Berfu'yu almaya geldim!

2237 Words
BERFU Yüzüme vuran sabah güneşiyle göz kapaklarım istemsizce aralandı. Dün konakta yapılan yoğun temizlik sonrası, yorgunluk hâlâ kemiklerime işlemişti. Burnuma dolan taze ekmek, peynir ve demli çayın kokusu... Kahvaltı hazırdı, belliydi. O koku, çocukluğumdan beri hep içimde güven duygusunu uyandırırdı. Tam o sırada kapı nazikçe tıklatıldı. “Berfu Hanım, dedeniz ve babaanneniz sizi bekliyor.” dedi yumuşak bir ses. Gülümsedim. “Geliyorum!” diye seslendim, uykunun rehavetini üzerimden atmaya çalışarak. Derin bir esneme eşliğinde, sıcak yatağımdan tembelce doğruldum. Önce odamın dağınık köşelerini toparladım. Ardından, üzerimde hâlâ duran pijamalarla lavaboya yöneldim Ne de olsa... Dedem ve babaannem, dar kalıplara sığan insanlar değildi. Onlar da zaman zaman pijamalarıyla salonun ortasında oturur, bir bardak çayın eşliğinde saatlerce suskun suskun otururlardı. Bu evde kurallar, sevgiden daha büyük değildi. Tüylü terliklerimi ayağıma geçirip, konağın gıcırdayan ahşap merdivenlerinden usulca inmeye başladım. Parmaklarım, yıllardır nice hikâyeye tanıklık etmiş o koyu renkli trabzanlarda gezinirken, dudaklarıma yerleşen sıcak tebessüm, içimdeki huzurun aynasıydı. Son basamağı neşeyle indim, başımı hafifçe uzatarak salonun içine göz attım. “Günaydınnn!” dedim cıvıl cıvıl bir sesle. Gözler hemen üzerime çevrildi. “Günaydın keça min, gel hele.” dedi babaannem, yüzündeki sevgi dolu ifadeyle. Dedemse baş köşede, her zamanki gibi gazetesine gömülmüştü. Sert ama alışılmış sesiyle konuştu: “Senin için pankek yaptırdım, Berfu.” Sesi ne kadar otoriter çıkarsa çıksın, içimdeki çocuk gülüverdi. Hâlâ beni küçük bir kız sanmaları… sanırım en sevdiğim şeydi. “Teşekkür ederim, dedeciğim. Çok düşüncelisin.” dedim, minnetle gülümseyerek. Dedem gazeteyi dikkatlice katlayıp masaya bıraktı, gözlüklerini çıkardı. “Afiyet olsun.” dedi kısaca ama bir o kadar içten. Bu iki kelimeyle, sanki sofradaki her şey daha lezzetli hale geldi. Karnım bugün her zamankinden daha aç gibiydi. Belki de huzurun iştah açıcı bir etkisi vardı. Masanın donatılmış hali göz alıcıydı; iştah kabartan menemen, tuzlu peynirler, zeytinler, taze ekmekler… Ve elbette, dedemin özel olarak yaptırdığı pankekler. Onları unutmadım. Tabii ki tabağımda en baş köşeye yerleştirdim. Kahvaltı soframızda sessizlik hakimdi, sadece çatal-bıçak sesleri ve arada bir ekmek hışırtısı eşlik ediyordu. Birden babaannem söze girdi: “Bugün halı yıkayacağız, Berfu.” Dudaklarımı büzdüm, iç geçirdim. “Babaanne… Hizmetçiler ne güne duruyor?” dedim, hafif bir isyanla. Omuzlarını umursamazca silkti. “Ben, seninle birlikte yapmak istiyorum keça min!” dedi keyifle. Sanki halı yıkamak, dede torun sinemasına gitmek gibiydi! Menemene ekmek bandırırken içimden homurdandım. “Ama çok yoruluyorum…” diye hafif bir sitemle mırıldandım. Gülmeye başladı. “Alışacaksın güzelim,” dedi göz kırpar gibi bir ses tonuyla. “Öyle yan gelip yatmak yok bu evde!” Cevap vermedim. Sadece başımı usulca sallayarak, içimdeki ‘ah be şehirli ruhum...’ isyanıyla kahvaltıma devam ettim. Birkaç yudum daha meyve suyumdan içtim, doygunluk hissiyle masadan kalktım. “Ben doydum, size afiyet olsun.” Salondan çıkıp merdivenlere yöneldim, adımlarım gittikçe hızlandı. Koşar adımlarla giyinme odama girdim. Bugün rahat ve yıpranmış bir şeyler giymeliydim, belli ki halı savaşına gidiyordum. Dolabımı açarken kendi kendime söylendim: “Yıkanacak halılar, sökülecek pazılar... Babaanne varsa, huzur da vardır, kas ağrısı da.” Günlerdir üstümden çıkarmadığım pijamaları nihayet kirli sepete atarken, içimden “özgürlük!” diye bağırmak geldi. Saçlarımı alelacele, umursamaz bir topuzla tepeye kondurdum. Dağınıktı ama tam da bugünlük havaya uygundu. Hazırdım. Bir halı yıkama savaşına daha... Merdivenleri hızlı adımlarla inerken, babaannemin çoktan avluya çıktığını ve birtakım eşyaları dışarı taşıdığını gördüm. Yanına koştum. İçten bir tebessümle ona yardım etmeye başladım. Leğen, deterjan, fırçalar, hortum... Ne varsa taşıdık. Sonunda, bana kocaman bir fırçayı uzattı. “Güzelce sürteceksin fırçayı, tüm gücünle keça min!” dedi savaş narası atar gibi. Halıyı avlunun ortasına serdi. Önce bolca ıslattı, ardından deterjanı döktü. Dizlerinin üzerine çökerek işe koyuldu. Fırça bir o yana, bir bu yana gidiyordu. Ben mi? İfadesiz bir şekilde babaanneme bakıyordum. “Bunu gerçekten yapmak zorunda mıyım?” diye içimden geçirirken, fırçayı usulca yere koyasım vardı. Kollarım sızlıyordu bile! Tam o anda, babaannem göz ucuyla bana baktı…Sonra hortumu bana çevirdi. Buz gibi su üzerime fışkırdı. “Ayyy! Babaanne yapmaaa!” diye çığlık attım, ıslanan tişörtüm karnıma yapışmıştı. “Dizi mi izliyorsun keça min?” diye takıldı gülerek. “Hadi yardım et!” Mecburen elime aldım o fırçayı. Bileklerime kuvvet verip halıya bastıra bastıra sürtmeye başladım. Köpükler yükseldikçe içimden sayıklıyordum: “Yıkandıkça temizlenmiyor sadece halılar… Sabır da yıkanıyor, kollar da…” Babaannem başka bir köşede, ben başka bir köşede… İki farklı kuşaktan iki kadın, aynı sabunla, aynı halının üstünde ter döküyorduk. Babaannem bir kez daha hortumu halının üstüne tuttu, köpükler dağılırken halının rengi yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Ben de eteklerimi dizlerime kadar sıyırdım, babaannem gibi diz çöküp fırçayı sıkıca kavradım. Avluda sabun kokusu, güneşin altında parlayan su damlaları ve iki kadının emeği vardı… Ta ki… Kapı, bir öfke seliyle savrularak açılana kadar. Koruma adamlar telaşla içeri doluştu. Ve ardından… O. Yüzünü görür görmez içime kocaman bir korku oturdu. Nefesim düzensizleşti, ellerim titremeye başladı. O burada ne arıyordu? Neden gelmişti? “Senin burada ne işin var, haysiyetsiz?!” Babaannemin sesi, avlunun taş duvarlarında yankılandı. Elindeki fırçayı öfkeyle yere savurdu. Bacaklarımda bir titreme, midemde kasılma… Ona bakamıyordum. “Berfu’yu almaya geldim!” dedi babam, sesi buz gibi keskin ve kararlıydı. Kalbim boğazıma tırmandı. Birkaç adım geri çekildim, ayaklarım bedenimi taşıyamıyordu. Kendimi küçük, çaresiz ve görünmez hissettim. “Alamazsın!” Babaannemin sesi bir kez daha yükseldi, ama bu kez korkusuz ve netti. “Anne… uzatma artık,” dedi o. Ama bu kelime, babaannemin gözünü daha da kararttı. “Ben senin annen değilim! Senin gibi bir namussuzun, kansızın anası olamam!” Her kelimesi taş gibi, her harfi hançer gibiydi. Babaannem dimdik duruyordu karşısında. Onun yaşlı bedeni değil, yüreği konuşuyordu şimdi. Babam bu kez doğrudan bana döndü. “Berfu, topla eşyalarını. Konağa dönüyoruz.” Zaman dondu. Gözlerim yere kilitlendi. Dizlerim hâlâ halının üstündeydi. Ama bu kez su değil, geçmişin kanı bulaşmış gibiydi üzerime. Kaçamadım. Cevap veremedim. Sadece içimden bir çığlık yükseldi: "Ben oraya dönersem, bir daha asla kendim olamam." “Sakın Berfu, gitmeyeceksin!” Babaannem bana dönerek, kaşlarını öfkeyle çatmıştı.Sesi dişlerinin arasından zorla çıkıyordu, bir yılan gibi tıslıyordu sanki. “Ben…” Yalnızca bir kelime çıkabildi dudaklarımdan. Yüreğim göğüs kafesimi delip kaçacak gibiydi. Bir daha o konağa dönmek… O mide bulandırıcı anıların, çığlıkların, korkuların, karanlık gecelerin olduğu yere dönmek… Asla! “Gelmeyeceğim.” dedim, sesi titremeyen tek yerim kalmamışken. “Ben buraya aitim.” Babamın dişlerinin arasından çıkan öfkeli solukları duydum. Gözlerimi yere dikmişken, sesi yılan gibi ısırdı: “O halde evleneceksin. Hazırlan!” Başımı hızla kaldırdım. “Ne?” Bu kelime, dudaklarımdan çıkan sadece bir fısıltıydı. Ama içimde bir çığlıktı. “Yavuz’un oğlu ile evleneceksin. Düğün dört gün sonra.” Beynime kurşun gibi saplandı. “Defol!” Babaannem bir anda öne atıldı, onu omuzlarından itti. “Defol evimden! Atın bunu buradan! Senin gibi evlat olmaz olsun! Seni doğuracağıma taş doğursaydım, daha az canım yanardı!” Gözlerim babama kilitlenmişti. Ama duyduğum kelimeler beynimde yankılanıyordu: “Düğün. Dört gün sonra. Yavuz’un oğlu.” Ayakta durmakta zorlandım. Bacaklarım boşaldı, ellerim titredi, dudaklarım aralandı ama ses çıkmadı. Gözyaşlarım artık bana ait değildi. İçimdeki küçük kız ağlıyordu. Sendeledim. O sırada babaannem bana doğru koştu, beni ayakta tutmaya çalıştı. Avlunun kapısında dedem belirdi. Elinde tabanca vardı. Gözleri öfkeyle kısıktı, çenesi kilitliydi. “Evlat katili edecek beni!” Bu kelimeler dudaklarından değil, içinin yangınından çıktı. “Babaanne… Ne evliliği?” Sözlerim dudaklarımdan zar zor çıktı. Boğazımdaki düğüm çözülmeden, o da ağlamaya başladı. “Yok!” Bağırarak başını sağa sola salladı. “Evlenemezsin! Vermem seni, duydun mu? Vermem!” Başımın içinde zonklayan bir ağrı vardı. Kalbim göğüs kafesimi döve döve atıyordu. “Nefes alamıyorum,” diye geçirdim içimden. “Babaanne… evlenemem!” Gözlerim panikle açıldı. “Yapamam! O gece… O kan dökülmezse... beni namussuz sanıp öldürürler!” Ve o anda dizlerimin bağı çözüldü. Çöküp kaldım. Tüm gücümle babaannemin bacaklarına sarıldım. “İstemiyorum, babaanne! Ne olur... Ne olur bırakma beni. Sizden ayrılmak istemiyorum!'' Hıçkırıklar konuşmamı zorlaştırıyordu ama pes etmeyecektim. Bu evlilik değil, infazdı. Bu töre, beni bir kez daha mezara gömecekti.Ben artık bir kurban olmak istemiyordum. “Babaanne...” dedim, sesim çatallaştı. “Ben ölmek istemiyorum!” O an kollarımdan tuttu. “Yok kızım yok, vermem seni o mezara!” der gibi, gözyaşları içinde beni kaldırdı. Titreyen bedenimi kavrayarak konağın içine soktu. Arkamızda dedem, hâlâ silahı elinde, gözleri öfkeden kıpkırmızı... Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlıyordum. Her gözyaşım, içimde birer parça daha koparıyordu sanki. Babaannemse sıkıca sarıldı bana, yüreğindeki tüm şefkatiyle. “Sus artık kınalı kuzum… Vermem seni kimselere. Söz veriyorum,” dedi, sesi titriyordu. Ama ben… ağlamayı durduramıyordum. Boğazıma düğümlenen hıçkırıklar, içimde büyüyen korkunun bir yansımasıydı. Gözyaşlarım toprağa değil, kaderime akıyordu. “Namussuz!” diye öfkeyle haykırdı babaannem. “O adam… O yaratık! İnsan değil, evlat değil! Böyle evlat olmaz olsaydı!” Ama ben biliyordum... Babaannemin yüreği aslandı, ama bedeni yaşlıydı. Gücü yetmezdi. Babam kararlıydı. O gözlerinde bir kez karar aldı mı, kıyamet bile söndüremezdi. Sanki beni isteyerek, göz göre göre ölüme itiyordu. Beni bir yük, bir leke gibi görmek istiyordu. Oysa benim suçum neydi? Ne yapmıştım ben? Babaannem, dudaklarını titreyerek kıstı. “Ağlama,” dedi usulca. “Ben bir çaresini bulacağım. Ağlama keça min…'' Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım, dişlerimle dayanıyordum. Başımı kaldırdım. Gözlerim gözlerine değdi. Titreyen parmaklarıyla yanaklarımı okşuyordu. O anda, dünyada beni seven tek kişi oymuş gibi hissettim. “Ne yapacağız, babaanne?” dedim korkuyla. Sesim ince bir fısıltıydı. Babaannem yutkundu, gözleri nemlendi. Ama dimdik durdu. “Halledeceğiz keça min… Bana bırak. Daha dört günümüz var.” Sonra yavaşça ayağa kalktı, bakışları kararlıydı. Ama ben onun içindeki savaşı görüyordum. Ah babaanne... Bu kaderi nasıl değiştirebiliriz? Bu döngüyü, bu çemberi nasıl kırabiliriz? Benim şansım yok. O adamla evlenmek... Benim için bir tören değil, bir idam olacak. Giydiğim gelinlik değil, kefenim olacak. *** Gün boyunca yatağımdan çıkmadım, üzerimi değiştirmiş, yorganın altına saklanmıştım; bedenim kıpırdamasa da içimdeki fırtına dinmiyordu. Hayatım boyunca neden bu kadar bahtsız olduğumu düşünüyordum, neyi yanlış yaptım da böyle bir hayata mahkûm oldum, bilmiyordum. Bir insan kendi kardeşine böyle bir şey yapar mıydı? Kendi öz kardeşine… Beni bir yabancıdan bile beter gören o adam, kanımdan sayılabilir miydi? Sanki ben onun kardeşi değilmişim gibi… Beraber büyüdüğümüzü bilmesem, derdim ki bir yanlışlık var, ama yok. Aynı evde, aynı sofrada büyüdük. O ise çocukluğumu, gençliğimi, hatta hayata dair ufacık hayallerimi bile elimden aldı. Ben daha oyuncak bebeklerle oynayacak yaştayken, o bana hayatın en iğrenç yüzünü öğretti. Ama ne oldu? Kendi kanı, kendi kardeşleri onun sonunu hazırladı. Gözyaşlarım sessizce süzülüyordu, yastığım ıslanmıştı ama ben hâlâ kıpırdamıyordum. Koca bir ömür, suçlamalarla geçti; sadece erkek kardeşlerim arasında tek kız olduğum için bile suçlandım. Annem de öyle... Biz hep ezildik, hor görüldük, sustuk. Oysa biz sadece sevilmek istemiştik… Biz sadece insan gibi yaşamak istemiştik. Ben... O öldürüldükten sonra bile huzur bulamadım. Kapanması gereken yaralarımın üstü, daha derin acılarla yeniden kazındı. Babamın üç kuması, sanki ben onların hayatındaki tüm karanlıkların sebebiydim; gözlerinde sadece bir nefretti varlığım. Dördüncü kuma ise, annemdi. Beni korumaya çalıştı, ağabeylerimle birlikte… Ama hiçbirimiz yeterli olamadık. O evde sevgi yoktu, sadece tahammül vardı. Bir süre sonra, herkes geri çekildi; susturuldular, sindirildiler. En sonunda, benim ellerimden tutan tek kişi babaannem oldu. Konağı bastı, babamın suratına tükürdü, bana yaşattıkları için onu rezil etti ve beni o cehennemden söküp aldı. Annem… kendi çıkamayacağını biliyordu o bataktan, ama en azından beni kurtarmak istedi. Beni babaanneme teslim etti; karnından beni dünyaya getiren oydu ama büyüten, koruyan, hayatta tutan babaannemdi. Annemle hâlâ görüşürüz elbet, arada bir gelir gider… Ama o bağ, o sıcaklık… yok. Sanki aramızda görünmez bir duvar var, içime kadar uzanan bir yabancılık. Ağabeylerimle de görüşürüm ara sıra. Hep koruyup kollarlar beni, ama onların da kendi hayatı, kendi derdi var. Bu hayatta beni sadece babaannem hiç bırakmadı. Herkesin sustuğu yerde, o konuştu. Herkesin göz yumduğu yerde, o savaş açtı. İşte kaderim buydu. Henüz sekiz yaşındayken karardı hayatım, ama acıyı yaşayan benken, suçlanan hep ben oldum. Derin bir nefes aldım, ağlamamak için kendimi sıktım ama gözyaşlarım ihanet etti yine… Sözde evleneceğim o adam, Yavuz’un oğlu… Gaddarlığıyla nam salmış bir aileden. Geri kafalı, vicdansız, insanlıktan nasibini almamış zalimlerden biri. Kendi kardeşlerine bile merhamet etmeyen bu insanların, bana acıması mümkün müydü? Hayır. En büyük korkum da buydu işte… O evde sadece kötülük görürdüm. Özellikle de o gece... Gerdek gecesinden sonra yaşatmazlardı beni. O çarşaf... O kan... Eğer olmazsa, namussuzlukla suçlanırdım. Ve töreye göre, onun bedeli ölümdü. Ağlamaktan bitap düşmüş bedenimle ayağa kalktım, banyoya yürüdüm. Sıcak suyu açıp üzerimdeki kıyafetleri çıkardım, ruhumu harlayan kaynar suyun altına bıraktım. Gözyaşlarım sıcak suyla birleşti, neyin ne olduğunu artık ayıramıyordum. Saçlarımı köpükledim, tenimi duş jeliyle temizledim, ama içimdeki kiri hâlâ çıkaramamıştım. Duştan çıkar çıkmaz havluya sarındım, odamda temiz kıyafetler giydim, saçlarımı itinayla kuruladım. Ama hâlâ içim ıslaktı. Merakla, ama sessizce merdivenlerden aşağı indim. Salona doğru yönelirken, dedemle babaannemin fısıltı dolu ama ciddi ses tonlarına denk geldim. Konuşmalar ağırdı. Konu belliydi. Benim kaderimdi. Kulak misafirliği yapmayı hiç sevmezdim, hele hele dedemle babaannemin özel konuşmalarına burnumu sokmak bana hep yanlış gelirdi… ama bu defa bedenim kendi iradesiyle hareket ediyordu. Kapının arkasına iyice yaslandım, nefesimi tuttum. Konu bendim, adım geçmese de kalbim öyle söylüyordu. “Başka çaremiz yok,” dedi babaannem, sesi yorgun ama kararlıydı. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Ardından dedemin öfkeli nefesleri geldi. “Oğlum olmasa, o adamı kendi ellerimle gebertirim! Başka çaresi yok mudur bunun?” O an zaman durdu, ben bile nefes almayı unuttum. Sanki bir an sonra yakalanacakmışım gibi kalbim karnımın içine kaçtı. Babaannem iç çekti. “Ciwan Ağa iyidir, hoştur. Berfu’ya kötü davranmaz,” dediğinde gözlerim korkuyla açıldı, dizlerimden güç çekildi. Ciwan Ağa mı? Hangi Ciwan Ağa? Bahsettikleri kişi o konaktaki karısıyla soğuk savaşta olan adam mıydı? Dedemin sesi tekrar geldi. Kararsız, kırgın, ama hâlâ korumacıydı: “Bilemiyorum… Ciwan’ın zaten karısı yok mu?” Ve o an içimde bir şey çatladı. Artık geriye sadece bir soru kalmıştı: Beni bir cehennemden alıp, başka bir ateşe mi atacaklardı?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD