⚔ ARİS ⚔ DÜŞEN İMPARATORLUĞUN KÜLLERİNDEN KALAN

1104 Words
DÜŞEN İMPARATORLUĞUN KÜLLERİNDEN KALAN “İnsanın hüsranı, başına gelenlerden değil başına gelenleri yorumlayışından kaynaklanır.” -EPİKTETOS ARİS Savaşmayı bırakırsam yenilirdim. İnsanlar eski dünyadan bahsederdi; eski güzel dünyadan. Sivri kulaklarım eski güzel dünya tasvirlerine dayalı bir çok efsane duymuştu. Adı üzeri bir efsaneden ibaretti. Gerçek dünyadan çok uzakta hayali cennet betimlemeleri dökülürdü mırıltılı seslerden. Dinlemek istemesem bile bazen kulaklarımı kabartır merak uyandırıcı hikayeleri dinlerdim. İmparatoriçe ölmeden ve İmparatorluk düşmeden önce yedi yüz yıl boyunca barış içinde süre gelen yedi hükümdarlık dönemi yaşanmıştı. Hastalıklar yayılmamıştı. Kıtlık olmamıştı. Savaşlar hiç yaşanmamıştı. Böyle bir dünya mümkün müydü gerçekten? Doğduğum – İmparatorluğun düştüğü - günden itibaren güzel günler geri de kalmamıştı. Çünkü güzel günler hiç yaşanmamıştı. Özleyebileceğim güzel anılara sahip değildim. Bu benim için iyi bir şeydi. Gördüğüm ve tanıştığım yeni yüzlerde somutlaşan geçmişten gelen bir yazgının yası, sayısızca göze yansımıştı. Öyle bakışlara sahip olma düşüncesi midem de kasılmalara neden oluyordu. Kıyamet günün de doğmak, savaş meydanın da büyümek kötü bir hayat başlangıcı ve devamı gibi görünse de benim için normaldi. Diğer türlüsünü düşünemezdim. Çevremden geçen yerel halktan çoğu en az yirmi yıl öncesinde de yaşamıştı. Yirmi yıl öncesin de İmparatoriçe’nin yönettiği döneme aşinaydı. Yani barış dönemine. Bense savaşı bilirdim. Savaşı, savaşmayı ve savaş meydanını. Uğruna savaşılabilecek bir şeylerin hala olduğuna inanıyordum. Örneğin; çocuklar. Yerel halktan bir kalabalık, kasabadan geçen tüm toprak yolların kesiştiği meydanda toplanmaya başlamıştı. İlgi çekici bir şey yaşanmış ya da yakında yaşanacakmış gibi görünüyordu. Ve herkes ön taraftan izlemek için can atıyor gibiydi. Dikkatim bir anlığına dağılmıştı. Arkadan omzuma bir darbe alınca sendeledim. Neredeyse su dolu bir yarığa düşecektim. Ellerimi arkama atarak sırtımda taşıdığım çocuğun güçsüz bacaklarını tuttum ve yeniden belime sarmasına yardımcı oldum. Kollarını boynuma daha sıkı doladı. Bedeninin tamamı pelerinimin altındaydı. Başlığımı kafasına geçirmesini söylemiştim. Ufaklık ikiletmeden beni dinlemişti. İş birlikçi olmasını seviyordum, sessiz olmasını da. Üç haftadır yolculuğum da bana yoldaşlık eden en iyi yoldaşımdı. Zaten şu ana kadar bir tane olmuştu. “Ölmek istemezsiniz.” diye mırıldanışımı duydular. “Ufaklığın canını yakıyordunuz.” Yüzlerin de beliren öfkeli ifade ve gözlerinde ki kibirli bakış anında kızıllaşan gözlerimi gördüklerin de korkuyla gölgelenmişti. Korku ifadesini görünce içten içe gülümsedim. Ufaklık saçımdan çekiştirip, geri durmam konusunda beni uyarır gibi davranmıştı. Yeni yetme büyük ihtimalle dövüşte başlangıç seviyesin de bile olmayan bu gençlerle dövüşecek değildim. Kavgaya meyilli halleri bile tuzla buz olmuştu. Duruşlarını dikleştirdikten sonra bana göz dağı veren bakışlarla baktılar, sonra da en önde dikilen iki yeni yetmeyi arkalarında saklanan pısırık arkadaşları hayvan kürkü yeleklerinden çekiştirerek, yürümelerini sağladı ve kalabalıkta kayboldular. Sıkkın bir nefes verdim. Kumaşı kırışan pelerinimi silkeleyerek adımlarımı eskisinden daha ezici bir kuvvetle hızlandırdım. Kalabalığın arasında oluşan boşluklardan kıvrak hareketlerle herkesin epey bir önüne geçmiştim. Bu kasabaya geleli sadece yarım gün olmuştu. Gece boyunca yürümüş ve sabaha karşı bu yerleşkeye gelmiştik. Kerpiç evlerin bolca olduğu, toprak yollarını adım adım gezindiğim bu kasabada bir gece kalmak için bir han arıyordum. Hiç durmadan, hiç yemek yemeden ve su içmeden üç hafta boyunca kısa süreli yemek ve tuvalet molaları dışında her zaman yürümüştüm. Bu kadarını yapabilecek fiziki güce ve dinamikliğe sahiptim. Kalabalığın azaldığı meydanın güney yoluna giden tarafından yürürken, geniş bir sokak başında tezgahların kurulduğu pazarı gördüm. Bu beklenmedikti. Güçlü koku duygum aşırı derece de hassaslaşmıştı. İçinde asidi dışında hiçbir şey olmayan midem kazınıyordu. Ama açlığımı bana hatırlatan kesinlikle bu insan yiyecekleri değildi. Ufaklığın yediği tek şeyse dün akşam ve önce ki günler olduğu gibi kurutulmuş etti. Onu daha iyi beslemeliydim. Başını kaldırıp meydanın ortasına bakındı. “Hadi gidip merakımızı giderelim.” dedim. Ufaklık benimle hiç konuşmamıştı. Onu konuş diye zorlamıyordum. İstediği zaman sesini çıkarabilir ve bana ismini bahşedebilirdi. Huzursuz homurtu ve korkulu mırıltıların geldiği yere geldiğimiz de iki adamın arasından sıyırılıp ileri atılmıştım. “İmparatoriçe’nin ruhu sen bizi koru.” “O lanet olası yaratıklar her yerde! Lanet olsun… İmparatoriçe eğer burada olsaydı, onlar burada olmazdı.” “Tanrım sen bize İmparatoriçe’yi kurtarıcı olarak yeniden bahşet. Sevgili azizem bu kirlenmiş toprakları arındırmalı.” Ölümünden sonra bile unutulmamış olması hatta hala seviliyor ve anılıyor olması inanılmazdı. Gücü, yedi yüz yıl boyunca İmparatorluğu’nun topraklarını yönettiği her bir bireyin ruhuna unutulmaz bir maneviyat hissiyatıyla bağlıydı. Homurdandım. Bir kurtarıcı beklemek ne kadar mantıklıydı? Hele ki İmparatorluk böylesine hezimet verici bir yenilgi ile sarsılmışken; istedikleri kadar dua edebilirlerdi ama duaları karşılık bulamayacaktı. Ufaklık başını omzumun üzerinden uzattığında bende gözlerimi meydanın ortasına diktim. Dizlerinin üzerine zorla çöktürülmüştü. Ellerine prangalar geçiriliyordu. Kanatları öncesinde zaten kırılmıştı. Toprağın üzerine cansızca serilmiş tüy yığınları, birkaç adamın kalın tabanlı, postalları altında eziliyordu. Cehennem İblisleri; onlar görüp görebileceğiniz en tehlikeli ve ölümcül yaratıklar olarak bilinirlerdi. Yakalanmasını bırak, böyle evcilleştirilmeleri bile imkansızdı. Nefretle dişlerimi sıktım. O yaratıklardan az öldürmemiştim. İnsani görünümlerinin altına saklanırlardı. Bunun da diğerlerinden farkı yoktu. O da bizi fark edene kadar bu düşüncem de emindim. Ancak ellerini yumruk yaparak, gözlerini bileklerine geçirilmiş prangalardan doğrudan benim gözlerime dikmişti. Dizlerinin üzerinde olsa da dik duruşunu bozmadı. Bakışlarım çatılan kaşlarımın altında gölgelenmişti. Keskin bakışlarıyla yıllardır eski İmparatorluğun topraklarında süre gelen tehdit hissini onun bal renkli kehribar gözlerin de hissetmiştim. İç güdülerim tehlike çanlarını çınlatmaya başlamıştı. Bakışlarını perdeleyen gür kirpikleri canlılık hissiyle kıpırdanırken, bir sırıtışla aydınlanan yüzü beni dumura uğrattı. Beyaz teniyle uyumlu güneş kadar saf bir renkle harmanlanmış saçları dağınık ve karman çormandı. Bunlara tezatlık oluşturan siyah kanatları çıplak sırtından ayakların altına dökülüyordu. Adamın biri yaratığın arkasına, elinde tuttuğu her halinden belli kaynatılmış bir demir parçasıyla geçmişti. Buharı madenin üzerinde tütüyordu. Sıcak demiri yaratığın kanatlarının fışkırdığı kök bitimine bastırdı. Her şey o anda feci bir hal aldı. Yaratığın yüzünde ki sırıtış korkunç kulak zarlarını patlatacak türden bir bağırışla gölgelendi. Öyle acı dolu bir bağırışa rağmen kılım bile ürkmemişti. Benim aksime kalabalık derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ufaklık bile kulaklarını, elleriyle kapatmış ve pelerinin içine gizlenmişti. Yaratık acılı haykırışından sonra alnını yere yaslayarak sessizce sanki acısı dinecekmiş gibi soluklanmaya başlamıştı. “Bu ve bunlar gibi olan yaratıkların hak ettiği bu! Onlar ölmeli! Yok edilmeli! İmparatorluğumuzun intikamı ancak böyle alınabilir ve İmparatoriçe’nin ruhu ancak böyle huzur bulabilir.” Bu kasaba da bir gün kalmayı planlıyordum ama yaratık kendine geldiğin de muhtemelen bir katliam yapacaktı. O yüzden karnımızı doyurup, biraz dinlendikten sonra geceleyin yeniden yola çıkacaktım. Gördüğüm pazara gitmeye karar verdim. Arkamızda kalabalığı ve kanatları kesilen yaratığı bıraktım. Karnımı doyurduğumda saksımı daha iyi çalıştırabilecektim. Elmaların yığılı olduğu bir tezgahın önünde durunca burnuma çürümüş nektar kokusu geldi. Meyvelerin hiçbiri taze değildi. Satıcı kadın dik dik tezgahına baktığım için rahatsız olmuş gibi omuz silkti. Sanırım rahatsız olmakta haksız değildi. Çünkü eski rengine dönen mavi gözlerimin nasıl baktığını bilirdim. Hiç göz kırpma ihtiyacı hissetmezdim. Bu karşı tarafı rahatsız ederdi. Parmağımdan yakut bir yüzüğü çıkararak tezgaha fırlattım. “Tazelerinden ver. Beni dolandırmaya çalışırsan tezgahın ile vedalaşabilirsin.” Yüzüğü alarak eliyle tarttı ve havaya kaldırıp parlaklığını ölçtü. “Beş tane elma eder.” “Tazelerinden olsun.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD