Ufuk Gülen, o günden sonra makamında dahi laciverde bürünmüş göz yaşlarını düşünürken buluyordu kendini. Reyyan'ın neden ağladığını hep merak eden tarafı bir şekilde Korkmaz ailesi hakkında bilgi edinmeye itmişti onu. Kah Celal Bey'in kendisinden kah da şoföründen sorguluyordu onları. Celal Bey'in hanımının küçük kızının doğumunda vefat ettiğini, adamın karısı öldükten sonra bir daha evlenmeyip kendini çocuklarına adadığını, büyük kızının küçüğüne annelik, eve hanımlık yaptığını; sırf bu yüzden evde kaldığını, Celal Bey'in ise küçüğüne hep bir nebze daha imtiyaz gösterdiğini şoföründen öğrenmişti. Reyyan'ın ilçede ki Anadolu Lisesi'ni iyi bir dereceyle bitirdiğini, bu yıl üniversite sınavlarına hazırlandığını, aynı zamanda çini sanatına ilgili olduğunu ise Celal Bey'in kendisinden öğrenmişti. Yıllar sonra tek başına birey olduğu, kendisini belki de ilk kez kilometrelerce uzakta da olsa babasına ispat ettiği makamında Ufuk, bir kız çocuğunun aklıyla dağılmış olduğunu kabul ettiği gecelerin sabahına daha dinç aydınlanmış uyanıyordu. Altı üstü iki kez gördüğü, ağlak bir kız çocuğu için aklı fazlaca meşgul olduğundan, bir kararı verirken mutlaka Celal Bey'e halen danışıyordu. Celal Bey'de fikrini beyan ederken, kaymakamın eksikliği yokmuş da sanki tevazudan onun fikrini alıyormuş gibi lanse edip kibarlık ediyordu. Bu yüzden de daha çok seviyordu bu adamı Ufuk. Belki Reyyan'ı dünyaya getirmiş bir adam olduğu için de artıyordu sevgisi ama gerçek olan şuydu ki babasını kızından çok daha tanıyordu.
O gün gene bir işi danışmak için makamına buyur etti Celal Bey'i ve adama oturmasını telakki edip: "Size bir orta şekerli kahve söyleyeyim Celal Bey?" dedi. Celal Bey, kuru dudakları ile elini kaldırıp:
"Teşekkür ederim kaymakam bey; niyetliyim ben." dediğinde, Ufuk Ramazan ayı ile ilk kez o ilçe de ve Celal Bey'in kurumuş dudakları ile tanışmıştı. Adam niyetliydi! Bunun tam olarak ne demek olduğunu önce idrak edemeyip sorgulayınca, Celal Bey ona:
"Bugün mübarek Ramazan-ı Şerif'in ilk günü Kaymakam Bey." demişti. Ufuk, oruç tutmanın gerekliliğini sorgulamak istese de, altı aydır adamın şükür dualarını, inşallah ya da maşallahlarını sorgulamadığı gibi bunu da sorgulamayı es geçti.
"Peki ne yapmak gerekir Celal Bey?" diye sordu. Celal Bey, kuruyan dudaklarını gererek: "Tövbe etmek, mübarek ayı layıkıyla geçirmek gerekir kaymakam bey." dedi. Aslında, bunu sormamıştı Ufuk ama gene de adamı kırmamak için üzerinde durmadı ve devam etti:
"Peki bir kaymakamın ne yapması gerekir Celal Bey?" dedi. Celal Bey, bu kadarına da icazet veremeyeceğini düşünüp ezilip büzülünce Ufuk ısrarla adamdan akıl istedi ve adam da iftarlar düzenlenebileceğini ama başkanın bunu zaten yaptığını, belki de zengine yedirmek yerine fakire dağıtmanın en münasip olduğunu söyledi.
"Peki o zaman Celal Bey, bu görevi size veriyorum. Bir bütçe ayrılsın ve ilçe de ki düşkün ailelere para ya da erzak yardımı yapılsın. " dedi. Celal Bey, durumdan memnun sadece iki saat sonra elinde bütçeyi gösterir evrakla geri döndü. Muhasebeye derhal hazırlatmış ve Ramazan ayının ilk gününden gerekli ailelere dağıtılması için acele etmişti. Kaymakam bey hiç incelemeden imzalarken bütçeyi Celal Bey'in memnuniyeti ile memnun olmuştu. Ramazan ayının o gün için Ufuk Gülen de anlamı memnuniyet olmuştu.
Geçen günler içinde, Celal Bey'in kuruyan dudakları oruç tutmaya daha da alışır olmuştu. Ufuk da, nizami olarak herkes oruç tutuyor diye, kaymakamlık binasından çay istemez, kahve pişirtmez olmuştu. Öyle günler geliyordu ki, kendisi de bir oruçlu gibi aç kalıyor, akşama kadar hiçbir şey yemiyordu ama gene de bu oruç tutmak denen şeyden bir şey anlamıyordu. İnsanlar ne diye kendine eziyet ediyorlardı aklı buna hiç yatmıyordu. Bu konular hakkında sorgulamaktan kaçındıkça mantığına yatsa da yatmasa da boş vermeyi adet edinmişti sanki. O gün de öğle saatlerinde Celal Bey gelip bir kaç evrak imzalattığında Ufuk, bayram için memleketine gideceğinden, bir kaç gün buralarda olmayacağından bahsetti adama. Ufuk için, bayram resmi tatilden ibaret iken Celal Bey bayram mevzu bahis olunca umut dolu biri oluveriyordu. Ufuk, bunu bir kez daha görünce adamı tekrar her zaman ki koltuğuna misafir etti. Adam oturdu bu defa daha bir alışmış halde ve sabırla bekledi bu defa hangi konuda sohbet etmek üzere olduklarını bilmeden. Ufuk, bu adama karşı her gün daha saygı duyan biri olurken, Celal de kaymakama karşı sevgi besler olmuştu.
"Celal Bey, hiç bayramlık sevinci yaşadınız mı?"
"Ben fakir bir terzi oğluydum Kaymakam Bey."
"Ben de varlıklı bir tüccar oğlu değildim Celal Bey! Bayramlığı hiç olmayan bir esnaf çocuğuydum, " dedi. Ufuk, karşısında ki adama babasından bahsedecek değildi. Aslında sanıyordu ki hayatı boyunca babasına kimseden bahsedecek değildi ama yanılıyordu. Öyle zaman gelecekti ki babasının gaddarlığı, bir lacivert gözlü çocuk ruhunda eriyerek unutulacaktı.
Celal Bey, kaymakamın sözleri üzerine bir söz eklemeden dinlemek üzere beklemeye devam edince, Ufuk lafı değiştirdi ve:
"Bugün benim evime iftara davetlisiniz Celal Bey?" dedi. Aslında evinde yiyecek bir şey yoktu, daha bir gün önce içtiği rakı şişesi bile ortalıktaydı ama babası ile hiç yapamadığı o içki sofrasında dertleşme fasıllarının hayalini Celal Bey ile iftar sofrasında gerçekleştirmek niyetindeydi.
"Aman kaymakam bey, size zahmet etmek istemem. "
"Bir Ramazan ayında ben de iftar sofrasında bulunmak isterim Celal Bey?"
"Öyleyse siz bize buyurun kaymakam bey! Bekar sofrasına yük olmaktansa bizim evde birlikte iftar sofrasına misafir olalım, Allah ne verdiyse; tabi siz münasip görürseniz."
***
Ufuk Gülen, hayatının ilk iftar sofrasına takım elbiselerinden kurtulmuş, elinde bir kutu dolusu baklava ile gidiyordu. Aslında bunu bile şoförüne sormuştu. İftar sofrasına ne hediye götürülürdü bilmiyordu zira. Biraz sonra Reyyan ile aynı sofra da yemek yiyecek olmanın ağırlığı, ilk iftar sofrasının heyecanına karışmıştı adeta. Üzerinde onu çok daha genç gösteren spor kıyafetleri, makam arabasını tercih etmeden yayan gittiği ev sahiplerine içi koşuyordu adeta. Celal Bey'in tatlı sohbeti, lacivert gözlü kızını daha yakından tanıma isteği her şey hayal dahi edemeyeceği yakınlıkta bekliyordu. Daha önce bir kaç gönül ilişkisi kurmadığı için pişmandı Ufuk. Keşke ona sarkıntılık eden kızlardan bir kaçı ile gönül eğlendirmiş olsaydım diye düşündü. O zaman bu kadar acemi ya da afallamış olmazdı işte.
Celal Bey'in evini tarifle bulmuştu. Otuz bin nüfuslu ilçe de birinin evini bulmak çok da zor değildi zaten. Köşeyi döndüğünde tarifte geçen yokuşlu köşe görünüyordu. Yirmi metrelik yokuşa açılan ahşap kapının önünde durduğunda, kapının bir zilinin dahi olmadığını görüp kapıyı tokmağı ile çaldı. Birazdan kapıyı açacağını sandığı lacivert gözlüsü yerine karşısında Celal Bey'i görünce önce bir şaşırsa da sonra adamın misafirperver tutumu ile elini sıktı, tatlısını uzattı; adamın uzattığı terliklerin yanı başına spor ayakkabılarını çıkardı ve Celal Bey'in yanında, geniş sofadan açılan ahşap kapının hemen üzerine asılmış çini tablayı gördü. Kendine hediye edilenden daha büyükçe; ancak, daha çok kırmızısı bulunan bir işçilik çıkarmıştı Reyyan.
"Buradan geçin kaymakam bey!"
Celal Bey'in, ahşap rengin açık tonlarında ki kapılardan geçirdiği -kaymakam bey; çoktan kurulmuş yer sofrasının bulunduğu gene el işlemeleri ile çevrili yastıkların ve minderlerin olduğu bir odaya girdi. Celal Bey'in gösterdiği yere sofraya geçerken adam da hemen yanına geçti. Evin nakışlı perdelerinden, duvarda ki ahşap kitaplığa doldurulmuş düzenli kitaplara, dolapların beyaz alçı boyasından, kilimlerin eski desenine kadar Celal Bey kokan evi tek tek inceledi Ufuk...
"Ezana on dakika var kaymakam bey?" diye başladığı sözüne iştirak etmeyen kaymakama rağmen devam etti Celal Bey. Adamın oruç hakkında bahisler ettiğini duyuyordu Ufuk, dinlemeyerek de ayıp ettiğini biliyordu ama aklı bu kadar Reyyan'ın olmayışında takılı kalmışken oturup hiç tutmadığı ve tutmayı düşünmediği orucu dinlemek istemiyordu. Oruçla ilgili ilgilendiği iki şey vardı; birisi iftar sofrasıydı diğeri de o sofranın sahip olduğu evin küçük kızıydı. Adamın sözünün devam ettiği sırada ince bir öksürük sesi ile uzun koyu renk bir elbisenin içinde omuzlarına kadar örtüsünü salmış genç bir kız girdi içeri; elinde bir tepsi içinde iki adet çorba kasesi vardı, başını hiç kaldırmadan çorba kaselerini diğer yemeklerin arasından sofraya bırakırken cılız bir sesle: "Hoş geldiniz!" dedikten sonra, usulca kalkıp çıktı odadan. Hem de Ufuk daha kızın kim olduğunu bile anlamadan. Başı örtülü kızın Reyyan olduğunu bile düşünmüştü ki, bu defa kapıya takılı kalan gözüne bir çift lacivert göze sahip gülen yüzüyle Reyyan ilişti. Genç kız, "Hoş geldiniz." derken kapı eşiğinden girmek için izin ister gibi bekledi. Ufuk, tebessüm etmesine engel olamayan yüzünün aydınlığından habersiz:
"Hoş bulduk." dediğinde, Celal Bey kızına küçük bir baş işareti yapıp:
"Getir kızım suyu yanıma bırak." dedi. Reyyan, küçük ayaklarını geçirdiği terliğinin ahşap zeminde bıraktığı ses ile odaya süzüldü, üzerinde ki şile bezinden dikilmiş ince elbise içinde bir melek edasında babasının yanı başına eğildi ve sürahiyi bıraktı. Sonra da bardaklara su doldurmayı teklif etti ama babası kendisinin yapacağını ifade edince melodik sesi ile:
"Allah kabul etsin." deyip çıktı odadan.
Ufuk, Allah'ın kabul etmesi gerektiği bir ibadeti olmamasına rağmen Celal Bey'in ardından: "Amin." derken ezan sesinin ilk sözlerini duydu. Ne yapacağını bilmez halde öylece bekledi. O gece sofradan kalkıp Celal Bey'in namaz kıldığı beş dakika içinde balkonda otururken bile halen o krem şile bezi elbisenin içinde ki sözleri düşünüyordu.
"Allah kabul etsin" demişti, hayatında ilk kez dua almıştı Ufuk, hem de böylesi bir melek gönüllü adamın melek kızından. Celal Bey'in, ayıp olması endişesiyle hızlıca kıldığı namazı sonrası yanına katıldığı anda konuşmaktan aciz olduğunu sezsin sezmesin diye önemsemiyordu bile.
Evlenme çağına gelen Melek yerine ortalıkta daha çok görünecek olmaktan memnun Reyyan, ablasının yaptığı kahvelerle balkona çıktığında yakışıklı Kaymakamın kendisi ile ilgili olduğundan habersiz babasının varlığı nedeniyle tedirgin olarak tepsiyi önce babasına uzatınca, adamın kaş işareti ile Ufuk'a yöneltti tepsiyi:
"Rica ederim Celal Bey, siz büyüğümüzsünüz burada makam olmaz, siz buyurun önden." deyince Ufuk, Reyyan orada bulunduğu sürenin uzamasından hiç tedirgin olmamış bir halde bu defa tepsiyi tekrar babasına çevirdi:
"Misafirsiniz Kaymakam Bey olur mu?" deyince Celal Bey, Ufuk kaşlarını kaldırıp:
"Öyleyse bundan sonra odamda kahvenin ilk size verilmesini isteyeceğim Celal Bey" deyip kahveyi tepsiden aldı. Babasının yanında kızının gözlerine bakamayacak olmasına içinden lanetler yağdırıp, Celal Bey ile bu kadar yakın olmanın doğru mu yanlış mı olduğunu sorgulayarak.
O akşam, ablası ile oturduğu salonun penceresinin önünde ablasının fark etmesine aldırışsız saatlerce kaymakamı izledi Reyyan. Bu kaymakamın kendisi için sıradan olmadığının çok da farkında olarak.
****
Bayram dönüşü, ilk geldiği günden farklı dönmüştü görev yerine Ufuk. Alışmış olmanın dışında özlemişti de o küçük ilçeyi. Belki gene haftalar geçecek ve Reyyan'ı göremeyecek, belki bazen sırf onun kızı diye Celal Bey ile arkadaşlık mevzusunu abartacak ama her seferinde adamın işi konusunda ehlileşmesine katkı sağlaması açısından müteşekkir olacaktı. Annesinin kaymakam oğlu ile övünmesi, babasının gene bir şekilde aradığı açıkları ile başa kakmacılık oynadığı bir bayram tatili sonrası yeniden hayatında ilk kez huzur bulduğu memleketteydi, Ufuk. Bilmediği bir gerçek daha vardı ki hayatının bir sonra ki evresinde burnunda tütecekti bu ilçe...
Günlerin birbirini kovaladığı zamanlar sonrası, sonbahar mevsiminin ortalarında artık Reyyan'ı görme umudunun hiç kalmadığı, bir şekilde onu hiç tanımadan görev süresinin dolup bu ilçeden gitmesi endişesiyle hayatının deliliğini yapacaktı Ufuk. Celal Bey'den küçük kızının dershaneye gittiğini duymuştu. İlçe de zaten bir tane dershane vardı ve Ufuk bir dershane önünde kız tavlama günlerini çoktan geçirmişti. Makam aracı ile nereye girse tanındığını bildiği için, biraz kırgın olduğunu söyleyip kendisini evine bıraktırdı. Önce üzerinde ki resmi kıyafetlerden kurtulup, spor bir şeyler giydi; sonra da yakalarını diktiği, başını içine gömdüğü bir deri ceket ile yüzünün solmaya başladığı güneşten korunmak derdindeymiş gibi güneş gözlüklerini takıp evden çıktı Ufuk. Bunu daha önce hiç yapmamış olması hiç yapamayacak olduğu anlamına gelmiyordu. Bir adamın için de bir ateş geç yanacaktı ise o da en deli taraflarını o ateşin yandığı vakitte kaymakam bile olsa ortaya çıkarabilirdi. Sadece bir kez sohbet edip, Reyyan'ın kalbinde, hayalinde büyüyen kız olup olmadığını tartmak istiyordu. Sadece on sekizinde bir acemi olduğunu bilse de, kendi ile onun arasında on yaş farkında en net hissedildiği basamakta olduğunu bilse de bunu yapacaktı. Kaymakam Celal Bey'in kızını rahatsız ediyor diyecek değillerdi ya... Şayet derlerse de hazırdı kafasında her şey Ufuk'un, Celal Bey'in küçük kızına talip olup evlenebilirdi. Adamın, büyük kızı için görücü kabul ettiğini biliyordu. Koskoca kaymakam gelince küçük kızı için de kabul edebilirdi. Evlilik için doğru zaman olmadığına eminse de Ufuk, Reyyan'ı görmenin başka yolunun olmadığını düşünmeye başlaması bu çılgınlığı bile yapmaya itebilirdi. Gerçi önce aşkını tartacaktı! Bakacaktı, hayalinde yarattığı Reyyan ile gerçeği aynısı mı; değilse aşkı baki mi, baki ise karşılığı var mı? Kızın kaymakam sıfatından korkma ihtimaline küçük bir lanet okurken yürüdüğü yolun sonuna gelmişti bile Ufuk. Dershanenin hemen karşısında kendine kamuflaj yaptığı bir söğüt ağacının arkasında beklemeye başladı. Dershanede ki öğrenciler birer ikişer çıkmaya başladıklarında, içlerinden Reyyan'ı bulmanın kolay mı zor mu olacağını tartmaya başladı Ufuk? Kızı tanıyacaktı ama bu kadar çocuğun içinden çıkarıp almak imkansız gibi bir şeydi. Nitekim saniyeler ve haftalar sonra Reyyan karşısındaydı. Kucağında ki kitapları düşecekler gibi sımsıkı tutarken, yanında hararetli bir şekilde konuşan bir kızı dinliyordu. Onunla dershaneden uzaklaşmaya başladığında Ufuk da onların arkasına çoktan takılmıştı. Şimdi ilçenin sokaklarını onlarla birlikte yürüyordu yürümesine ama Reyyan'ın arkadaşından ayrılacağı yok gibiydi. Ufuk, artık bu takip işinin de bir işe yaramayacağını düşünmeye başlamıştı ki geldikleri yol ayrımından birbirlerinden farklı tarafa yol alınca iki arkadaş umudu çoğaldı Genç Kaymakamın. Reyyan'ın arkasından yürüdüğü bir kaç saniye sonrasında sabrının sonuna geldi. Önce yakasını indirdi, sonra gözlüğünü çıkarıp cebine iliştirdi sonra da adımlarını hızlandırdı. Kıza yetişti yetişecekti ki Reyyan'ın yol ortasında:
"Ah ah zavallı!" diyerek çömelişi ile kalakaldı. Kız yerde bir şeye bakıyordu ama yolun ortasında neye baktığını arkasından görmek zordu. Ufuk, neredeyse kızın dibine geldiğini fark etmeyecek kadar adapteydi onun büyüsüne ama Reyyan'ın bir kaplumbağayı eline aldığını gördüğü ana kadar.
"Ne olacak şimdi sana? Evsiz barksız kaldın değil mi sen?"
Çocuk peşine düşüldüğünde böyle tablolar normal miydi bir an sorguladı Ufuk?
"Kim bilir canın ne kadar da yanıyor?"
Ufuk duyduğuna inanmadı, gözlerinin önünde resmen bir kaplumbağa için ağlayan biri vardı. Kaplumbağa için gerçek göz yaşları döken birini görmenin endişesini akıl sağlığı ile ilgili şüpheye kadar götüren hayat tecrübeleri, kızın kucağına bastığı kaplumbağa ile doğrulup da gözü yaşlı bir şekilde onu fark etmesi anında son buldu. Gene göz yaşları laciverde bürünmüştü...
"Sizin ne işiniz var burada?"
Reyyan, tek eliyle tutmaya çalıştığı kitapları ve diğer eli ile yardım etme derdinde olduğu kaplumbağa yüzünden gözlerini silemediği için göz yaşları yanaklarından çenesine dek akmıştı. Öyle ki Ufuk adım adım göz yaşı damlasının birinin son noktaya kadar ki yolunu izlerken cevapsız kalmıştı.
"Gördünüz mü kabuğu kırılmış? Bir köpek saldırmış belli ki? Ya da üzerinden araba geçmiş. Şimdi dakikalar içinde ölüp gidecek."
Ağlamaya devam ediyordu... Ufuk, çıkarıp ceketini hayır hayır kabuğunu, derisini, etini, kemiğini verse o kaplumbağaya o göz yaşları akmaya devam eder miydi acaba? Tam da o esnada kaplumbağa için verdiği savaşa yenik düşen kitapları yeri boylayınca önce Reyyan, arkasından Ufuk eğildi ve adam:
"Müsaade et de ben alayım kitaplarını" dedi.
Koskoca kaymakam kitaplarını taşıyacaktı olacak iş değildi? Kaplumbağanın ziyan olmuş kabuğuna çevirirken bakışlarını tekrar doğruldu Reyyan. Yolun kenarına doğru çekilince, Ufuk da kızın kitapları ile birlikte yaklaştı ona.
"Bir keresinde bir kaplumbağayı hayata döndürmüştüm."
"Nasıl?"
"On yaşındaydım, hafiften de cesurdum ama gene yapabilirim. "
"Nasıl?"
"Gel benimle..."
Reyyan bir an tereddüt edip etrafına bakındı. Adamın makam arabası yoktu. Etrafta pek kimse yoktu... Öyleyse bir kaplumbağa için bir kaymakam ile iş birliği yapmaktan ne sakınca gelirdi ki? Adam kızı peşinden çekerken tekrar gözlüğünü taktı. Sonra kaplumbağa ve kitaplar arasında takas yaptı, yakasını baştan dikti ve cebinden çıkardığı anahtarları Reyyan'a uzattı:
"Benim evimi biliyor musun?" diye sordu.
Başını iki yana salladı Reyyan, yalan söylüyordu bu işin sonu çok akıl almaz bir yere gidiyordu çünkü. Bunun üzerine Ufuk, herkesin bildiği kaymakam lojmanının yerini anlatmaya başladı.
"Kaplumbağa ile oraya git ben gerekli malzemeleri alıp geleceğim. Kitaplarınla gidersem dikkat çeker, seni bu kadar yük ile baş başa bırakacağım için üzgünüm." dedi. Reyyan daha cevap vermeden uzattığı anahtarları, yağmurluğunun cebine sokuşturdu, sonra da kaplumbağayı özenle tekrar verdi ona ve uzaklaşmaya başladı. Kızcağız kaplumbağanın ölümü ve yaşamı arasında kaldığı yerde, kaymakam lojmanına teşrif etmenin zorluğu ile yürümeye başladı. Kimseye görünmeden sallanan köprüden geçmesi, lojman binası sayılan tek katlı bahçeli evin avlusundan girmesi, bilmediği demir kapıyı, bilmediği anahtarlarla açıp evin mermer zeminli sofasında kalakalması mucize gibiydi. Adamın evi resmen göçüyordu. Her yer her yerdeydi... Sofadan bir adım daha atmadı Reyyan, oraya bir kaldırım kenarına oturur gibi bir basamaklık tümseğe oturup, kaplumbağa için bir kaç dua okudu. Hayvan korkudan iyice çekmişti bedenini kırık kabuğuna. Kabuğun olmadığında öleceğini bilmek ne kadar da fena bir şeydi...Çalan kapının sesi ile irkildi, önce kaplumbağayı sonra da kitaplarını yere bırakıp kalktı yerinden, kapıyı açtığından elinde naylon bir torba ile girdi kaymakam. Kaymakamdan başka her şeye benzediğine yemin edebilirdi o an Reyyan adamın. Bu kaymakam gördüğü en tuhaf olanı, hatta tek tuhaf olanıydı. Hemen onun kalktığı tümseğe oturdu, Ufuk... Naylon torbadan çıkardığı malzemeleri yere sererken, eline bir eldiven taktı. Reyyan dikkat kesilmişti; zira, adamın kaplumbağayı kesmesinden şüpheleniyor gibiydi. Bir kaç adımla ona yaklaşırken adamın bir spreyi kaplumbağanın kırık kabuğunun arasından derisine sıktığını gördü.
"Bizim apartmanın altında bir eczacı abla vardı. Bir keresinde böyle bir yaralı kaplumbağa bulduğumuzda öğretmişti bize bunu. Önce derisini temizleyip sonra kabuğunu onarmalıyız. Kabuğu olmadan ölüyor bu yaratıklar. Değişikler işte! Belki biraz öz güvenleri eksiktir ne dersin?"
Hiç geveze olduğunu düşünmemişti bu adamın Reyyan... Geveze insanları babası sevmezdi ki, ama biliyordu babası bu kaymakamı çok seviyordu. Mutlaka övdüğünü duyuyordu Reyyan! İstemsizce kaplumbağayı daha yakından görmek için diz çöktü ve dikkat kesildi adamın yaptıklarına. Bu arada sorusunu duysa da cevap vermemişti ve Ufuk, kızı konuşturmak için resmen can atıyordu. Hayatında ikinci kez kaplumbağa hayatı kurtarıyor olmaktan daha önemli olanı Reyyan'dan bir kaç cümle duymak istemesiydi.
"Tabiat herkesi, her şeyi farklı yaşamaya mecbur kılarak bazen hiç de adil değil sanki hı Reyyan ne dersin, şu kaplumbağanın kabuğa mecbur olması sence de biraz haksızlık değil mi?"
Ufuk, kızdan bir kez daha cevap alamama riskine karşılık bakışlarını ona dikince Reyyan'ın şaşırmış olduğunu fark etti. Bir kaç saniye bekledi ama cevap gene yoktu.
"Ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda kaplumbağayı sabitledi yere ve kabuğuna sürmek üzere satın aldığı diş yapıştırıcısını sürmeden evvel bekledi, Reyyan tıpkı kendisi gibi sakin bir sesle:
"Tabiat kim diye düşünüyorum." dedi.
"Evren de denebilir."
"Canlı mı bunlar?"
"Canlı olmaz olur mu, biz yaşıyoruz içinde, bu kaplumbağa yaşıyor?"
"Ha biziz yani evren."
"Bizi oluşturan düzen. Her şeyi var eden."
"Evren mi var etmiş her şeyi?"
"Anlamadım."
"Siz Allah'a inanmıyor musunuz?"
Belki de bunu aylardır sormak isteyen Celal Bey iken şimdi kızı daha ilk konuşmaları ile pat diye sormuştu bunu ona? Önemli miydi bu sorunun cevabı gene de belki cevabını alamadığı an huzursuz olur diye endişe edip:
"Sorgulamıyorum." dedi.
"Varlığını mı?"
"Her türlü."
"Sorgulamıyorsunuz ama var olduğunu biliyorsunuz."
"Biliyorum elbette."
"Müslüman mısınız?"
Bir kere iyi bir tarafını hemen görmüştü Ufuk, oda kız kesinlikle açık sözlüydü. Gülümsedi genç adam ve hiç düşünmeden:
"Sayılmaz." dedi.
"Nesiniz?"
"Bilmem, bunu da sorgulamıyorum."
"Ama oruç tuttunuz."
"Ne zaman?"
"Bize iftara geldiniz."
"Hayır sadece iftara geldim. Oruç tutmadım."
Reyyan için küçük bir hayal kırıklığı taşısa da bu cevap kız üzerinde düşünmeme kararıyla kaplumbağayı gösterdi. İslamiyeti anlamak isterse okurdu herhalde koskoca kaymakama kendi eksik bilgileri ile öğretecek değildi ya...
"Kabuğuna ne süreceksiniz şimdi?"
"Diş yapıştırıcısı. Kaplumbağanın kabuğu da bizim kemik yapımız gibi ana maddesi kalsiyum fosfat... Yapıştırıcı sürüp kabuğun sertleşmesini bekleyeceğim. Sonra başının çaresine bakabilir."
"Hayatına devam edebilir mi yani?"
"Eder evet, eskiden olduğu gibi."
"Öğretilmiş gibi."
"Öğretilmiş gibi aynen."
"Sanki biri onu eşsiz bir bilgiyle donatmış gibi."
Ufuk, neden bahsettiğini anladığı kız çocuğuna tebessümle bakıp gülümserken:
"Hı sen şimdi buradan yaratan var diyeceksin" dedi. Reyyan, yavaşça toparlanırken yerinde ayağa kalktı sonra da eğilip kitaplarını aldı:
"Kaymakam bey, sizin etinizin üzerine neden kabuk koymamışlar biliyor musunuz?" dedi. Ufuk, avuçlarının arasında ki kaplumbağa ile henüz bulduğu Reyyan'ın gitmesi ve onu kaybetmek arasında sıkışıp kalmıştı.
"Bilmiyorum." dedi bildiklerini duyacak olsa da...
"Çünkü, size birisi saldıracak da olsa kendinizi koruyacak, eviniz, makamınız ve polisleriniz vardır. Ama kabuğu kırık bir kaplumbağayı kimse hayata geri döndürmek için uğraşmaz." dedi, sonra da şefkatle baktığı inançlı ya da inançsız olduğunu henüz önemsemediği kaymakama gülümseyerek kapıya yöneldi. Ufuk yapıştırıcıyla kaplumbağayı bırakırken kız çoktan evden çıkmıştı, peşinden yetişip kapıda onu adıyla seslenerek durdurduğunda, genç kız uzun saçlarını savurarak baktı adama ve bekledi ne söyleyecekse söylesin diye, adam hayran bir ifadeyle:
"Gene de saklanmak istemez misin bazen? görünmemek ya da gizlenmek?" diye sordu. Omzunu silkti Reyyan sonra da:
"Görünmezlik sihri icat edilmedi kaymakam bey." dedi. İşaret parmağı ile orta parmağını birleştirip başının yanında küçük bir selam verip kaymakamın arkasından bakıp bakmadığını merak ederek kayboldu gözden.
****