1. Bölüm
Ufuk Gülen, hayatı boyunca gerçekleşmesini istediği en büyük emelinin bu kadar hızlı olmasını ummuyor olsa da, genç yaşta kaymakamlık makamına oturmuş olmaktan memnun; görevini layıkıyla yerine getirmek çabasındaydı. Hayatında ilk kez geldiği, Orta Anadolu şehirlerinden birinde, ilk görev yeri ilçe de; kendisinden önce görev alan eski kaymakama ait efsane sözlerin üzerine ve halkla bütünleşmiş tarafından ötürü seviliyor olmasına karşılık benimsenmek derdinde de değildi. Ellili yaşlar da olan Celal Bey, eskiden olduğu gibi gene Kaymakamlık binasında Kaymakam'ın özel kalem memurluğunu yaptığından ve bu işi son on bir yıldır başka kimseye kaptırmadığından Ufuk "Toy Kaymakam" dedikodularına ilişkin halkı itaate yöneltme konusunda ki kaygılarını dahi bu adamla paylaşıyordu. Belki o olmasa, bu üç ay içinde etrafın bu kadar saygısını kazanmak kolay olmayacak, Belediye Başkanı ile yaptığı ilk görüşme de o adam için de kolay lokma görünüşü çizmesi kaçınılmaz olacaktı. Ancak, Celal öyle bir memurdu ki; bir memurdan daha çok yıllardır işlerini yürüttüğü eski Kaymakamların sağ kolu gibiydi. İşin her türlü inceliği ondan sorulur, kime nasıl davranılır bilirdi, hatta Ufuk için üç yıllık eğitim sonrası getirildiği görevde daha çok eksiğinin olduğunu düşündürecek kadar çok şey biliyordu Celal. Öyle ki, neredeyse babası yaşında olan bu adama ziyadesiyle güvenmişti Ufuk. Hatta belki de koltuğuna yakışmayacak bir tutumla son zamanlarda kendini meşgul eden bir derdini bile açmaktan kaçınmayacaktı ona. O gün, göreve başladığının tam üçüncü ayında, özel kalem memuru ile konuşmaması gereken bir mevzunun hazırlığı içinde odasında rahatsızdı Ufuk. Şöyle ki, günler önce Ufuk Gülen hayatının aşkı ile tanışmıştı. Henüz buna aşk demiyordu elbette... Aşkı bilmeyen her yabancı gibi, kendisinde bıraktığı tesirlere kapılmış; kendi kendine erken tanı ile tedavi olmak istiyor gibiydi.
Günler önce, İlçe Belediyesi Halk Eğitim Merkezi'nin verdiği el sanatları eğitiminin sergisinde gördüğü lacivert bakışlı o kız... En çok kaç yaşında olabilir diye defalarca düşünmüştü Ufuk Gülen. Hiç güzel kız görmemiş gibiydi kalbi, gördüğü andan itibaren kalbi sadece o lacivert gözleri sunuyordu gözlerinin önüne. Sanki unutma diyordu, sanki hep hatırlasın da heyecanlansın istiyordu. Böylesi bir duyguya şahit olmadığı için kalbi bu kadar aceleciydi. Hiç çapkın bir adam olmamış olmasıydı elbette bugünler de yaşadığı duyguya bu kadar yabancı olmasının nedeni. Geç kalmıştı belki de bu işler için? Öyle yirmi sekiz yaşı bir kaymakam için çok erken, bir aşık için çok geç olabilirdi. Saniyeler evvel çağırdı memuru Celal Bey, tam önünde duruyordu; ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş emredilmesini beklediği buyrukları dinlemeye hazır bir halde. Önce ondan oturmasını istedi Ufuk. Celal Bey, Kaymakam makamında oturmaktan tedirgin olunca da ısrar etti. Elbette as üst ilişkisini tanımalıydı herkes ama Celal Bey'e daha ilk günden sorduğu tüm çömez sorularla yok olmadığıysa bu ilişki asla da yok olmazdı. Bir kere adam devlet işinde de sosyal hayatında da büyüğünü tanıyacak kalite de bir adamdı. Asla olduğundan fazlasını göstermeyecek kadar dürüst olduğuna daha ilk, üç dört gün içinde kanaat getirmişti Ufuk. Yanılır mıydı bilmiyordu ama yanılmamaya ihtiyacı vardı.
"Nasılsınız Celal Bey, bugün?" diye başladı Ufuk söze. Koskoca Kaymakam Bey, düpedüz gönül ilişkilerini babası yaşında bir adama açacak değildi. Öğrenmek istediklerini el altından öğrenecek belki zamanı geldiğinde bu meseleyi de ilk Celal Bey'e açacaktı ama şimdi değildi.
"Teşekkür ederim, Kaymakam Bey; elhamdülillah iyiyiz sizler nasılsınız?"
İlk günden itibaren adamın inançlı tarafının farkındaydı Ufuk. Kimseyi inancı ile yargılayan kimselerden olmazdı ama Celal Bey'de en sevmediği taraf sadece buydu. İlla ki hangi dine mensup olduğunu ilan eden bir dili varmış gibi konuşunca hoşuna gitmiyordu Ufuk'un. Elhamdülillah yerine iyi olduğunu başka şekilde dile getirmesini tercih ederdi. Ancak, bundan hiç bahsetmeyecekti! Belki zamanla bundan çok hoşlanmadığını söyleyebilirdi ama böyle bir ilçe de adının dinsize çıkmasını istemezdi Ufuk. Kadınların örtülü, cuma vaktinde sokakların bomboş olduğu, hacı amcaların ellerinde tespihleri ile gezindikleri, kahveler yerine cami önlerinin dolu olduğu, içki satılan bir kaç yerinden de ilçenin dışında oluşundan biliyordu ki Ufuk; ilk görev yeri cidden bağnaz insanların oluşturduğu bir yerdi. Dolayısıyla, dinsiz olmaktan daha çok anılmak istediği tarafları vardı mutlaka.
"Ben de iyiyim, " derken Ufuk, hal hatır kısmını direkt atlamaktansa kısa kesip devam etti: "Size bir şey danışmak isterim Celal Bey?"
"Estağfurullah Kaymakam Bey?"
Adamın bu özelliğine alışmayı ummaktan başka çözüm yoktu Ufuk için. Bir an önce hemde!
"Şu Belediyenin eğitim verdiği halk eğitim merkezinin sergisinde gördüm ki Belediye çok iyi iş çıkarmış. Başkan Bey'ler de yarım elma gönül alma bir hediye verdiler o gün bana, çini atölyesinde işlenmiş şahane bir tabla?"
Celal tebessümle bekliyordu adamın meseleyi nereye getireceğini? Çini tabladan da, Kaymakama hediye verildiğinden de haberdardı. Adam böyle uzun uzun anlatırken onu bulunmadığı sergiden haberdar etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Ama asıl amacı bu muydu emin de değildi Celal, sabırla beklemekten başka da yolu yoktu sanki.
"Öğretmen Hanım ile de tanıştık o gün, yıllarını bu işe vermiş sanatkar bir bayan kendisi."
"Zeliha Hanım?" diye adamın sözünü kesince bir an aşırı davranmış olabileceğini düşünüp, zaten ucunda oturduğu koltuktan daha bir rahatsız oldu Celal. Hemen başını eğdi, gözlerini kaçırdı Kaymakamdan...
"İsmi buydu galiba, tanır mısınız kendisini?"
Celal Bey, uzun uzadıya bahsetmeyi bir an içinden geçirse de sadece sorulana cevap vermeyi uygun buldu ve:
"Tanırım." dedi.
"Küçük yer olduğundan mı herkesi tanırsınız Celal Bey, buralarda sevilen kimsesiniz o yüzden mi acaba?"
Ufuk Gülen, övmeyi bilmezdi aslen... Adamın tanıdıklarının bolluğu asıl öğrenmek istediği nokta da umudunu arttırıyordu. Bu meseleyi Celal Bey ile konuşma kararını doğru bulduğu saniyeler içinde adam mahcup bir edayla verecek bir cevap bulamamış karşısında kıvranıyordu:
"Anladım Celal Bey, siz sevilen birisiniz buralarda." diye ekledi Ufuk. Bir kaç ayrıntıya rağmen Ufuk da seviyordu bu adamı. Öyleyse biraz daha yakınlaşmalarında sakınca yoktu.
"Size bir şey danışmak istiyorum, bana verilen çini tablanın köşesine sanatını icra eden öğrenci küçük bir imzasını iliştirmiş tablanın ucuna, R harfi ile birlikte bir de K harfi sadece... Öğrenci ile tanışma imkanı bulamadım, kendisine teşekkür etmek istedim; zira, ne kadar yetenekli olduğu tablanın her noktasından belli oluyor. Sanatına hayran kalmamak elde değil. Siz tanıyor musunuz öğrenciyi?"
Ufuk, genç kızın tezgahın arkasında dümdüz koyu kestane saçlarını beline kadar salmış, lacivert gözleri ile tebessüm ederek bakışını bir kez daha hatırladı. Zeliha Öğretmen, tablanın sahibinin tezgahın ardında ki kız öğrencilerinden en yetenekli olanının elinden çıktığını, bunu da ona layık gördüklerini söylemişti. Soramamıştı Ufuk adını ama Zeliha Öğretmen, öğrencisinin Kaymakam tarafından dikkat çekmesini istercesine: "Gel kızım." diye o lacivert bakışları kendine yakınlaştırmaya başladığında, Ufuk Başkan'ın bu işe pek sıcak bakmadığını hissettiren acele tavırları ile yemeğe geçmelerini teklif etmişti. Lacivert bakışlı kızın tablası elinde, gözlerinin her haresi yüreğinde Başkan'ın önünden açılan yoldan geçerken Ufuk, sadece bir saniye daha kalabalığın arasından başını çevirmiş, Zeliha Öğretmen'i orada öylece bırakan Başkan'a haddini bildirmekte geç kalmış olduğu için kendine kızıp durmuştu. Bu işlerde acemi olduğunu, kendisini daha şimdiden yönetmeye kalkan Başkan'ın aşırı tavırlarını bırakıp lacivert bakışlı kızın peşine düşmesinin anlamsızlığını ise önemsemiyordu bile.
"Tanırım Kaymakam Bey."
Adam, tanırım demişti... Her zaman ki gibi, sadece sorulana cevap verip susmuştu ama Ufuk'un gözleri adama sabırsızlıkla dikilmişti, daha fazlasını söylemek zorundaymış gibi. Aralarında oluşan üç beş saniyelik süre içinde Ufuk pes edip: "Kimdir Celal Bey?" diye sordu. Celal Bey, gurur duyan bir ifade ile: "Kızımdır Kaymakam Bey!" dedi.
***
Kaymakamın o ilçede ki en zor ilk imtihanı lacivert bakışlı güzel kızın işine en çok yarayan personelinin kızı olduğu andı. Ne söylese, söylediklerini nasıl sürdürse adama haksızlık edecek, kendine göre çocuk yaşta sayılan kızına karşı günlerdir düşündükleri yüzünden ifşa olacak gibiydi. Başını olumlu mana da sallarken, zoraki gülümsedi: " Demek ki sizin öyle yetişkin bir kızınız var?" diyecek olsa da sözünü hemen toparladı ve: "güzel sanat icra eden bir evladınız var?" diye sordu. Celal Bey, daha bir gurur duydu kızı ile ve : "Elinizden öper Kaymakam Bey!" dedi. Vursun isterdi belki Ufuk bu sözün yerine adam, ya da "Bre densiz sen benim kızımın adını ağzına nasıl alırsın?" deyip ortalığı yıksın da isterdi. Öyle her şey daha kolay olurdu, adam hakkında bir tutanak tutturur sonra da onu görevden alıp yerine genç bir kız babası olması ihtimali olmayan genç bir erkek hayır hayır genç bir bayan memur alırdı.
Buna gerek var mıydı peki?
"Sağ olsun." dedi usulca Ufuk, zor da olsa ellerinden öptürme kısmını kabul etmişti sanki. Celal de, gencecik adama böyle hitap ettiği için bir an kendine içten içe kızsa da insanların saygıdan da el öpülebileceğini, her eli öpülenin yaşlı olmadığını düşünmeye başladı. Netice de çok genç de olsa adam Kaymakam'dı. Bu zaman da kimse yirmi sekiz yaşında Kaymakam olmazdı ki. Ya da olurdu ama Celal hiç bu kadar genci ile çalışmamıştı. O gençken de yaşlıyken de... Yıllarca, Kaymakamlık binasında nüfus cüzdanı bastığı yıllarda dahi Kaymakam babası yaşındaydı, şimdi de kızının elini öpüyor olduğu bir kaymakam oldukça normaldi.
"Kendisine benim adıma teşekkür edin Celal Bey; yaptığı işi şevkle yaptığı için, sanatı ve yeteneği için tebrik ederim kendisini." dedi. Adam, aklında ki endişeleri anında savarken koltukları kabarmış bir halde Kaymakam Bey'in istediğini yapacağından bahsedip müsaade istedi, Ufuk da adama müsaade verirken atladığı bir noktayı tekrar sormak gafletine düşüp:
"Kızınızın adı neydi Celal Bey?" dedi, adam sorgular bakınca da ekledi: "Tablanın üzerinde ki K harfini anlamdıracağım artık ancak Korkmaz soy ismine sahip çini ustamızın ismi nedir bilmek isterim?"
Celal, böylece gözüne daha anlaşılır gelen meseleye açıklık getirmekten tereddütsüz:
"Reyyan efendim, kızımın adı Reyyan!" dedi.
***
Reyyan, ablasına ısrar etmekten bir an vazgeçse de bu kadar istediği bir şeyden caymak konusunda ablasını ikna etmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Ondan başka çaresi yoktu sanki, babası ölür de sebepsiz yere dışarı çıkmasına izin vermezdi. Eğer ablası onu bir kaç saat idare ederse, babası aradığında odasında veyahut ilmihal çalışıyor derse; kandırabilir, hiçbir şeyden şüphelenmesine meydan bırakmadan Reyyan da böylece evine geri dönebilirdi. Ancak, gene de ablası Melek'i babasından gizli bir şey yapmaya ikna etmek zordu. Zaten Melek böyle biri olduğu için babaları o evde bu kadar baskın bir adam olabiliyordu. En küçük bir mesele de Melek'i örnek gösterip: "Ablan gibi ol, Reyyan; en azından onun kadar ol!" diye sitem ediyordu. Reyyan, ablası gibi olmak istemiyordu. Dört duvar arasında, bir kız kurusu olarak ailesinin refahı, mutluluğu için çabalamaktan; kendine, aynaya, hayata bakmaktan aciz olmak istemiyordu. Hayatının ne kadar kısa olduğunu anneleri onu doğururken onlara ispatlamamış mıydı? Öyleyse neden bu hayatı bu kadar zindan edecek kurallarla yaşıyorlardı ki? Hepsinin gözlerinde adeta fani dünya için nefes almayı bile gereksiz kılacak o inanç vardı. Elbette, Reyyan inançsız değildi. Öyle ya babasının sürekli öğüt verdiği; "Hayırlı kul!" olma yolunda ki yönlendirmeleri sayesinde insan nasıl inançsız olabilirdi ki? Ufacık bir hatada kendini hayırsız kul ilan edip kırk tas su ile yıkanmak istemez miydi? Altı üstü gizli saklı üç kız arkadaşı ile sinemaya gideceği için gecelerce Allah'a dua edip onu affetmesini isteyecek olması da bu yüzdendi işte. Babaları günah çizgisini öyle net çiziyordu ki, Reyyan gene babasından duyduğu o tövbe kapısının kilitlerinin sımsıkı olduğunu sanıyordu.
"Bu filmi görmeyi çok istiyorum Abla, nolur izin ver? Ölümü gör!"
Bu artık son cümlesi olmuştu Reyyan'ın... Kız kardeşine anne olmuş bir ablanın, annesini çocuk yaşta kaybetmiş bir biçare kızın, kız kardeşinin ölüsünü görmeye dayanması mümkün değildi. Reyyan, bunu hep son nokta da kullanır ve kazanırdı ama her defasından sırf bu yüzden daha çok vicdan azabı çekerdi. Babasını çini öğrenmesi konusunda ikna etmesi de bu sebeple olmuştu, liseyi açık öğretim yerine normal lise de okumak istemesine destekçi olarak ablasını da gene bu sebeple hazır kılmıştı.
Cemal ise,kızlarının sırf daha erken yaşta evlerinde Kuran okuyan, namazını kılan, dindar bir kız evlat olarak, helal süt emmiş bir adamla evlenip, layıkıyla islamı yaşayan hanımlar olmalarını istediği için, eğitimlerini açık derslerle vermelerini istiyordu ama Reyyan en azından liseyi normal öğretimle okumaya ikna ettiği babasını şimdi de üniversite sınavlarına girmeye ikna etmişti. Babası: "Sen bilirsin kızcağızım, üniversiteye de gideceksin, örtünmeyeceksin, madem böyle yaşamak isteyeceksin akıl baki bir yetişkinsin artık kendin bilirsin demişti. Reyyan, örtünme kısmını sürekli ertelerken, babası da bu konuda söz etmeyi artık bırakmıştı. Kızının içinden gelmediği sürece örtünmesini de istemiyordu zaten. Böyle olduğunda, kalben istemediğini yaptırmak riyakarlığına düşmek istemiyordu Celal. Eğer, kızı okuyacaksa eğitim öğretim hayatında baş örtü sorunu varken bu konuda ısrarı da anlamsız kalıyordu nasılsa. Artık, en azından öğretmen olup çocuklarına ilim öğreten biri olsun ister olmuştu. Elbette, Reyyan bunu istemediğinde yapmayacaktı ama Celal gene de ondan önce onun için istemeye başlamıştı. Reyyan'ın, Melek'e göre hep bir ölçü daha itiraza elverişli olması Celal'i bazen karısının ölümünden sonra doğar doğmaz yetim kalan kızına karşı imtiyazlı davrandığı endişesine itse de, iki kızı arasında ayrımcılık yapmadığına bir şekilde tekrar kendini ikna ediyordu.
"Sadece iki saat." demişti Melek, kız kardeşine izin verirken içinden de dua ediyordu babasına yalan söylemek zorunda kalmamak için. Reyyan, havalara sıçramıştı adeta... Hayatında ilk kez sinemaya gitmiyordu ama çok kez gittiği de söylenemezdi. Ablasını bir kez daha kendi cephesine çekmenin sevinci ile, koşar adımlarla arkadaşlarıyla sinemaya varmadan sallanan köprüde buluşup, daha ucuz olduğu için sinema binasının karşısında ki kuru yemişçiden mısır patlağı alarak girmişti salona. Film, o hep okuduğu romanlarda ki aşkı anlatıyordu. Arkadaşları, bu sıralar televizyonda dönen bir diziden esinlenildiğinden bahsediyorlardı ama Reyyan evlerinden televizyon olmadığı için bu diziden haberdar değildi. Film bittiğinde hepsinin gözleri ağlamaktan şişmişti, biraz kafa dağıtmak için birlikte gazoz içmeye gidecekleri planına geçtikleri sıra da Reyyan da ablasını daha çok sıkıntıya sokmamak için onlara katılamayacağını söyleyip evin yolunu tuttu. Aklına, halen filmin sonunda veremden ölen genç kız gelirken ara ara burnunu çekerek yol boyunca ağlamaya devam ediyordu Reyyan. Genel de her yere yürüyerek ulaşımı sağlanan ilçe de, onu ağlayarak gören kimse olmasın diye de bile bile ara sokaklardan geçiyor bazen de ağlaması şiddetlenince bir duvar dibine çöküp iyice bir ağlıyordu. Her gittiği filmden böyle etkilenmesine ablası hep kızıp, hayat meşgalelerine kafasını yorduğu kadar ahireti, ölümü, kabir azabını düşünmediği için laf soktuğundan eve gitmeden bu veremden ölen kızı unutmak istiyordu ama unutamıyordu. Yeşil gözlerini en son aralayıp da: "Bensiz mutlu ol sevgilim!" dediği anı unutamıyordu. İçi dışına çıkana kadar ağladığı o duvar dibinde onu kendine getiren şey ise, yabancı bir erkek sesi oldu:
"Neye ağlıyorsun bu kadar?"
Sıçrayarak ayağa fırladığı duvar dibinden uzaklaşırken hemen önünde duran aracı görüp, aracın şoför koltuğunda ona bakan diğer adamla birlikte karşısında duran tanıdık yüze ait yabancı sese dikkat kesildi. Kimdi bu adamlar? Takım elbiseli adamın gene takım elbiseli şoförü olduğuna göre önemli birileri oldukları kesindi. Reyyan, bir çocuk gibi bluzunu avuç içlerine kadar çekiştirdiği kolları ile gözlerini silerken, ne kadar dağılmış göründüğünü hiç önemsemeden: "Önemli bir şey değil." deyip, onların yanında uzaklaşmayı istedi. İstedi istemesine ama aracın dışında ki adam tekrar durdurdu onu:
"Bir sıkıntın varsa yardımcı olabilirim Reyyan?"
Adamın, kendi adını bilmesi önce pek tekin gelmedi genç kıza. Onun adını bilecek kadar ona yakın olabilir miydi bu adam? Öyleydi ise neden yüzü tanıdık ama herhangi bir sıfatı hatırlanabilir değildi onda... Dikkat kesildi adamın yüzüne ve o anda ne kadar aptal olduğuna karar verdi? Koskoca devlet erkanı önünde duruyordu da o salya sümük ağlıyordu! Ne diyeceğini şaşırmış bir halde, panikle:
"Özür dilerim." dediğinde, yanlış hatırlama ihtimalini sorguladı kendinin. Koskoca Kaymakam yol ortasında ağlayan bir vatandaşı teselli edecek kadar vicdanlı olamazdı ki? Acaba o da veremden ölen o kızcağızı biliyor muydu?Filmi görmüş müydü? Kaymakamlar sinemaya gider miydi? Bu yaşça diğerlerinden genç olduğuna göre gidiyor olabilirdi. Gene de liseli ergenlerle gitmemiş olduğu aşikardı! Gerçi adamın evinde televizyonu da olmalıydı. Kaymakam lojmanının büyük olduğunu bir kaç kez duymuştu babası anlatırken. Devletin bakım yaptırmadığından dem vururken, gelen kaymakamların yaşamakta zorlandıklarını da biliyordu. Evin sallanan köprüyü geçtikten sonra ki tepenin başında olduğunu hatırladı Reyyan, yeri çok güzeldi; tüm ilçeyi en tepeden görüyordu. Biraz bahçesi bakımsızdı falan ama kocaman bir avluda insan her şeyi yapardı. Belki bu kaymakamın karısı begonyalar ekerdi bahçeye. Kaymakamın karısı var mıydı ki?
"Ne için özür diliyorsun?"
Düşüncelerinden sıyrılmakta zorlandı adeta Reyyan, adam karşısında sohbet ediyor gibiydi. Acaba babasından ötürü mü ilgileniyordu onunla? Bir anda korkuyla gözlerini kocaman açtı Reyyan, koskoca kaymakama az kalsın iş birliği teklif edecekken toparladı aklını ve:
"Siz beni tanıyor musunuz?" diye sordu. Zeliha Öğretmen, onu kaymakam ile Celal Bey'in kızı diye tanıştırıp, il de ki sergi için destek isteyecekken başkanın her zaman ki işgüzarlığı ile sahnenin ortasında kaldığı anı hatırladı. Adam, onu tanıyor olamazdı ki?
"Tanıyorum. Peki sen beni tanıyor musun?"
"Rica ederim, babama böyle sokak ortasında ağladığımdan bahsetmeyin. Üzülür! Ya bilemezsiniz ne kadar üzülür!"
Reyyan, asıl meseleye balıklama daldığında birbirlerini tanıyıp tanımadıkları hiç önemli değildi. Neyse neydi, babasına gidip de kızının bir derdi mi var diye sormasındı da bu adam, istiyorsa sülalesini tanısındı.
Ufuk, hafifçe gülümsedi... Kız biraz safçaydı! Belki yaşı gereği böyleydi, belki de tıpkı babası gibi akça pakça gönüllü bir şeydi. Öyle ya adam her geçen gün ne kadar temiz niyetli biri olduğunu ispatlamıyor muydu ona? Kızı da tıpkı kendisi gibiydi işte... Sergide gördüğü, nizami kıyafetli, hanımefendi ve ağır duruşunun aksine şimdi derbeder bir aşık gibiydi. Bir an bu düşünce ağır geldi Ufuk'a, makamına inat kızın sevgilisi tarafından terk edilip edilmediğini sormak istiyordu adeta. Gülümseyişi yüzünde solarken:
"Merak etme, babana söylemem," dedi. Sonra da kızın yüzünde ki rahatlamayla aklındakileri unutup: "Seni üzen neyse, bu kadar takma kafana, gençsin daha hepsi geçer." dedi. Gençliği ile ilgili öğüt veren bir devlet adamı olarak, yapması gerekenin bu olup olmadığını sorguladı. Şu an makamının ne önemi vardı ki, dikiz aynasından izleyen şoförün kendince düşüneceklerini de hesaba katmazsa sokak ortasında takım elbiseli, resmi plakalı bir aracın başında dikilen biriydi işte... Reyyan, adamla muhabbeti uzun tutmamak için başını sallarken Ufuk ekledi:
"Hem, benim senin kadar yetenekli parmaklarım olsa kimsenin beni ağlatmasına izin vermezdim."
Reyyan'ın o anda şaşırdığını görebilmişti Ufuk. Kız, adamın iltifatından ya etkilenmişti ya da aşırı bulmuştu? Bu ikilemle mücadele ederken kızla karşı karşıya kalmak istemediği için sessizce aracına geçip şoföre devam etmesini söyledi. Reyyan, kaymakamın ardından bakarken gülümsediğinin farkında bile değildi. Adam tuhaftı, sadece bu kadar genç bir kaymakam olmasının dışındaydı üstelik de tuhaflığı! Kursta ki kızlardan bazılarının görüp de ne kadar yakışıklı diyerek iç geçirdikleri genç kaymakam ile az evvel ki konuşmalarını düşünürken yürümeye başladığında aklında ne veremli kız, ne de onun hazin ölümü vardı!