Melek bizimle geliyordu.
Onu öldürmeyeceğim kesinleşmişti. Hanın ahırından atları çalarken Jesus gözcülük yapıyordu. Biri gelirse ıslık çalacaktı. Melek bileklerine taktığım kelepçelere hala ilk anki şaşkınlığı ile bakıyordu. Birkaç kez şangırdattığı zincirler sinirimi bozsa da sesimi çıkarmamıştım. İlk at kişnese de eyerinden çektiğim anda ardımdan gelmeye meyilli olacak kadar itaatkardı. Diğer atı da seçerken özenli davrandım. Bakımlı ve nalları sağlam uzun yolculuğumuza dayanabilecek atlar seçmeye özen gösterdim. İkinci at olarak siyah olanı seçtim. İkincisi kirli beyazdı. İki atın dizginlerini çekerek ahırın kapısına geldim. Jesus öne eğilmiş, sövenin bitişiğinden aydınlanan avluyu gözetliyordu. Dizginleri bıraktım.
Ufaklığı kucakladım, onu hazırlıksız yakaladığım için ilk başta şikayet etse de sonra seçtiği beyaz atın eyerine oturdu. Siyah atın dizgini meleğe uzattım. Kelepçeleri göstermek için havaya kaldırarak kaşlarını çattı. Dizgini gözüne sokacak kadar yüzüne yaklaştırdım. Göz devirerek dizgini elimden haşinle aldı. Parmağımı boğazımdan üzerinden bir bıçak gibi geçirip ona göz dağı verdim ardından zıplayarak Jesus’ın arkasına yerleştim. Melek de pelerinli cübbesinin başlığını kafasına geçirip, cübbesinin içine gizlendi. Kendim pelerinli cübbem dahil diğer cübbeyi ve kelepçeleri karşı odam da kalan eski bir parça krallık muhafızından ve karısından çalmıştım.
Çaldıklarım karşılığında atların sahiplerine büyük inci küpelerimi ve muhafıza da son yakut yüzüğümü bıraktım. Bunlar zararlarını fazla fazla karşılardı. Kendim cübbemin başlığını hanın avlusundan çıkarken, başıma geçirdim. Şafak vaktini biraz geçirmiştik. Atlar kat ettiğimiz yolu kısaltacak ve zamandan tasarruf etmemi sağlayacaktı. Jesus atın yelelerini okşadı. Bu beni bugün gülümseten ilk ve son şey olacaktı. Kasabanın üzerine yağan külleri gördüğümüz de hepimizin ağzı bir karış açık kalmıştı. Kasaba sakinlerinin ellerinden kaçmış iblis sandıkları yaratığın akıllarına geleceklerini sanmazdım. Mars ile aynı anda birbirimize baktık. Pelerinin içinde sarı gözleriyle bana bakıyordu. Yüzüne ağzını ve burnunu kapatan bir boyunluk sarmıştı. Sadece gözleri görünüyordu.
Başımla ileriyi işaret ettim. Başını ağır ağır salladı. Jesus ellerini havaya kaldırmış, avuçlarına küller düşmüştü. Sonra ellerini silkeledi. At da huysuzlanmaya başlamıştı. Dizginleri sıkarak atı yeniden yola getirdim ve topuklarımı dürttüm. Kasabanın kuzeyine doğru önümüzde uzanan kuru ve dikenli dallardan ibaret ormanın içine daldık. Kül yağmuru hiç dinmedi. Ormandan birkaç saat de çıktık, ot bitmeyen tepelerden oluşan çayırlıklar yolumuzun devamını oluşturuyordu. Kimseden ses çıkmamıştı. Bu benim kuralımdı. Sessiz olmalarını istemiştim. Planlarımı yaparken ve yolumuzun haritasını zihnimde çizerken sessizlik en büyük yardımcıydı. İmparatoriçe ile yapacağım konuşmanın provasını bile yapmıştım. Jesus eliyle ileriyi ettiğinde işaret ettiği yere çevirdim gözlerimi.
Eski bir yıkıntıydı. Çayırlığın en uç noktasında tepelerin sona erdiği, fazla uzakta olmayan dağın eteklerinin başladığı sınıra inşa edilmişti. Kalenin çatlak ve çökmüş surlarında ki sancak da İmparatorluğun bayrağı esen güçsüz rüzgarla sallanıyordu. Siyah ipek nakışın üzerine, mavi sarı kırmızı ve beyaz iplerle işlenmiş sembollere dikkatle baktım. İki beyaz kanat ortasında duran som renkli taç, hemen altında çaprazlama duran kılıçlar ve etraflarında tam tur dönen taşlar ve onların çevirdiği tacın tepesinde altı köşeli yedi yıldız duruyordu. Eskiden olsa etkileyici görünebilirdi. Şimdiyse düşen imparatorluğun küllerinden kalan topraklarda umutsuzca dalgalanıyordu.