevap verdi. “Dışarıda ne olduğuna gelirsek; içerideyken dışarıda ne olduğunu bilmem imkansız. Ben annemiz değilim.” “Oğlunu buldum.” dedim lafı dolandırmadan. Daimon asla kaldırmadığı eğik başını kaldırdı. Çevresinde yarım tur atmışken yüzünü yandan gördüğümde Jesus’un gözlerini babasından aldığını gördüm. Tıpkısının aynısı. Babasının gözlerini taşıyordu ve Daimon da gözlerini annemizden almıştı. Yüzü duygudan yoksundu ama gözlerinde ki, karanlığın derinliğinde en dip de bir kıvılcım gördüm. “Annemin abim Ryan ölürken, nasıl hissettiğini asla tecrübe etmeyeceksin. Ben sen değilim. Babası sen olsan da yeğenime asla kötülüğüm dokunmaz.” Yeniden karşısına geldiğimde önünde eğilerek keseden gözleri çıkardım. Gözler avucumdan kayarak, Daimon’un yanına gelene dek yuvarlandı. “Tanıdın mı? O gözlerin sahibinin kim olduğunu biliyor olmalısın. Bir adı var mıydı?” “Marya...” “Marya. Oğlunu korumak için çabaladı ama iblisler onu öldürüp oğlunu Sûr’a kurban adamak için elinden aldı.” Oğlu bizim için önemliydi. Ona ulaşmasına asla izin vermeyecektim. İmmauel Jesus savaşı sonlandırmak için üç temel taştan biriydi. “Onu gömmene izin vereceğim. Ya da yakmana. Onu nasıl uğurlamak istiyorsan. Vedalaşma kısmı sana kalmış.” Çömeldiğim yerde ellerimi dizlerime yaslayarak belimi dikleştirdim. “Sen senin yüzünden öldükleri halde sevdiklerimizin cenazesine izin vermiştin. Aynı şansı bende sana tanıyacağım.” “Neden?” Sadece sormak için soruyordu. Bir beklentisi yoktu. “Sebebin olmalı.” “Çünkü artık seni bir tehdit olarak görmüyorum.” Cevabım onu şaşırtmıştı. İlk insani tepkisiydi. İrice açılmış gözlerine baktım. “Sen içi boş bir kabuksun. Kulağa kibirli gibi gelebilir ama sen bir hiçsin. Dışarıda ki kaosa kıyasla sen önemsiz bir kum tanesisin ağabey. Getirdiğin kıyamete rağmen sen unutulan oldun. Hatırlanan ise annemiz; İmparatoriçe.” Bakışlarımı tepemizde yanan mumlara çevirdim. “Artık bir tehlike oluşturmuyorken seni hapsetmek saçma olur. Elbette bu seni affettiğim anlamına gelmiyor. Ben sadece Logos’un verdiği cezanın sınırlarını genişletiyorum. Bu kafes senin için küçük ancak dünyamız senin için gerçek ve yeterli bir zindan olacaktır.” “Beni öldürmek için hala geç değil...” “Denemedim mi sanıyorsun. Seni yok etmeyi!” Sesim ilk kez gür çıkmıştı. Derin bir nefes alarak omuz silktim. “Kalbini her yerde köşe bucak aradım ama bulamadım. Eğer kalbin ellerim arasında olsaydı seni bir an düşünmez canını alırdım.” Sessiz kaldı. “Annem olsa en azından böyle yapardı ama ben Ryan gibi düşündüm. Eğer Ryan burada olsa ve benim yerimde karar veren olsaydı seni affederdi.” Gözlerim geçmişi düşünürken kısıldı. Ryan’ın merhametli yanını kullanarak gururunu eziyordum. Sözlerime rağmen yine sessiz kaldı. Konuşmaya devam ettim. “Ancak seni affedecek kadar yüce gönüllü değilim ama cezanı böylesine bir cezayla değiştirebilecek kadar akıllıyım. Yok etmek istediğin dünyamız senin yeni hapishanem.” “Ya yeniden gelirsem?” Sesi karanlık bir tona büründü. “Ve bu sefer sizi sürgünde bırakmaz kökünüzü kurutuna kadar durmazsam? Hatalarımdan her zaman ders alırım. Nasıl kararına bu kadar güvenebilirsin ki?” Sağ kalanları sürgün etmişti ama biz güçlenerek geri gelmiş ve düşmüş imparatorluk da kırık tahtın gölgesinde şahlanmıştık. Bu süregelen savaşın bittiği anlamına gelmiyordu. Hala bir savaşımız vardı. “Hatalarından ders çıkardığını söyledin. Yeniden gelirsen seninle yeniden savaşırız. Yeniden kaybedersin Daimon. Bu sefer savaş dışında kaybedeceğin biri daha var. Oğlun.” Kaşlarını çattı ama sesini çıkarmadan beni dinledi. “İkimizde biliyoruz. Eskisi gibi değiliz. Senin kinin köreldi, benimse cesaretim bilendi. Bu dünya artık hepimize ait. Yeni dünyada yaşamayı öğrenmelisin. Sana bu özgürlüğü veriyorum.” Ayağa kalktım ve elimi ona uzattım. “Oğlun benim yanımda güven de olacak. Cezanın bir kısmı da bu onu asla göremeyeceksin. Öte yandan sevdiğin kadını bulup, cesedini gömüp ona veda edebilirsin.” Bakışlarını ona uzattığım elime düşürdü. “Daimon. Seçenek hakkın yok. Eğer şimdi kabul edersen, özgür olabilirsin.” “Neden?” diye sordu sessizliğini bozarak. “Niyetinin altında başka bir amaç yatıyor olmalı. Tek mantıklı sebep bu.” “Çünkü ben ne annem kadar acımasız, ne abim Ryan kadar merhametli, ne de senin kadar kindarım.” Dudakları bir şey demek için kıpırdadı ama diyecek bir şeyi yoktu. O umutsuzdu. Tamamen avuçlarımın içindeydi. Zincirleri şangırdadı. Daimon elimi tuttu ve sıktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD