Revir Ritmi ve Eğitim Alanı

2141 Words
Öğleden önce revirin içi, koridor boyunca uzanan sessizlikle değil, düzenli adımların girip çıkan sesleriyle doldu. Faruk dinlenme yatağında uyuklarken, tetanos için gelen iki er daha sıraya girdi. Aşı kartlarını uzattılar; kartonların köşeleri terli avuçların içinde yumuşamış, kenarları kıvrılmıştı. Delik yerini tamponladım, kare bandajın beyazı derilerine küçük bir mühür gibi yapıştı. “Öğlen menüsünde ne var?” diye sordu biri, iğneden sonra gülümsemeye çalışarak. “Ne çıkarsa, tamamını,” dedim. “Bugün sahada koşu varmış.” “Var.” Birbirlerine baktılar; çocuklukla disiplinin tam ortasındaki bakış. Gittiler. Dr. Kemal sıradaki reçeteyi imzalarken, “On iki otuzda alan değişiyor,” dedi. “Zemin çamurlanabilir. Bilekler artar.” “Buz paketlerini çoğaltıyorum,” dedim. “İyi.” İmzasını tamamladı, kalemi masanın kenarına paralel bıraktı. “Raporlamayı kısa tut. Gereksiz kelime, gereksiz zaman demek.” Kısa. Gereksiz kelimelerle bir ömür geçirmiştim bir zamanlar; şimdiyse, kelimelerimi saklayan bir hesap makinesi gibiydim. Hangi cümle kime, ne zaman, ne kadarlık dozda. Deniz kapıdan başını uzattı. “Kuzey hattı hazır. Zeynep iki dakika dedi.” Çantamı omzuma alırken, metal fermuarın dişleri tekrar o küçük, tatmin edici sesi çıkardı. Revirden çıkınca havanın ıssız soğuğu yüzüme değdi; güneş yükselmişti, ama ısıtmıyordu. Tel örgünün ötesinde rüzgâr, uzak bir bayrağın kenarını küçük bir sabırsızlıkla oynatıyordu. Eğitim alanına vardığımızda parkurun çizgileri eski tebeşir izleriyle katman katman olmuştu. Toprağın bazı yerlerine su sızmış, gevşek taşların arasına çamur yerleşmişti. Zeynep yüzünü yarım çevirip “Konuşu uzatmayın,” dedi. “Saha boyunca rapor tek cümle. Başlık—durum—işlem.” “Anlaşıldı,” dedi Deniz. Ben başımla onayladım. Konuşulmamış bir yemin gibi; kayıt dışına taşmamak. Tim yer değiştirdiğinde, Ali komut alanının karşısında yürüyüşe geçti. İki adımda bir değil, sanki her üç adımda bir ağırlık değiştiriyor, zemini yokluyordu. Sözleri azdı. Az söz, az falsodur. İlk düşen, parkurun ikinci zikzağında kaydı. Dizi toprağa keskin bir sesle vurdu, elleri dizine gitti. Koştum. “Oturma,” dedim, “Nabzı tut.” Yüzündeki kızarıklığın altından alnına ter çıktı. Dizini hızlıca suyla temizledim; antiseptiği dökerken gözlerini kırptı. “Yanma hissi normal.” Sargıyı yaparken Deniz, “Yüklenme,” dedi. Bitti. Ayağa kalktı, başını salladı, devam etti. Sahanın uzağında bir motor uğultusu daha duyuldu, kısa. Dışarıdaki dünya, bir tek bu uğultuyla varlığını hatırlatıyordu. İçeride, yalnızca toz, komut ve nefesti. Bir saat geçmeden bilekler başladı. Birine sabitleme yaptık, birini revir gözlemine gönderdik. Her seferinde parmaklarım aynı sırayı takip etti; sanki içeride, görünmeyen bir metronom beni sabit tutuyordu. Ritme boyun eğmek, düşünmeyi azaltıyor. Düşünmeden yaptığım her hareket, beklenmedik bir huzur veriyordu. Öğlen sireni çalınca kısa bir mola verildi. Su şişelerinin plastik kokusu hava ile karıştı. Deniz yanımda, “Eli iyisin,” dedi. “Panik yok. İyi iş.” “Panik savurganlıktır,” dedim. “Kanama gibi.” Gülümsedi. “Aydın’a benziyorsun bu sözlerle.” “Baba mı?” dedim. “Baba.” Gözleri yumuşadı. “Kimi benzettiysem, genelde doğrudur.” Molanın son dakikasında Ali, parkurun batı hattını eliyle gösterip kısa bir uyarı yaptı. “Zemin ağırlaştı. Adım kısalacak. Dönüşte iç hat—dışa taşmayın.” Sesi kimsenin itiraz etmeyeceği bir yerde duruyordu. Yüzümü ona çevirdiğimde, bakışları iki saniyeliğine bende durdu; sanki “hangi parçayı tutuyorsun bu düzenin” der gibi. Sonra döndü. Mola bitti. Koşu yeniden başlayınca hava, alanın üzerine görünmez bir halı gibi serildi. Soluklar hızlandı. Toz yükseldi. Neredeyse aynı anda iki farklı yerden gelen bir “ah” sesi duyuldu. Yakın olanına koştum: Genç bir er, sol kolunu omzuna doğru bastırmış, nefesini kısa kısa alıyordu. “İsmin?” dedim. “Serhat.” Dişlerini sıkıyordu. “Kolunu bırakma, ben bakacağım.” Parmaklarımın altına omzun sertliği geldiğinde, derinin altında bir direnç hissettim. “Subluksasyon olabilir,” dedim. “Hareket ettirme. Deniz, askı.” Sesi duyar duymaz yanımda belirdi. Üç hareketle omzu sabitledik. “Nefes,” dedim Serhat’a. “Nefes. Hızlı değil, say.” “Bir… iki…” Nefesi ritme girdi. Yüzünün kenarındaki kırışıklıklar bir parça yumuşadı. Arkamda bir gölge. Önce gölgesini, sonra adımların ritmini tanıdım. Ali durdu. “Ne var?” “Sol omuz—subluksasyon,” dedim. “Aski yapıldı. Revir gözlemi iyi olur.” “İsmin?” diye sordu er’e. “Serhat, Yüzbaşım.” “Kaç?” dedi. “Sekiz.” “Sekiz, son turda çıkıyorsun.” Emir. Serhat’ın gözlerine bir rahatlama geldi—oyunun kurallarına geri çağrılmanın verdiği rahatlık. Ali başını bana azıcık çevirdi, gözlerimle gözleri arasında bir anlık sessiz temas: bir şeyi doğru sırada yaptığınızda çıkan sessiz ‘klik’. Sonra çıktı. Üçüncü vaka beklenmedik bir şeydi. Bir er, parkurun dönüş kapısında birden durdu; göz bebekleri geniş, nefesi göğsünde çırpınıyordu. “Panik?” dedi Deniz. “Evet,” dedim. Yanına gittim, çömeldim. “Bak bana,” dedim yavaşça. “Adın?” “Arda.” “Arda, tamam. Şimdi sadece şu sesi dinle.” Avuç içimi göğsünün üstüne koymadım; dokunmadan, sadece ritimle konuştum. “Dört saniye al, dört saniye ver.” Omuzlarını indir dedim gözlerimle, o, itaat etmekle çökmek arasında bir çizgide durdu. Bir… iki… üç… dört… Ver. İkinci döngüde gözlerindeki cam kırıkları küçüldü. Üçüncüde çenesinin kilidi hafifledi. “İyi,” dedim. “İyi.” Bir asker, korkunun kendisine yenilmediğini fark ettiği anda, bedeni eski sahibine geri döner. “Baş?” dedi Ali, yeniden yanımızda. Nereden görüp geldiğini bilmiyorum; komutanlar bazen her yerde ve hiçbir yerde olmayı öğrenir. “Panik atağa kaydı,” dedim. “Ritmi aldık. Devam edebilir—yavaş hatta.” “Devam etmeyecek,” dedi o. “Yan hatta gözlem. Devam etmesi bencillik olur.” Cümlenin metni emir, alt metni korumaydı. Arda başını salladı, utancın büzüştürdüğü dudaklarla. Ben de başımı salladım; utanç, ritmi bozar. Ali’nin bakışları, benim gözlerimde bir an daha asılı kaldı. “Yavaş konuşuyorsun,” dedi, sanki bir tespiti tutanağa geçirir gibi. “Hız, nefesi bozuyor,” dedim. “Nefes bozulunca akıl sırayı kaybediyor.” Cevap vermedi; ama cevap vermemesinin bir sesi var—onay gibi değil, not düşmek gibi. Öğle sonrası saatlerin zemini karardı. Toprak, suyu daha fazla içmeye hazırlanıyordu. Ayak sesleri ağırlaştı. Küçük yaralanmalar bitmeyecek bir matematik problemi gibi sıraya girdi. Bir sporcunun parmağında açılmış bir yırtığı hızla bantladım, sonra bilek masajı isteyen bir çocuğu “hayır” ile geri gönderdim. Her “hayır” bir düzeni korur; her “evet” bazen düzeni dağıtır. Zeynep, saatine bakıp kısa bir işaret verdi: “Son tur.” Sesinde yorgunluk yoktu. Ne eksik, ne fazla. Son tur, hep daha çok ses çıkarır. Koşanların ayakları değil, bitmeye yaklaşan şeylerin kaygısıdır duyduğunuz. Birinin bağcığı çözüldü—teli çekti, koştu. Birinin sesi kısıldı—yutkundu, koştu. Birinin yüzünde o son düzlüğün hırsı; durmadı. Biz de durmadık. Son düzlükte beklenmedik bir ses geldi arkadan. Dönmemle birlikte, parkurun haricindeki yamaçta dengesini kaybeden bir askeri gördüm. O yamaç, parkur sınırının dışındaydı—kural dışı, ama hayat kural dışından sızar. Koştum. Yamaç dik değildi ama altındaki çalı kökleri ayak toplayan cinstendi. Çocuk düşmemek için sağ ayağıyla zayıf bir taşın üstüne bastı; taş kaydı, bileği sürüklendi. Koluyla bir çalıya tutundu. Tam düşmenin eşiğinde durdu. “Dur,” dedim yüksek ama düz bir sesle. “Kıpırdama. Sol ayağını sabitle.” “Yapamıyorum,” dedi titreyen bir nefesle. “Yaparsın.” Sesim kendime söylüyor gibiydi. “Bak, üçe kadar sayıyoruz. Bir—iki—üç.” Sol ayağı taşın üstüne oturdu. Dizini bükmesini istedim, ağırlığı dağıttık. Deniz arkamdan yetişti, yukarıdan el uzattı. “Ver,” dedi. Çocuk önce bakışını, sonra elini verdi. Yukarı çıktığında dizleri titriyordu; korku geçtikten sonra titreme gelir. “O hat kural dışı,” dedi Ali, yanımızda belirdiğinde. “Sınır çizgisi niçin var?” “Rüzgâr gözümü aldı,” dedi çocuk, utanarak. “Rüzgârın seninle bir derdi yok,” dedi kısa bir cümleyle. “Senin onunla olmamalı.” Sonra bize döndü. “İyi refleks,” dedi sadece. Kimseye ayrı ayrı değil, hepimize birden. İyi kelimesinin bir sıcaklığı oldu içimde; kabul görmenin çocukluktan kalan artık ısısı. Çocuğun bileğini kontrol ettim. “Burkulma ihtimali düşük,” dedim. “Yine de revirde buz.” Başını salladı. Mola bittiğinde artık son düdük de çalmıştı. Parkur dağıtıldı. Taşları toplayan iki er, eski çizgilerin üstünden yürüdü; tebeşirin soluk izi rüzgârda hafifçe silindi. Dönüş yolunda tel örgünün ardındaki boşluğa bir kez daha baktım. Aynı boşluk, aynı çizgi, aynı sessizlik. Yürüme sesimiz, günün geri kalanına kısa bir köprü kurdu. Revirin kapısından içeri girince içimdeki metronom yeniden eski hızına döndü. Antiseptik ve metal kokusu bir kez daha. Faruk dinlenme yatağından kalkmış, yüzü açılmıştı. Serhat, omzunu askıda tutarken “Sancı var ama dayanılır,” dedi. “İyi.” Bir ısı çizelgesi; bir ağrı skalası. Kağıt, kimsenin sesi yükselmeden konuşmanın yoludur. Dr. Kemal, “Yemek arası,” dedi. “Triajda Deniz. Karakaya, kayıtlar sende.” Dosya, kalem, saat. Zamanı cümleye çeviren küçük iş. Kantinde kalabalık, yemek tepsilerinin metalik tıklamalarıyla bölünmüştü. Ben köşede bir masaya geçtim. Çorbanın buharı gözlüğü olanların camını bulandırıyor, sonra buğu çekiliyordu; görünürlüğün küçük bir provası gibi. Deniz yanıma oturdu. “Omuzdaki Serhat iyi olacak,” dedi. “Korkudan daha hızlı iyileşir bazıları.” “Bazıları,” dedim. Kaşığın içindeki çorba hafif titredi. “Bazıları da korkuyu yok sayar. En çok onlar düşer.” “Düşmeyi öğrenmişsen, kalkmayı da öğrenmişsindir,” dedi. “Öğretir burası.” “Biliyorum.” Köşede, farklı bir masada Ali oturuyordu. Eren ile kısa cümleler, kısa bakışlar. Bazen iki kelime konuşuyorlar, sonra bir süre hiçbir şey söylemiyorlardı. Sözün bitmesi, sessizliğin başladığı anlamına gelmiyor; bazen sessizlik, ikinci bir cümledir. Yemekten sonra revir yeniden doldu. Diz sıyrıkları kurudu, bantlar köşelerinden hafifçe kalktı. Bir asker, parmağındaki yüzüğü çıkarmaya çalışırken derisini çizmişti; yüzüğü sabunla kaydırıp çıkardım, küçük bir pansuman. “Kumarda kaybeden yüzük çıkarır,” dedi gülerek. “Burada kumar yok,” dedim. “Kaybetmek lüks.” Saat üçe yaklaşırken, Zeynep içeri girdi. “Alan değişmedi,” dedi. “Batı hattı kapatıldı. Yarın sabah bakım yapılacak. Bugünlük revirde kalın.” Gözleri, yüzümde kısa bir süre durdu; belki yorgunluğu ölçtü, belki ritmi. “İyi iş,” dedi, kendi dilinde nadir kullanılan iki kelime. Dr. Kemal masasının çekmecesini kapattı. “Son kontrolleri yap, sonra kısa bir dinlenme al,” dedi. “Gece nöbeti yok. Yarın erken başlanacak.” “Peki.” Pencereden dışarı baktığımda hava daha da solgundu. Gökyüzüyle zemin arasındaki çizgi, bir kalemin hafifçe bittiği yerdeki solukluk gibiydi. Revirin koridorundan geçen birinin adımı, kapının yanında duran saatle aynı anda vuru yaptı. O küçük eşzamanlılık, günün bittiğini değil, biraz daha devam edeceğini söyler. Lavaboda ellerimi yıkadım. Suyun sesi kısa bir perde gibi odamın dışında kalan her şeyi örttü. Aynaya baktım bu kez; gözlerim kendi gözlerimi tanıdı. Zinciri tişörtün içine daha derine gömdüm. Görünmeyen şeyler daha kolay taşınıyordu; ama ağırlıkları değişmiyordu. Masama döndüğümde, bir rapor kâğıdının kenarını düzeltirken fark ettim: kapı eşiğinde birinin gölgesi. Başımı kaldırdım. Ali. Eşiği yine seçmişti. “Revir,” dedi, “yarın sahada sağlık brief’ini sen ver.” Ses tonu ‘neden’ istemiyordu. Ama ‘neden’i zihnim yine de sordu. “Anlaşıldı,” dedim. “Bugün üç vakada hızlı karar verdin. Hızlı ve sessiz.” Bakışlarında, bir şeyi yoklamakla bir şeyi beğenmek arasındaki ince, kararsız çizgi. “Ses, bazen vakayı büyütür,” dedim. “Bazen de küçültür.” Bir an sustu. Sustuğunda, revirdeki saat daha net duyuluyordu; tik taklar cümlelerin arasına girip sırayı koruyordu. “Yarına hazırlık yap,” dedi sonunda. “Doktorla koordine ol. Ekipman listesi kısa olacak. Fazla, hız düşürür.” “Biliyorum,” dedim. “İyi.” Başını azıcık eğdi. Gitti. Gölgesi kapıdan çekilince bir süre olduğum yerde kaldım. Cümlelerin bıraktığı küçük taşlar içimde yer değiştiriyordu. Yarın. Brief. Kısa. Hızlı. Sessiz. Defteri açıp, bugünün son üç satırını yazdım. Vaka—saat—işlem. İmza attım. Kalemi, masanın kenarına paralel bıraktım. Revirin içindeki ışık, akşamın soluk ışığıyla karışırken, pencereden içeri giren soğuk son bir deneme yaptı; perdeyi hafifçe oynatıp sustu. Koridordan geçip kapıya vardığımda, durup dinledim. Uzakta postallar. Daha uzakta, belki motor. En uzakta, hiç kimsenin sesi. Hep aynı. Kapıyı çekip kilitledim. Metalin hafif tıkı, günün son noktası gibi. Avuçlarımı ceplerime soktum, başımı hafif eğip yürüdüm. Tel örgünün yanından geçerken boşluğa bakmadım bu kez. Boşluk, bazen seni geri çağırır. Bazen de çağırmıyormuş gibi yapar. Lojmana dönmeden önce, kısa bir tur attım. Kapalı kapılar, kapıların üstünde küçük numaralar, numaraların ardında nefesler. İçimden bir cümle geçti, kimseye söylemediğim: Kapılar içindir eşiği hatırlamak. Yarın için gereken listeyi zihnimde saymaya başladım. Dikiş seti… splint… buz paketi… serum seti… glukometre… Oksimetre… minimal ama tam. Her kelime bir malzeme gibi. Ağızda tartıp, fazla olanı bırakacaksın. Sessizce yürürken, içimde bir metronom daha başladı. O metronomun adı intikam değildi; o, daha sakin bir şeydi. Düzen. Düzenin içindeki sızıntıyı ancak düzenin kendisi saklayabilirdi. Ben, saklamayı seçen taraftaydım. Şimdilik. Kaldırımdan lojmanın kapısına varınca, anahtar, revirin kilidindeki gibi kolay dönmedi. Bir anlık direnç, sonra teslim. İçeri girip kapıyı kapattım. Sırtımı kapıya verip derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapatmadım. Gözlerim kapalıyken odanın şekli bozuluyor; açıkken her şey yerli yerinde. Masaya oturdum. Küçük defterimi açtım. Tek satır yazdım: “Yarın: sözler kısa, nefes uzun.” Defteri kapatıp başımı arkaya yasladım. Dışarıda, garnizonun düzenli nabzı, betonun altından bile hissediliyordu. Kendime, duyulmayacak bir sesle konuştum: “Kapılar, içeri girenleri değiştirmez. İçeride kalmayı seçenleri değiştirir.” Yarın, içerde kalmayı seçtiğim her dakikanın hesabını tutacaktım. Sonra, susmayı seçtim. Sessizliğin de bir prosedürü var. Ve ben prosedürlere sadık kaldım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD