ASKERİYE KAPILARI

1952 Words
Sabahın ilk sesi, nizamiyenin metalik sürgüsüydü. Güneş, kış bulutlarının arkasında ince bir çizgi gibi belirmiş, garnizonun üzerine sabırlı bir soğuk bırakmıştı. Postalların taş zemine her vuruşu, uyanıklığın ritmini tutuyordu. Kimliğimi uzatırken, nöbetçinin bakışları bir an yüzümde durdu; tanımaya çalışan bir dikkat, sonra protokol gereği bir baş selamı. “Günaydın hemşire hanım.” Sesindeki nötr saygıyı cebime koyup ileri adımladım. Revirin kapısına vardığımda metal tutacak, geceyi taşımış gibi daha soğuktu. Anahtarlar ceplerimde küçük bir ağırlık; kilidin dönmesiyle birlikte antiseptiğin tanıdık kokusu yüzüme yayıldı. Işıkları teker teker yaktım. Beyaz floresanların yansıması duvarları olduğundan daha düz gösterir; kusurları, çizikleri, eskiliği örter. İçimde, bu kusursuzluk hissine benzeyen bir sessizlik var—ne tam huzur, ne tam boşluk. Lavaboda ellerimi yıkarken aynada gözlerime kısa bir bakış. Saçlarımı bir parmak hareketiyle daha sıkı topladım. Boynumda ince zincir; metal, su damlalarına sabırla katlanırken parladı. Zinciri tişörtün içine gizledim. Görünmeyen şeyler daha kolay taşınıyor bazen. “Günaydın,” dedi arkamdan bir ses. Kapının eşiğinde Deniz belirdi. Üzerinde içlik, üstüne geçirdiği koyu renk üniforma; elinde buharı tüten bir karton bardak. “Günaydın,” dedim. “Erken gelmişsiniz.” “İçtima var. Timin bir kısmı sabah koşusundan döndü, birazdan eğitim alanına çıkacaklar. Dr. Kemal on beş dakika içinde gelir. İsterseniz şimdiden malzeme kontrolünü yapalım.” Başımı salladım. Malzeme dolabının kapaklarını açtım; rafların düzeni dün akşam bıraktığım gibiydi. En üstte steril setler, altta sargı ve bandajlar, çekmecede dikiş materyali. Deniz, envanter kağıdını çekip önüme koydu. Kalemi elime aldığımda, çizelgenin sütunlarında dar aralıklar; askeri düzen, kağıdın üzerinde bile kendini belli ediyor. “Garnizonun sabahı hep böyle mi?” dedim sayıları yazarken. “Bundan daha sessiz olmaz.” Gülümsedi. “Ama alışırsınız. İnsan bir süre sonra bu seslerin eksikliğini hissetmeye başlıyor. Motor sesi, komut, koşu adımları… Dışarıda duymayınca yadırgıyorsunuz.” Defteri kapattım. “Ritmi seviyorum,” dedim. “İşin ritmi olunca zihin daha az yoruluyor.” Deniz başını hafif eğip onayladı. “Zihin yorulduğunu belli etmeyi sevmez,” dedi. “Burası onu öğretir.” Sözlerinin nereye baktığını merak etmeden masaya geri döndüm. Dosyaları tarih sırasına göre dizmek, günün ilk rahat hareketi oldu. Dr. Kemal tam on beş dakika sonra göründü. Kapıdan girerken bir eliyle ceketinin düğmesini kapatıyor, ötekiyle gözlüğünü yerine oturtuyordu. Üzerinde acele yoktu; acele, burada tecrübesizlerin huyuydu. “Günaydın,” dedi, saatine kısa bir bakış atıp. “Karakaya, hoş geldin yeniden. Bugün sabah kontrol listesi sizde. Deniz, yatak başı araçlarının batarya durumunu ölç. Birazdan sahadan iki kişi küçük yaralanma ile gelebilir. Eğitim başlamadan minör vakaları aradan çıkarmak en iyisi.” Şartlı bir “Peki” ile dağıldık. Hangi çekmecede ne var, hangi monitörün kablosu hangi fişe uzanıyor… Ellerim çoktan adresleri ezberlemiş gibi hareket ediyordu. Bir çekmeceden steril eldiven çıkarıp diğeriyle dolabı kapattığımda, kapının yanında duran camdan dışarı baktım. Eğitim alanının uzağında dizilmiş bir sıra, sabahın nefesini tek ağızdan alıp veriyor. Komut sesi rüzgârla revirin içine kadar giriyor. Zeynep içeri girdiğinde saat sekize yaklaşıyordu. Üniforması ütülü çizgisiyle neredeyse keskin görünüyordu. “Günaydın,” dedi kısa bir tonla. “Nabız oksimetreleri dün kalibre edildi mi?” “Evet Üsteğmenim,” dedim. “Kalibrasyon sticker’ı burada.” Eliyle işaret ettiğim yerdeki sticker’a göz atıp başını çok az salladı. Gözleri yüzümde bir an durdu; sonra alet çantasına yöneldi. “Saha tatbikatı başlayınca sağlık timi kuzey hattında olacak. Koordinatları akşamdan ilettiler. Komut alana kadar revirin içinde hazır olacağız. Saat dokuzda kısa bir brifing var, kulaklıkları kontrol edin.” “Kulaklıklar dün tek tek denendi,” dedi Deniz. “Yine de tekrar bakarız.” Zeynep çıkarken arkasından kısa bir soğuk rüzgâr girdi—kapı iki saniye fazla açık kalmıştı. O iki saniyede dışarıdan geçen bir siluet gözüme çarptı; geniş omuzlar, hızlı adımlar. Onu ilk görüşüm değildi; ama her görüş, ilkmiş gibi düzenli bir yankı bırakıyor insanda. Revirin telefonu çaldı. Dr. Kemal ahizeyi kaldırdı. “Revir.” Dinlerken kaşlarının arasında ince bir çizgi belirdi. “Anladım. Hızlı değerlendirme yaparız. Gönderin.” Ahizeyi kapatınca bize döndü. “Eğitimden önce bir asker baygınlık geçirmiş. Sıvı açığı olabilir ya da basit hipoglisemi. Serum ve glukometre hazır olsun. Deniz, triajı al; Karakaya, ölçümleri sen yap.” Malzemeleri hazırlamak için bir ritüelim var: önce masaya tek tek koyarım—glukometre, strip, alkol ped, turnike, küçük tepsi, 18 G kanül. Sanki bir cümle kurar gibi diziyorum; özne, yüklem, nesne. Cümlenin anlamı birine denge vermek, o kadar. Kapı açıldı. İki asker koltuk altlarından tutarak genç bir eri içeri aldı. Yüzü soluktu, gözlerinin altı mora yakın bir yorgunlukla çizilmişti. “Sabah koşusunda düşecek gibi oldu,” dedi götürenlerden biri. “Nefesi kesildi.” “Şuraya alın,” dedi Deniz, yataklardan birini işaret ederek. Eri oturtup sırtını destekledim. “Adın nedir?” dedim. “Faruk… Yüz on dokuz…” Cümle yarıda kaldı, nefesi hızlandı. “Derin nefes al,” dedim, avuç içimi göğsünde yükselen alçalmanın ritmine göre kaldırıp indirerek. “Kısa değil, derin.” Pulsox’u parmağına taktım; 92’de dalgalandı, sonra 95’e geldi. Glukometreyi hazırlarken Deniz su uzattı, küçük yudumlar. Parmak ucu delindiğinde, kanın kokusunu almadım bile; antiseptiğin kokusu bu odada her şeyin üstündedir. Ekranda 63 belirdi. “Hipoglisemi,” dedim. Dr. Kemal başıyla onayladı. “Oral glukoz jel,” dedi. Ölçülü hareketlerle jel verildi, ardından yarım bardak meyve suyu. Beş dakika sonra tekrar ölçtüm: 81. Nefesi normale dönerken yüzüne renk geldi; gözleri yerini hatırladı. “Dün akşam yemek?” diye sordu Dr. Kemal. “Az yedim… midem sıkkındı.” “Bir daha içtima öncesi böyle çıkamayız,” dedi Deniz; sesi sert değildi ama ağırlığı vardı. “Revirde rapor yoksa, miden sıkkın da olsa tabağını boş bırakmayacaksın. Eğitimde bedenin yemeğini ister.” “Emredersiniz.” Faruk’un bakışlarında minnetle karışık mahcubiyet. Onu dinlenme yatağına aldık; başına bir süre göz-kulak olacak bir er bırakıldı. İşlem alanını toplarken, dışarıdan gelen komut sesi bir kez daha yükseldi—daha net, daha keskin. İstemsizce kapıya döndüm. Ali Demir, iki astsubayla birlikte revirin kapısında göründü. İçeri tam girmedi; kapı eşiği, onun seçtiği yerdi sanki. “Doktor,” dedi. “Eğitim alanına on dakika. Sağlık ekibi yerini aldı mı?” “Hazırız Yüzbaşım,” dedi Dr. Kemal. “Kuzey hattında bekliyoruz. Küçük bir hipoglisemi vakası aldık, kontrol altına alındı.” Ali’nin bakışları kısa bir tur attı odada; araç gereç, yatak, biz. Gözleri bende bir an durdu, dünün kısa karşılaşmasından kalan, söylenmemiş bir cümlenin devamı gibi geldi bana o durak. Ne selam verdi, ne gülümsedi—gerek görmediği hiçbir jesti yapmazdı. Bu, bazı insanlar için kibir gibi görünür; bazen de sadece ağırlık. “Tamam,” dedi. “Tim birazdan geçiş yapacak. Olası bilek burkulmaları ve kesikler… Standart. Ama koşu parkurunun batı hattında taş dökülmesi var, dikkatsiz olanlar… Siz anladınız.” “Anladık,” dedim farkında olmadan. Sesim benden hızlı davranınca gözleri bana doğru, bu kez doğrudan çevrildi. Başımın içindeki küçük bir nabız yer değiştirdi sanki; sanki bir kapı yerinden sökülmeden hafifçe oynadı. Sonra o, tek kelimelik bir baş hareketiyle dönüp çıktı. Kapı, yine olması gerektiği kadar sesle kapandı. Deniz, sıradan bir notu sıradan olmayan bir ifadeyle söyledi: “Saha düzenini seviyor. Boş işaretlerden hoşlanmaz.” “Anlaşılıyor,” dedim. Masaya geri döndüm; turnikeyi kıvırıp, çekmeceye olması gereken yerin tam yanına koymuşum—yarım santimlik bir sapma. Çekmecenin içindeki küçük düzeni düzelttim. Bazen bir yarım santim, insanın gününün nereye gideceğini belirler. Saat dokuzu birkaç dakika geçmişti ki kısa brifing için telsiz kulaklıklarını dağıttık. Dr. Kemal prosedürü bir kez daha özetledi: “Acil durum çağrısı tek kanaldan. Eğitim boyunca revirde biri mutlaka sabit kalacak. Saha ekibi üç kişilik. Deniz, Marya, ben. Dikiş seti, enjektör, antiseptik, splint, buz paketi. Nakil gerekirse araç beş dakika içinde burada.” “Peki,” dedik birlikte. Koro halinde konuşmak, ritme aidiyetin en hızlı kanıtı. Garnizonun içtiması dağılıp birlikler hareketlenirken, revirin koridoru bir anlığına kalabalıklaştı. İki er tetanos aşısı için sıraya girdi. Biri iğneden korktuğunu belli etmemeye çalışan, gözlerini başka bir noktaya kilitlemiş bir çocuktu; öbürü arkadaşına bakıp gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Aşıları yaptım. Bandajların küçük kareleri, günün sonunda en çok görülen desen olur burada. Kısa bir sessizlikten sonra Zeynep kapıda tekrar göründü. “Kuzey hattına çıkıyoruz,” dedi. “Yanınıza sadece gerekli ekipmanı alın. Fazlası taşınmaz.” “Emredersiniz.” Çantamı kontrol ettim. Kaldırdığımda, ağırlığı tam olması gerektiği gibiydi. Ne eksik, ne fazla. Kapıdan çıkarken duvarın gölgesi boynuma kadar uzandı; soğuk hava yüzümü yokladı. Eğitim alanına giden yol, ufak taşlarla serpilmiş bir patikaydı. Sağ yanda nizami çam ağaçlarının koyu çizgisi, sol yanda tel örgünün ardında uzanan boşluk. Uzakta, bir helikopterin uğultusu kısa bir katman koydu gökyüzüne; sonra çekilip gitti. Deniz yanımda, “Rüzgâr saat yönünde,” dedi, sanki havayı değil, günün gidişatını okuyor gibiydi. Kuzey hattına vardığımızda tim çoktan pozisyon almıştı. Koşu parkurunun başlangıcında beyaz bir işaret, taş dökülmesinin başladığı hattı gösteriyordu. Zemin eğimi hafifti ama gevşek taş, her adımı iki kez düşündürür. Biz setimizi kenara kurduk. Deniz termal battaniyeyi erişilebilir bir noktaya koydu, ben dikiş setini açmadan önce eldivenlerimi kontrol ettim. Ellerim, sanki birkaç saniye boyunca kendi sıcaklığını hesaba katmış gibi. İlk düşme sesi beklediğimden erken geldi. Çabuklukla başımı çevirip parkurdan çıkan eri gördüm—dizindeki deri sıyrılmış, sol bileği taşın altına kötü sıkışmış olmalı. Deniz benden önce bir adım attı, sonra geri çekilip “Sen,” dedi kısaca. Koşarken ayaklarım taşın üstünde kaymadı; doğru noktaya basmayı çocukken öğrenir insan, unutmaz. Eri kenara aldık. “Adın?” dedim. “Emre.” Dişlerini sıkmış, fakat gözlerinde panik yoktu. “Güzel. Emre, nefesini ritme al. Şimdi bakacağım.” Dizi hızlıca temizledim. Bileğine dokunduğumda yüzü buruştu. “Burkulma. Splint,” dedim. Deniz söylenmeden uzattı. Sargı, sabitleme, soğuk uygulama. Minör travmalarda yapılacakların alfabetik sırası gibi basitti ama her harfin hakkını vermek gerekirdi. “Bir on dakika dinlen, bastığın an acı artarsa revire alacağız.” Komut alanından bir gölge yaklaştı. Yine o gölge; gölgenin sahibi, değişmeyen ritmiyle. “Durum?” dedi Ali. “Bilek burkulması, Yüzbaşım,” dedim. “Sabitledik, izliyoruz.” Gözleri, baktığı yerlerde iz bırakmıyor; sadece ölçüyor, biçiyor. Emre’ye bir an baktı. “Bunu hatırla,” dedi. “Taşın üzerinde değil, adımının üzerinde duracaksın.” Emir gibi değildi, daha çok bir kuralın tanımıydı. Sonra bize dönmeden, aynı ritimde uzaklaştı. Emre nefesini bıraktı. “Korktum,” dedi fısıltıyla. “Ama geçti.” “Geçti,” dedim. “Geçecek şeyler var.” Kendi sesimdeki sakinlik, ellerimdeki hareketten daha belirgindi. Sargının sonunda düğümü attım; fazlalığı makasla kısaltırken, fazlalıkların insanı nasıl yorduğunu düşündüm. Fazla eşya, fazla cümle, fazla hatıra. İnsanı yoran, ağırlık değil; taşımak zorunda kaldığını unutmamak. Parkur devam etti. İkinci küçük vaka bir dirsek sıyrığıydı; üçüncüsü, omuz kasında gerilme. Revir çantasına her dönüşte, içindeki yerleşime gözüm kaydı; her şey yerinde mi, her şey yerinde görünmeyi sürdürüyor mu. Deniz, kısa anlarda sessiz bir onay bakışı gönderdi bana; sözden daha uzun süren bir tür anlaşma. Saat on bire doğru rüzgâr çekildi; güneş bulutların arasından bir süreliğine yüzünü gösterdi. Isınan yüzey, çam kokusunu havaya bıraktı. Eğitim molasında çocuklar su içti; kiminin yanakları alev alev, kiminin alnında ince bir ter çizgisi. Uzaktan, Zeynep’in saatine bakıp bir şey not edişini gördüm. Düzen, not tutmayı sever; not, düzenin hafızasıdır. Molanın sonunda sahayı toplarken, çantamın fermuarını kapattım. Dişleri birbiriyle kusursuz oturdu—küçük, tatmin edici bir sesle. Deniz, “Revir?” dedi. “Revir,” dedim. Dönüş yolunda tel örgünün ardındaki boşluğa bir kez daha baktım. Hiçbir şey söylemeyen bir manzara, bazen insanın içinde çok şey söyler. Kapıdan içeri girince antiseptiğin kokusu beni yine karşıladı. Lavaboda ellerimi yıkadım; su, sabahkinden daha ılık, metal daha yumuşak. Aynaya bakmadım. Aynalar, bazı sabahlar insanı taşımak için fazla dürüst olur. Dr. Kemal “İyi iş,” dedi. Kısa, hedefe giden bir cümle. Başımı salladım. Defteri açıp vakaları yazdım; saat, ad, uygulama. Bir satırın sonunda kalemi havaya kaldırdım. O anda revirin dışından bir çift adım sesi yaklaştı; tanıdık ritim, tanıdık ağırlık. Kapı açılmadı—sadece önünden geçildi. Çizgiyi bitirdim. Gün yeni başlıyordu. İçimde bir yer, her kapının bir eşik olduğunu hatırlattı. Eşikler, içeri girerken değil; çıkarken ağırdır. Bugün ikisini de hafif geçtim. Yarın, ağırlığı artar mı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ritmin insanı ya iyileştirdiği ya da daha derine gömdüğü. Ben iyileştirmeyi seçtim. Şimdilik.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD