"Büyü."
?
13 Nisan, 2000 / Muğla
...Yağmur şiddetle yağıyor, şimşekler karanlık geceyi bir anlık aydınlatıyor, ancak yeniden karanlığa gömüyordu. Genç kadın annesinin koluna girmiş, çamurla kaplı yolda yürüyebilmesi için ona yardım ediyordu. Kıyafetleri sırılsıklamdı, muhtemelen bu gecenin sabahı nezle olacaklarını da biliyorlardı.
Annesi, işaret parmağıyla tepedeki evi işaret etti. “İşte orası.” Genç kadın annesinin gösterdiği yöne baktı, içindeki inançsızlıkla boğuşuyor olsa da, annesinin ısrarlarına dayanamamıştı. Eliyle
yüzündeki ıslaklığı sildi, sağanak yağmur nefes aldırtmıyordu.
Hiçbir zaman karanlıktan korkan bir kadın olmamıştı, ancak bu gece tam da burada olmak onun için ürkütücüydü. “Ne işim var benim burada?” diye soruyordu kendine, ancak bunu daha önce annesine defalarca söylediği için, artık dile getirmiyordu.
Her an parçalanıp da yarı yolda bırakacakmış gibi duran tahta basamakları çıkarken, yükselen gıcırtılı sesler genç kadının tenini ürpertiyordu. Annesi ise onun aksine hiç korkmuyor gibiydi. Bir taraf inançlı ama yanlış yapan, diğer taraf ise inançsız olup doğruyu yapandı.
Ancak bu gece bir yanlış, bir doğruyu götürecekti.
Sonunda çatının altına ulaşıp, derin bir nefes alabilmişlerdi. Genç kadın annesine bakınca, annesinin bakışlarıyla verdiği işarete uyarak kapıya doğru döndü. Yumruk yaptığı eliyle kapıyı üç kere tıklattı ve gergin bekleyiş başladı.
İçeriden, basamaklardan çıkan o gıcırtılı seslerin aynısı duyulmaya başladı. Az sonra kapı açıldı ve ev sahibi onları içeriye buyur etti. Büründükleri ıslak şalları omuzlarına doğru indirerek içeriye geçip, iki odalı bu evin doğrudan girilen salonuna göz gezdirerek oturacak bir yer aradılar. Etraf o kadar pis görünüyordu ki, genç kadın böylesi bir yere oturmak istemiyordu. Kendisi bir temizlik hastası olarak az sonra durdurulamaz bir hapşırık krizine gireceğini düşünüyordu. Tozla kaplı eşyalar, tavandan sarkan örümcek ağları ve raflardaki otlarla dolu kavanozlar, kadının hemen dikkatini çekmişti. En sonunda annesinin zoruyla kare desenli, eskimiş kanepeye yerleşip dik bir şekilde oturdu.
Gözleri kapıyı açan kadını aradı. Annesi onu çok methetmişti. Genç kadın ise ona burun kıvırarak bakıyordu. Koskoca yolu - Marmaris'ten Muğla'ya- sırf bu kadının şarlatanlıklarını izlemek, bir de üzerine altın vermek için geldiğini düşününce sıkıntıyla soluyordu.
Büyücü kadın geçip karşıdaki kanepeye oturdu. Siyah, uzun bir elbisenin üzerine, yün bir hırka giyinmişti. Yanık izleriyle dolu kaba elleriyle başına attığı siyah yazmasının uçlarını aldı ve ensesi- ne götürüp çaprazlayarak, omuzlarından aşağıya bıraktı. Griye çalan mavi gözlerini olabildiğince büyük açıyor ve gözlerini kırpmadan bakıyordu.
“Çocuk için mi?” diye sordu.
Genç kadın garipseyerek annesine döndü ve “Haber vermiş miydin?” diye sordu. Annesi başını onaylamazca salladı. Tahmin etmiştir belki diye düşünerek yine umursamadı. Tekrar büyücü kadına baktı. “Evet.” dedi. “Yapabilir misiniz? Gerçi ben pek...”
Büyücü kadın bir anda sol elini havaya kaldırınca, genç kadının sözleri yarım kaldı. “Olacak.” dedi fısıldar gibi. Böylesi emin konuşması ne kadar doğruydu?
Her ne kadar inanmasa da, inanıyormuş gibi yapıyordu kadın. Altı senedir evli olmasına rağmen çocuğu olmuyordu. Ne kocasında, ne de kendisinde bir sorun olduğuna inanmak istemiyordu. Bir müddet sonra istemekten vazgeçmişti ve tam o anda, annesi bir fikirle çıka geldi. Neymiş, bir büyü sonucunda hamile kalabilirmiş. Ne kadar da saçma bir fikirdi bu. Allah'ın vermediği bir bebeği, onun yarattıklarından dilenecek kadar aptal mıydı?
İnanmıyordu, olacağı varsa zaten olurdu. Olmayacak duaya amin diyecek biri de olmamıştı şimdiye kadar. Ancak annesine ispat etmek istiyordu, sırf bu fikri yüzlerce defa zikretmesin diye buraya kadar gelmişti. İşin acınası tarafı, kadının kocası da bir umut besleyerek yollamıştı onu. Ellerini tutup, “Git, belki de olur.” demişti.
El birliğiyle kalbine umut tohumlarını yerleştirildi ve yalan bir ihtimalle, yanlış bir yere gönderildi.
Büyücü kadın hazırlığını yaparken, genç kadın annesinin kulağına fısıldadı. “İnanamıyorum, böyle cahilce bir şey yaptığıma hakikaten inanamıyorum. Size uyanda kabahat.”
“Az sabret.” dedi annesi. “Yapmasaydık acaba diyecektik hep, gelmişiz buraya kadar. Ne yapalım yani, hiçbir şey yapmadan kalkıp geri mi dönelim?”
“Ben acaba filan demeyecektim anne, sen diyecektin, siz diyecektiniz, ben değil. Alışıyordum ne güzel, ne gerek vardı böyle şeylere? Olmayacağını hepimiz biliyoruz ama sen boşuna zorluyorsun.”
Genç kadın siteminde haklıydı, ne zaman konu açılsa kapatmaya çalışıyordu ama annesi hiç unutturmuyordu.
“Sus, kadın geliyor.” diyerek dirseğiyle kızını dürttüğünde, kadın önüne bakıp ifadesini düzeltti.
Büyücü kadın yere bir örtü serip, bir de küçük yastık koyduktan sonra genç kadına bakarak, “Gel, uzan şuraya.” dedi. Genç kadın annesine sitemkâr bir bakış attıktan sonra ayağa kalkıp, üzerindeki ceketi çıkardı ve kadının onun için hazırladığı yere uzanıp, ellerini karnının üzerinde birleştirdi. Kadın tekrar içeriye gitti ve döndüğünde, elinde bir sürü mum vardı. Mumları odanın her yerine dizdi, son bir taneyi de kadının başının yanına koydu. Annesini çağırdı, “Gel, yardım et.”
Annesi dizlerinin üzerine çökerek oturdu. Büyücü kadın ne diyorsa yapmaya başladı. “Karnını aç.” Kadın kızının bluzunu yukarıya doğru kıvırırken, büyücü kadın getirdiği ayna parçasını kadının karnının üzerine bıraktı. Dilinin ucunda kimsenin anlayamadığı kelimeler dönüyor, elleri şimşek gibi hızlı hareket ediyordu. Getir- diği kabı tutması için kadının annesine uzattı, kadın kabın içinde kan olduğunu gördüğünde elleri titremeye başladı. Büyücü kadın parmaklarını kabın içindeki kanla boyayıp, aynanın üzerine bir şeyler yazdı. Daha sonra ise yeniden parmaklarını ıslatıp, kadının karnına harfler ve semboller çizmeye başladı. Bu an gök gürledi, kapı ve pencereler rüzgârın etkisiyle, gürültüyle açıldı. Kadın bir anda öyle korktu ki, elindeki kan dolu kap kayıverdi ve tüm kan kızının karnına, büyücü kadının ellerine bulaştı.
“Ne yaptın sen?” diye bağırdı büyücü kadın. “Her şeyi batırdın, git şuradan!” diyerek kadını ittiğinde, kadın yana doğru düşüp, korkuyla sürünerek uzaklaştı.
“Defol! Çık git bu evden, geliyorlar!”
Genç kadının annesi korkudan çığlık çığlığa evden kaçarken, kızı doğrulmuş, endişeyle olanları izliyordu.
“Kalkma sen, uzan!” dedi büyücü kadın. Korkunç bakışları aksi bir cevabın sonucunun çok ağır olacağını anlatıyordu. Genç kadın dediğini yapıp soğukkanlı olmaya çalıştı ve tekrar uzandı. Büyücü kadın onun göbeğindeki aynayı aldı ve hızlıca ayağa kalkıp evden çıktı. Genç kadın bunu fark edip gözlerini açtığında, “Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı. Ancak her şey için çok geçti.
Büyücü kadın dış kapının önünde yere oturup sallanarak ağıtlar yakarken, genç kadın ayağa kalkıp bluzunu aşağıya çekti ve eğilip kanepenin üzerindeki ceketini alırken, “Saçmalık.” diye söylendi kendi kendine. “Kafayı yemiş bunlar, rüzgârdan bile korktular...” ama tam bu an arkadan bir ses duydu.
Doğrulup sertçe yutkundu. Arkasına bakmaya bile cesaret edemedi. Evden yükselen çığlıkları duyan büyücü kadın, onu affetmeleri için yalvarıyor, ağıt yakmaya devam ediyordu. Gözyaşları, o çığlıklara rağmen ileri geri sallanırken ki fısıltılarını gören deli derdi ama değildi.
Sesler kesilince ayağa kalkıp koşarak içeriye girdi. Genç kadın yerde kanlar içinde yatıyordu. Hemen yanına ulaşıp nabzını yokladı. Yaşıyordu. Dayanmıştı. Üzerindeki kıyafetleri değişip, temizledikten sonra yatırıp, üzerini örttü. Kendi odasına geçip aynanın önüne geldi ve aynanın üzerindeki örtüyü kaldırıp, kendisine baktı.
“Benim suçum değildi, biliyorsunuz. Beni cezalandırmayın, her şeyi doğru yaptım.”
Bundan biraz sonra genç kadının annesi geri döndü, ancak kadın yürüyemeyecek haldeydi. Ertesi sabahı beklediler. Damadını arayıp acil gelmesini söyledi. Öyle de oldu. Ertesi gün adam geldi ve kaynanası ile karısını alıp, Marmaris'e götürdü. Genç kadın üç gün boyunca ağrılarından, sancılarından şikâyet etti. Doktor da çağırıldı ama görünürde bir şeyi yoktu. Sadece yorgun, bitkindi ve doktor da dinlenmesini tavsiye etmişti.
Gözünü ne zaman açsa onu görüyor, ağlamaya başlıyordu. Sürekli uyuyordu kadın ve artık onların varlığına inanıyordu...