Gülseren Hanım eliyle onlara “hadi” der gibi işaret etti. Nazar ve Reyhan, konağın taş koridorlarından geçerek yukarı çıkmaya başladılar. Adımları ağırdı. Çünkü Nazar biliyordu: Şimdi gireceği oda, sadece bir odadan ibaret değildi. Orası, bir adamın hayatının, karakterinin ve tüm geçmişinin saklı olduğu yerdi.
Reyhan, taş koridorda ilerledi. Önde yürüyor, sessiz adımlarla Berzan’ın odasına doğru gidiyordu. Nazar arkasından geliyordu; kalbi sanki göğsünde değil, boğazında atıyordu. Koridorun sonundaki büyük, koyu ceviz ağacından yapılmış kapının önünde durdular. Reyhan kapıyı hafifçe itti. Kapı ağır ağır açıldı. İçeriden hafif serin ve ağır bir koku yayıldı. Derinlere işlemiş sabun, tütün ve eski deri kokusu… Ve bir de görünmeyen, ama odanın içine sinmiş ağır bir yalnızlık vardı.
Oda son derece düzenliydi. Neredeyse milimetrik bir titizlikle yerleştirilmiş eşyalar… Sol duvarda geniş bir ahşap yatak, koyu renkli çarşaflar. Karşısında ağır bir çalışma masası, üzerinde dosyalar muntazam dizilmiş. Camın kenarında eski bir deri koltuk ve yanına iliştirilmiş küçük bir masa. Pencereler kapalıydı; içerisi loştu, taş duvarlar ışığı yutmuş gibiydi.
Nazar içeri adım atınca, sanki üstüne görünmez bir ağırlık çöktü. Göğsü daraldı, nefesi kesildi bir an. Bu oda, sahibinin nasıl biri olduğunu anlatıyordu: Sert, disiplinli ve içine kapanık. Reyhan odayı işaret etti.
“Her şeyin yeri bellidir,” dedi kısaca.
“Masasına, dolabına, yatağına fazla dokunma. Sadece tozunu alırsın, kıyafetlerini ütülersin. Başka bir şeye el sürmeyeceksin.”
Nazar başını salladı, bakışlarını hızlıca gezdirdi. Her şey düzenliydi, ama soğuk. Sanki bu odaya kahkaha, sıcaklık, neşe hiç uğramamıştı. Reyhan pencereye yürüyüp perdenin ucunu hafifçe araladı. İçeri biraz gün ışığı doldu. Ama ışık bile odaya girerken çekiniyor gibiydi.
“Çamaşır sepeti doluysa boşaltır, hemen yıkar, kurutur, ütülersin. Ütülenecek gömlekleri özellikle kontrol et. Bir tanesinde kırışıklık olursa, çok fena sinirlenir,” dedi Reyhan.
Nazar ellerini önünde kenetledi.
“Anladım,” dedi kısık bir sesle.
Bir süre ikisi de sustu. Sadece odanın ağır havası konuşuyordu. Sonunda Reyhan döndü:
“Şimdi inelim. Öğle yemeği hazırlanacak.”
Nazar son bir kez odaya baktı. Bu oda… Onun için bir iş değil, aynı zamanda her gün yüzleşmesi gereken bir sınav olacaktı. Ve içinde bir his vardı: Sanki bu taş duvarların ardında, sadece işler değil, daha büyük şeyler de değişecekti.
Nazar, Reyhan’la birlikte ağır adımlarla koridora çıktı. Reyhan başını sallayarak ilerledi, odayı sessizce kapattılar. Aşağı doğru inerken, taş merdivenlerin serinliği Nazar’ın tenine işliyordu. Konağın büyük avlusu güneşle kavrulmuştu. Ama içeride, taş duvarların koruduğu mutfak hâlâ serindi. Kalın duvarlı mutfağın kapısına vardıklarında içeriden sesler geliyordu. Kadınlar tezgâhın etrafına toplanmış, öğle yemeği hazırlığına başlamıştı. Nazar, bir an kapının eşiğinde durdu. Sonra derin bir nefes alıp içeri adım attı.
Kadınlar başlarını çevirip ona baktılar. Kimi kısa bir bakışla yetindi, kimi baştan aşağı süzdü. Özellikle Meryem… O, hiç hoşnut olmayan gözlerle dikildiği yerden baktı. Nazar gözlerini kaçırmadı.
“Öğle yemeği hazırlığı yapılıyormuş,” dedi sessizce.
“Eğer izin verirseniz, yardım edeyim.”
Kadınlardan biri kaşlarını kaldırdı. Adı Emine’ydi; yaşça büyük, yıllardır konakta çalışanlardan.
“Senin işin mutfak değil kızım,” dedi hafifçe küçümseyen bir tonda.
“Sen Bey’in işlerine bakacaksın.”
Nazar:
“Biliyorum,” dedi.
“Ama boş durmak istemiyorum. Elimden ne gelirse, yardımcı olayım.”
Emine bir an sustu, gözleri Nazar’ın yüzünde gezindi. Sonra elinde tuttuğu soğanları gösterdi.
“Madem öyle, şunlar doğra.”
Nazar hemen tezgâha yaklaştı, önüne koyulan soğanları almaya başladı. İnce parmaklarıyla dikkatli dikkatli doğramaya koyuldu.
Meryem tezgâhın ucunda duruyor, sessizce olanları izliyordu. Yüzünde hafif bir küçümseme vardı. Başını çevirip, diğer hizmetlilere fısıltıyla bir şeyler söyledi. Göz ucuyla Nazar’a bakıp dudak büktü. Ama Nazar hiçbir şey duymamış gibi yaptı. Başını kaldırmadı. İşine odaklandı. Çünkü biliyordu: Bu konağın duvarları sadece taş değildi. Her biri bakış, fısıltı ve imtihanla örülüydü. Ve o, her şeyden önce sabredecekti.
Nazar işini yaparken tezgahın ucundaki kaseler aniden yere düşüp parçalandı. Herkes bir anda başını çevirdi.
Nazar şaşkınlıkla donup kaldı.
Tezgâha bile zor yetişen elleriyle yere eğilmeden önce Meryem sert bir sesle çıkıştı:
“Görüyor musunuz? Daha ilk günden işleri karıştırmaya başladı!”
Ortaya bir anda ağır bir sessizlik çöktü.
Nazar’ın yüzü kıpkırmızı kesildi.
Kalbi deli gibi atıyordu.
Sanki herkesin bakışı onu suçluyordu.
Tam o anda köşede yoğurt çırpan Emine Hanım elindeki kaşığı bıraktı, başını kaldırdı.
Sert ve yalanmışlık dolu sesiyle:
“İftira atma, Meryem,” dedi.
“Ben gözümle gördüm. Nazar’ın suçu yok. Kâseyi sen düşürdün.”
Mutfakta hava daha da ağırlaştı.
Meryem’in yüzü bir an bembeyaz oldu.
Sonra başını çevirip hışımla başka bir tarafa baktı.
Nazar yere eğildi, parça parça olmuş kâseyi toplamak istedi.
Ama Emine Hanım hemen yetişti.
“Bırak kızım,” dedi yumuşak ama otoriter bir sesle.
“Senin işin değil. Hadi elini yüzünü yıka, biraz soluklan.”
Nazar minnet dolu bir bakışla baktı yaşlı kadına.
İlk günden kimseye yaranamayacağını biliyordu.
Ama en azından bir kişi…
Bir kişi, onun haksız yere suçlanmasına izin vermemişti.
O an mutfağın loş ışığında, Nazar kendi kendine söz verdi:
Ne olursa olsun, sessizliğini koruyacak, dimdik ayakta kalacaktı.
Çünkü artık sadece kendi onuru için değil, İnci için de savaşmak zorundaydı.
Akşamüstü güneş yavaş yavaş taş duvarların ardına çekiliyordu.
Konağın arka tarafındaki küçük ahılda birkaç kuzu, iplerine bağlı hâlde otluyordu.
İnci, minicik adımlarıyla onların arasında koşturuyor, kâh gülüyor, kâh sevinçle bağırıyordu.
Nazar, biraz geride, taş duvara yaslanmış, sessizce kızını izliyordu.
Elleri önünde birleşmiş, yüzünde hem bir anne sıcaklığı hem de derin bir endişe vardı.
İnci’nin her adımı, her gülüşü, Nazar’ın içinde bir umut kıvılcımı yakıyordu.
Korkuların, kaygıların arasında…
Işık gibi bir şey…
Başını hafif kaldırınca, konağın yukarısındaki pencereye ilişti bakışları.
Ama kimseyi görmedi.
Oysa…
Berzan, odasında ayakta durmuş, pencerenin hemen önünde sessizce onlara bakıyordu.
Ellerini cebine sokmuş, kaşları çatılmıştı.
O her zamanki sert ifadesiyle izliyordu ama gözlerinin derininde, sessiz bir dalgalanma vardı.
Küçük bir kız…
Taş duvarların arasında oyun oynuyordu, sanki dünyanın en büyük derdi bir kuzunun peşinden koşmakmış gibi.
Ve bir kadın…
Duruşuyla, bakışıyla…
Hayatın her şamarına rağmen yere diz çökmemiş bir kadın.
Berzan başını hafifçe yana çevirdi, gözlerini kıstı.
İçinden geçen duyguları kendine bile itiraf edemiyordu.
Bu taş duvarlı konakta yıllardır eksik olan bir şey vardı.