⚔ 1

1958 Words
Elmayı küçük süt dişleriyle dişlerken bir elimden tüm kuvvetiyle tutuyordu. Yürürken düşünmeden de edemiyordum. İblisler bu kadar yakınımızda bulunurken apaçık tehdit her yerden gelebilirdi. Açık alanda olmak güvenli gelmiyordu. Sivri kulaklarım sürekli tetikteydi. Kuzey cephesinde geçen çocukluğum da en düşük frekanslı sesleri duyabilecek kadar ses duyum gelişmişti. O kanatlı yaratığa ne yaptıklarını merak ediyordum. Umarım öldürmüşlerdir, diye düşünmeden edemedim. Eğer bir tehdit ya da ölümcül bir riski yok etmek istiyorsanız o şeyin öldüğünden emin olmalıydınız. Eski dünyayı bilmezdim ama yeni dünya da kurallar böyle işliyordu. İmparatoriçe öldükten sonra kurucu şehirler bir bir düşmeye başlamışlardı. Sulei, Karneyn, Bühtün ve Nimrod başta gelen kurucu şehirler gök adalar şeklinde belirli bir yörünge de dönmek üzere yaratılmışlardı. Ancak güneşin ölümünün hazin sonucu gezegenlerin düzeni terk etmesi olmuştu. Yeni beliren genç güneş ise kurucu şehirleri bir arada tutmaya çabalıyordu. Ne kadar uğraşsa bile Veliaht Prenses İmparatoriçe kadar güce sahip değildi. İtaatsizlik başta onun tahta çıkışına karşı gelen Elemanta askerlerinden olmuştu. İmparatorluk Ordusu gücünü bizzat İmparatoriçeden alırdı. İsyan bayrağı çekilmek üzereyken, iç savaşa ramak kala Veliaht Prensesin halef seçen Baş Kurul Başkanı orduyu otoritesi ile bastırmayı başarmıştı. Yeni İmparatoriçenin yürüyecek uzun bir yolu vardı. Onun adına üzülüyordum. “Yoruldum.” dedim sırtımı gererken. “Sessizliği sevsem de bazen muhabbet etmek iyi olur ufaklık.” Elmasının anca dörtte birini bitirebilmişken, cam mavisi saydam mavi gözleriyle bana ürkekçe baktı. Sonra elimi bırakıp zarif bir hareketle parmağıyla ileriyi işaret etti. İleride büyükçe tuğladan bir yapı yükseliyordu. Ahşap ve tuğla karışımı yapıda, büyük bir ahşap tabela asılıydı. Gretha’nın Konağı... Eh iş görürdü. Beyazımsı sarımtırak saçlarını okşayarak, “Vay canına okuman varmış. Aferin ufaklık.” dedim keyfim yerine gelirken. İki eliyle elmayı tutarak kendi ağzına göre epey büyükçe bir ısırık aldı. Başını iltifatımı kabul ettiğine dair onaylayıcı bir şekilde salladı. “Önden yürü bakalım. Bacaklarını çalıştırmalısın.” Yeniden başını salladı ve beni ikiletmeden yürümeye başladı. Ellerim belimde peşinden geliyordum. Hayalimde ki ordu düzeninde ki askerdi; ikiletmeden söz dinleyen. Hanın ahşap kapısını ayağımla ittirdim ve önce ufaklık sonra ardından peşi sıra kendim geçtim. İçerisi aydınlatma amaçlı kullanılan tütsü, fıçılarca içki ve puro kokuyordu. Daha kötülerini görmüştüm. Hatta bu lüks sayılırdı. Tezgahın arkasında dikilen kadından boş bir oda istedim. Bir falcı gibi giyinmişti. Renkli kumaşlardan kat kat entari, renkli taşlardan boynuna ve etli bileklerine süsler takmıştı. En üst katta boş bir oda istedim. Benim onu süzdüğüm gibi o da beni süzdü. Kimse pelerinin altında neler gizli olduğunu bilemezdi. Somurtkan kadına hafifçe sırıttım ve parmağımda takılı iki elmas yüzüğü önüne bıraktım. O andan sonra biraz misafirperver olmuş ve bana istediğim katta bir oda uygun görmüştü. Ufaklık ile odaya kapandığımda, ufaklık koşarak sol tarafta ki yatağa sıçramış ve yüz üstü yatmıştı. Üç gündür sırtımda taşınırken kasları ağrımış olmalıydı. Hiç sesimi çıkartmadan kendimi küvet görevi gören bir fıçının olduğu banyoya kapatmıştım. Birkaç kova su vardı ve arınmam için yeterli olurdu. Pelerinimi omuzlarımın üzerimden çekip yere attım. Yırtık ve yanıklar içinde kalan kumaş parçası artık kullanılamazdı. Yenisini bulmalıydım. Kollarıma bağladığım deri kayışlarda ki küçük hançerleri kılıflarıyla birlikte ahşap, yıpranmış tezgaha bıraktım. Gömleğimin sağ ve sol bilek hizalarıma sabitli duran iki orta boylu gladiusu da onların yanına koydum. Zehir kaplı shuriken, beş köşeli bıçaklar kuşağımı çıkarınca sesli bir şekilde şangırdadılar. Sırtımda sarkan ikiz alev kılıçlarını da kabzalarından tutarak havaya doğru çektiğimde bedenimin hafiflemiş olduğunu hissettim. Gerinip belimi kütletirken derin bir iç çekerek ellerimi ahşap tezgaha yaslamıştım. Az silah ekipmanım kalmıştı. Çoğunu savaşırken ziyan etmiştim. Shuriken uzak dövüşte işime yarayan en iyi atış silahları olsa da tükenen oklarım ve kırılan yayım için sinirliydim. Kurumuş kanın bulandığı saçlarımdaki topuzuma dolaşık örgüleri teker teker açtım. Alnımın iki yanında duran kıvrık minik boynuzlarıma dokunarak, onları gizleyen saçlarımı boynuzlarımdan ayırdım. Bir şeytan ve insan melezi olmam; Cehennem İblislerinden olduğum anlamına gelmiyordu. Ben insandım. İnsan özelliklerimi benimsemiştim. Doğduğum acımasız dünyaya uyum sağlamış, tüm güçlü olanın hayatta kalacağı kıyamet sonrasına göre evrimleşmiştim. Ben Aris idim. Aris Kut. Yedinci aile olan Kut ailesinin son doğanıydım. Son varis. Babamın şeytani güçleri ve annem olan İmparatoriçe’nin insani özelliklerinin etten kemikten fiziksel yansımasıydım. Ellerimi açarak çizik ve yaralarla dolu olan ellerime baktım. Yanımda taşıdığım ölümcül silahların yanında, doğumumla birlikte bana kanımla miras kalan yaratığın elleri en ölümcül olanıydı. Tırnaklarımın diplerinden kara veba gibi türeyen siyah, parlak, ve sert olan tırnaklarım uzadı. Körelmişlerdi. Birbirlerine sürterek biledim ve keskinleştirdim. Tüm vücut halimle daha devasa ve korkunç görünüyorlardı. Tırnaklarım eski insani görünüşlerine döndüler. Yine de hala kir içindeydiler. Fıçıya ellerimi sokup yüzümü defalarca yıkadım. Temiz su bulmak da neredeyse bir lükstü ama bu ayrıcalık için iyi ödemiştim. Üzerimde ki sararmış içlikten de kurtulduktan sonra yana yatırılıp, yan tarafı kesilmiş, su dolu fıçının içine bedenimi attım. Kollarımı ve sırtımı gererken, derin bir soluk alarak arkama yaslandım. Biraz kafa dinlemek benim de hakkımdı. Kafamı koyduğum andan itibaren hafif bir uykuya gözlerimi kapatmıştım. Kısa bir an için sadece sessizlikte içimi dinlemiştim. Ufaklığı koru. Kuzeye git. Ufaklığı koru. Kuzeye git. Ufaklığı koru. Kuzeye git. Tehlike vardı ama sorun yoktu. Tehlike her zaman olabilirdi ve tehdit bir nefes kadar yakında da hissedilebilirdi. Gözlerimi aniden açtım. Topuğumda ki nasırlar kaşınmıştı. Tahtaya topuğumu sürterken, başımı suyun içine gömdüm. Uzun saçlarımı iyice kir, toz ve yağdan arındırdığıma emin olduktan sonra kafamı yüzeye çıkardım. Boynuzlarım sızlıyordu. Bu baş ağrısı demekti. Onları ovaladım. Bedenimin geri kalanını da güzelce temizledim. Temizlenmek birazcık beni rahata erdirmişti. İçliğimi yeniden giydikten sonra yan oda da ki ufaklığın yanına geri döndüm. Yatakta uzanıyor ve tavanı grimsi mavi gözleriyle izliyordu. Dilimi şaklatınca bana ürkek gözlerle baktı. Ellerimi belimde birleştirdim. “Burada temizlenmesi gereken biri daha var.” dedim sırıtarak. Sonrası tamamen hayati bir mücadeleydi. Tüm çabasıyla elimden kurtulmak için tepinip durmuştu ama fıçıya bedenini sokmayı başarmıştım. Sabunla saçını yıkarken bile çırpınıp ve sızlanıp duruyordu. Her yer köpük içinde ama eğlenceliydi. İlk kez bana kızgınlıkla bakmıştı ancak bu haliyle bile amma da sevimliydi. Kurtulma çabalarına rağmen bedeni kirden arınmalıydı. Yıkanmak o kadar da kötü değildi. Omuzlarından tutarak onu birkaç kez suya batırıp çıkardım. Gümüşi saçlarında ki köpükler gitmişti. Saçlarını geriye yatırdıktan sonra alnına bir fiske atmıştım. Çırpınırken üzerimi su sıçratmış ve etrafı ıslatmıştı. Onu kurulamak için küçük bedenini eski bir çarşafa sarıp, kucaklamak istediğimde yerden kıyafetlerini alarak kaçıverdi. Arkasından bakarken iç çektim. Ben etrafı toplayıp, yerleri kurularken ufaklık çoktan keten pantolonunu ve gömleğini giymişti. Yatağına yatmıştı. Sırtı bana dönüktü. Üzerine örtüyü çekip yatağın ucuna oturdum. “Biliyorum benden iyi bir bakıcı olmaz. Ama ufaklık beyaz kıçını biri temizlemeliydi.” dedim alaycı bir ses tonuyla. Amacım onu rencide etmek değildi ama bana daha da küsmüş ve örtüyü başına kadar çekmişti. “Şey sen bir çocuksun... Bazı şeyleri yetişkinler yapmalı.” Aferin Aris! “Özür dilerim.” Elimi saçlarımın arasından geçirdim. “Küs müyüz?” Sessizlik. “Bana adını ne zaman bahşedeceksin?” Kollarımı iki yana açarak kemiklerimi kütlettim. “Benim adım Aris. Güzel bir isim mi bilmem ama İmparatorluk sınırları içerisinde sadece ben de var.” Kıpırdandı. “İsmimin hikayesini duymak ister misin?” Göz ucuyla ona baktım. “İstiyorsan başını örtünün altından çıkar.” Bekledim. Başını örtünün altından çıkarıp, bana meraklı gözlerle baktı. Doğruldum. “İsmimin kökeni eski çok ama çok eski Antik Yunan olarak bilinen bir medeniyete dayanıyor.” İlgisini çekmiştim. Yana devrilip oturdu. “Ares yani benim adımın dişi versiyonu ile Aris savaş tanrısının adıdır. Üstelik cesareti ile bilinirdi ve savaşa tutkundu.” İrice açılmış gözlerle beni izliyordu. Ellerimi havaya kaldırarak, “Savaş tutkunu değilim elbette.” diye hemen savunmaya geçtim. Bu halim onu güldürdü ve bende güldüm. “Savaş tutkunu değilim ama savaşmayı severim ufaklık. Senin gibileri korumak için; çocukları. Sanırım beni anlamıyorsun...” Başını son dediğime karşın olumsuzca anlattıklarıma karşın olumluca salladı. “Anlamana sevindim.” diye mırıldandım. “Peki, bana ismini söyleyecek misin ufaklık?” Sevimli sesi kulaklarımda çınladı. “İmmanuel Jesus.” “Tanıştığımıza memnun oldum İmmanuel Jesus.” Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu ama gülümseyebilmiştim. Konuşması imkansız bir olasılık gibi gelmişti. “İsmin çok şiirsel ufaklık.” “Ben de Mars.” Yabancı erkek sesi beni zıpkın gibi havaya kaldırmıştı. Odanın karanlık kuytu bir köşesinde, sırtı duvara yaslı adamı gördüğümde bakışlarımı kıstım. Onun varlığını nasıl hissetmezdim? Tehlike çanlarım çalarken, beklemeden atağa geçmiştim. “Sizi öldürme niyetinde değilim...” Cümlesini bitiremeden tek elimle boynundan tutarak onu sırtı duvara yapışık bir şekilde hiç zorlanmadan bedenini havaya kaldırdım. Kuş tüyü gibiydi benim için. Zorla yutkunurken gözlerimin içine korkusuzca bakıyordu. Köylüler onu öldürmeyi becerememişti ama ben kanatlarından geri kalan bedenini seve seve paramparça edebilirdim. “Amma da dost canlısısın...” Elimi biraz daha sıktım. Boğazında ki acıyla birlikte kaşları çatıldı. Yüzüne yaklaştım. Taze yaralarından akan kan duvara sıvanmış ahşap döşemeleri kirletiyordu. Sarı saçları ter içindeydi, amber gözlerinde acı vardı ama korku yoktu. “Sevimli, minik boynuzlar. Şirinmiş.” “Ölmek için amma da heveslisin iblis. Görünüyor ki köylüler becerememiş.” Tırnaklarımı etine geçirdim. “Ne olduğun belli ama amacın ne?” “Eğer beni boğazlamayı bırakırsan güzel bir sohbet, neden olmasın?” Boğazında ki elimi gevşettim ve ayak uçları yere dokunabilecek kadar onu yere indirdim. Tavrım hala merhametten yoksundu. Odaya nasıl girdiğini bile bilmiyordum. Varlığını illa hissetmem gerekirdi. Gizlice sinsi bir yılan içeriye sızmıştı. Bakışlarını kaçırdı. Öyle olduğunu sansam da bakışlarını arkamda ki farklı bir yöne çevirmişti. İmmanuel Jesus’a. Boğazını aniden bırakarak eski yerine düşmesini sağladım. İnledi ama sesini çıkarmadı. Ellerimi dizlerime koyarak eğildim. Yemin ederim ki onu öldürmek için hiçbir delici, parlayıcı ve kesici silaha ihtiyacım yoktu. Çıplak et ve kemikten ibaret ellerim yeterdi. Kaşlarımı çattım. “İçeri nasıl girdin?” “Kim olduğumu merak etmiyor musun? Ne olduğumu bilmek istemiyor musun?” “İlgimi çekmiyor. Ne olduğunu görebiliyorum. İmparatorluğu düşüren cehennem iblislerinden birisin. Şansa bak ki yaşıyorsun ama ömrün pek uzun olmayacak.” Çenesini yükseltip gözlerimin içine doğrudan tehditkar bir bakışla bakma cesaretini gösterdi. Güzel. Öldürmesi daha zevkli olurdu. “Benim bölgemde olduğunu var say. Neden bölgemdesin iblis?” “Yardım etmek istiyorum diyelim...” Uygun kelimeyi ararcasına durdu. “İhtiyacın varmış gibi görünüyor.” Fısıldadım. “Akıl oyunlarını kendine sakla. Soruma cevap ver.” “Cidden. Öldürmek istesem zaten öldürürdüm. Hem de çocuk ve senin dışında ki herkesi de.” Kuru kuru öksürdü ve ağzından kan döküldü. “Ama yapmadım.” “Yapamazdın zaten.” Dehşete kapılmış bizi izleyen ufaklığın soluyuşlarını duyuyordum sakin olmalıydım. Derin bir nefes aldım. “Beni öldürmeye gücün yetmezdi.” Güldü. “Beni fark etmedin bile Aris.” Kıkırdamasını duydum. “Beni bu haldeyken bile güldürebiliyorsun prenses.” Elimle ağzını sertçe kapatarak başını duvara yasladım. “Çenenin yerinde kalmasını istiyorsan kapat onu. Nasıl numaraların olduğunu şu anlık bilmiyorum ama öğrenmem uzun sürmez iblis!” Gözlerini devirdi. “İblis değilim.” Ağzını kapattığım için sesi boğuk çıkıyordu. “Senin aksine ben bir meleğim. Tehlikeli de değilim.” Elimi ağzından çektim. Konuştukça dudakları tenimi gıdıklıyordu. “Melekmiş.” Doğrulduğumda ona tepeden küçümseyici bir bakış attım. İblis değildi demek tehlike arz etmediği anlamına gelmiyordu. Prenses demiş olması canımı sıkan asıl noktaydı. Gerçek kimliğimi bilmesine imkanı yoktu. Elimin arkasını ve önünü içliğime sürttüm. İmmanuel Jesus’a baktığımda oturduğu yerden sessizce bizi izliyordu. Korkudan çok yüzünde şaşkınlık vardı. O yanımdayken bu meleği halledemezdim. Beni süzen amber renkli gözlerle yeniden kesiştim. “Ee?” diye mırıldandım. “Melek olman seni öldürmemem için yeterli bir sebep mi? Bölgemdesin. Benim mıntıkamda.” Eğilerek yüzüne yakınlaştım ve onun duyacağı bir tonda konuştum. “Üstelik kim olduğumu da bilirken, seni öldürmem için bana bir sebep verdin.” “Ölürsem...” Sesi bitik geliyordu ve gözleri baygın bakıyordu. “Sorularının cevabını alamazsın... Ve senden daha fazlasını bildiğime eminim.” Sersem bir şekilde gülümsedi. “Senin aksine bir iblis değilim melez ve ben...” Başı boşluğa düştü. Omzuna dokunarak onu sarstım. Ancak kıpırdamadı. Hala nefes alıyordu. Kanatları koparıldığı için yaralarından kan akıyordu. Çenesinin altından tutarak, yüzünü kendime çevirdim. “Bana yardım ettin. Ona da yardım et Aris lütfen.” Jesus ilk kez benden bir şey istemişti. İlk isteğinin bu olması çok can sıkıcıydı. Ufaklığa bir bakış atarak iç çektim ve meleğin kolunun altından tuttum onu yerden kaldırarak diğer yatağa yüz üstü bıraktım. Ellerim belimde ölmesini mi engellesem yoksa ölmesini mi beklesem kararsızdım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD