Gökyüzü kararmış, soğuk gece kendini iyiden iyiye hissettirmişti. Gidebileceğim hiçbir yer yoktu. Eğer beni göndermeye kalksa, kapının önünden ayrılamazdım. Karnımda bebeğimle, karanlık sokaklarda ne yapardım ki? Kalbim bir kuyu gibi derin ve sessizdi, ama içindeki korku yankılanıyordu.
Bahçe kapısından içeri adım attığımda toprak kokusu yüzüme çarptı. Ayaklarım ağır, adımlarım ürkekti. Yanımdaki adam ise sabırla hareket ediyordu; sanki kendi adımlarını benimkilerle uyumlu hale getiriyordu. Demir kapının ardından evin merdivenlerine doğru yürüdük. Merdivenlerin başında duraksadığım an, onun birkaç basamağı hızla tırmanıp yanımda duruşunu fark ettim. Kapıyı açmadan önce derin bir nefes aldım. İçeri girdiğimizde belirsizlikle dolu bakışlarımı ona çevirdim. Yüzündeki rahatlatıcı tebessüm içimdeki huzursuzluğu silmeye yetmiyordu. Burası gerçekten bir yuva mı olacaktı, yoksa sadece bir sığınak mı?
Ev, zamanın ağırlığını taşıyan bir sessizliğe bürünmüştü. Kürşat, çelik kapının önüne geldiğimizde anahtarını çıkarmadı, zile bastı. Bekledi, sonra yeniden bastı. Kapının ardında yankılanan yaşlı bir ses, sessizliği bozdu.
Kapı açıldığında, kısa boylu ve hafifçe kilolu bir teyze, yüzünde şaşkın bir sevinçle belirdi. “Oğlum!” diye bağırdı ve Kürşat’a sarıldı. Onların bu sıcak karşılamasını izlerken istemsizce yüzümde bir tebessüm belirdi. Bebeğim doğduğunda belki biz de böyle olacaktık, diye düşündüm. Hayat ne kadar zorlayıcı olursa olsun, bir yerlerde hep bir umut saklı kalıyordu.
Kadının başındaki tülbent yere düşmüş, sarılmalar ve kahkahalar arasında fark edilmemişti. Karnımdaki ağırlığa dikkat ederek eğildim ve tülbenti yerden aldım. Ellerimle düzeltip onlara yaklaştım. Kadın, nefes nefese bir haliyle kollarını indirip Kürşat’a hafifçe çıkıştı: “Dur oğlum, nefes nefese kaldım!”
Kadın, Kürşat’ın işaret ettiği gibi beni baştan aşağı süzdü. Gözlerinde bir yabancılık yoktu, sadece şefkatle karışık bir merak vardı. Sonra kollarını iki yana açtı ve karnımdaki ellerime aldırmadan, boynuna sarılmamı bekledi. Tereddütle ona doğru ilerledim ve çekingen bir şekilde sarıldım. Boynuna dokunduğumda, ellerimde sıcak bir yuva hissi vardı. “Hoş geldin kızım,” dedi yumuşak bir sesle. “Bundan sonra senin yuvan burası. Korkma, burayı kendi evin gibi gör.”
Sözleri kulaklarımda yankılanırken gözlerim doldu. Dudaklarımı ısırıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Dedem beni kabullenmemişti, kan bağım olan insanlar beni korumamıştı. Ama bu yabancı insanlar… Bir başkasının ocağı bana sığınak oluyordu. Bir zamanlar hep hayalini kurduğum o "ev" duygusu, şimdi yabancı bir kucakta gerçek oluyordu.
Elimden tutan sıcak bir el, beni büyük bir odaya doğru yönlendirdi. Adımlarım istemsizce ilerlerken, gözlerimden dökülen yaşları engelleyemiyordum. Ne kadar silersem silelim, gözyaşlarım bitmek bilmeden yanaklarıma süzülüyordu. Odanın kapısında durdum. Evin içine bakmaya bile korkuyordum. Tanımadığım insanların sıcaklığı beni sararken, içimdeki endişe bu huzura teslim olmamakta ısrar ediyordu. Karnımda hissettiğim kıpırtıyla bir kez daha güç bulmaya çalıştım. Bu ev, bu insanlar, belki de yeniden başlamanın ilk adımıydı.
“Otur kızım,” dedi yumuşak ama kesin bir tonda. “Ben size şimdi yemek hazırlarım, sonra yatağını gösteririz sana.”.
“Ben de size yardımcı olayım teyze,” dedim, istemsizce elim ayağıma dolaşarak. Ama yüzündeki kararlı ifadeyle başını iki yana salladı. “Olmaz kızım,” dedi. “Sen hırkanı çıkar, rahat rahat otur. Kürşat oğlum, benim odanın yanındaki odayı kızıma verdim. Bavulunu oraya koy.”
Kürşat, annesinin dediğini onaylayarak kısa bir cevap verdi. Kadın, yavaş adımlarla salondan çıkarken, Kürşat biraz çekingen bir ifadeyle yanıma döndü. Elini ensesine götürüp gözlerini yere indirerek, “İstersen sen de gel, kalacağın odanı gör,” dedi.
Başımı hafifçe sallayıp peşine düştüm. Adımlarımız sessiz, hareketlerimiz ağırdı. Onun da benim gibi temkinli olduğunu hissediyordum. Düşünceli hali ve dikkatli tavırları, içimde bir nebze olsun güven duygusu uyandırıyordu. Diğer askerlerin bana hep saygılı ve nazik davrandığı gibi, Kürşat da aynı hassasiyeti gösteriyordu.
Karanlık odaya girdiğimizde, Kürşat ışığı açmak için priz düğmesine bastı. Loş ışık, odanın sadeliğini gözler önüne serdi. İçeride sadece bir tek kişilik yatak ve bir dolap vardı. Eşyaların eskiliği ve odanın boşluğu gözüme çarpsa da burası bana uzun zamandır ilk kez güvenli bir alan gibi hissettirdi.
“Şimdilik idare edersin,” dedi, sesinde hem bir mahcubiyet hem de vaat edilen bir geleceğin izleri vardı. “Ben senin ve bebeğin için dolap, yatak, beşik yaparım.”
Hemen başımı iki yana salladım. “Lütfen zahmet etmeyin,” dedim. “Ben idare ederim. Evinizi açarak beni çok mutlu ettiniz. Bebeğimin doğmasını beklerken ilk kez huzurla uyuyacağım.” Sözlerim, içimde birikmiş minnettarlığın sade bir ifadesiydi. O ise bu açıklamamı sessiz bir tebessümle karşıladı.
“Burada kimse sana zarar veremez,” diye devam etti. “Yeni bir hayatın olacak. Bebeğinle birlikte burada sonsuza kadar kalabilirsin. Annemle ben yanınızda olacağız.”
Gözlerim doldu, başımı eğerek yalnızca “Teşekkür ederim,” diyebildim. Sözlerim kifayetsizdi ama yüreğim minnetle doluydu.
“Hadi mutfağa gidelim, acıkmışsındır,” dedi. Onun güven veren tavrı eşliğinde odayı geride bırakıp mutfağa doğru ilerledim. Yaşlı kadın, mutfağın ortasında sandalyesine yaslanmış, eli belinde hafifçe bir yorgunluk ifadesiyle bizi bekliyordu.
“Hadi oturun,” dedi, yine o tatlı otoritesiyle. Kürşat bir an tereddüt edip annesine yaklaştı. “İlaçlarını içiyor musun anne?”
“İçiyorum tabii, onları içmesem çoktan gitmiştim öbür dünyaya.”
Kadının yanıtı, yaşamın ağırlığını hafif bir espriyle taşımanın bir örneği gibiydi.
Kürşat’ın kaşları çatıldı, annesinin sözleri onu rahatsız etmiş gibiydi. “Konuşma böyle anne,” dedi. “Uzun yıllarımız olacak seninle.”
Kadın tebessüm etti, ama ardından iç çekerek konuştu. “İnşallah oğlum. Senin evlendiğini görmeden ölmek istemiyorum.”
Bu sözler mutfağı dolduran sıcak havayı bir anda gerdi. Kürşat, annesinin sözlerine karşılık vermek yerine gözleriyle bana işaret etti. Sandalyeyi çekerek oturmamı bekledi. Yavaş adımlarla masaya ilerledim, gözlerimi onunkilerden kaçırarak sandalyeye oturdum. Kürşat, benim oturmamı beklemiş, ardından yanıma yerleşmişti.
Kadın, oğlunun yanında konuyu açmakta ısrarcıydı. “Neden cevap vermiyorsun Kürşat? Evlenmeni istiyorum. Bir yuvan olsun, bir aile kur.”
Kürşat’ın yüzü karardı, ama sesindeki sakinliği koruyarak, “Anne, bu konuyu konuşmuştuk.” Dedi.
Kadın, ısrarcı bir şekilde sözlerine devam etti. “Kaç yıl önce konuştuk? Babanın zoruyla Seval’le evlendin, gencecik yaşında dul kaldın. Ne olur evlensen, oğlum?”
Kürşat, bu kez sesine biraz daha kararlılık katarak, “Babamın bana yaptığını sen yapma anne. Nasip, kısmette varsa olur,” dedi.
Bu sözlerin ardından oluşan sessizlik, mutfaktaki havayı ağırlaştırdı. Onların bu kadar rahat bir şekilde konuşmalarına karşın, benim yanlarında bulunmamın verdiği bir mahcubiyet ve huzursuzluk içindeydim. Konuştuklarını duymak beni gereksiz bir şahitlik yapıyormuş gibi hissettiriyordu. Onların rahatlığı ne kadar belirginse, benim gerginliğim o kadar açıktı. Ama yine de, bu samimi sıcaklık ve yuva hissi içimde saklı bir huzura dönüşüyordu.
Çorba kâsesinin buharı, sofranın etrafında sıcak bir sükûnet yaratıyordu. Kürşat’ın annesi şefkat dolu bir sesle, “Çorbanı içer misin, Afra? Kızın doğduğu zaman seni ona şikâyet ederim,” dedi. Bu sözlerle dudaklarımda istemsiz bir tebessüm belirdi, yüzümdeki yumuşaklık karşısında onun da gözleri güldü.
“Bizden çekinme kızım,” dedi, sesi anne sıcaklığında. “Aynı evde yaşayacağız, aile olduk biz.”
Başımı hafifçe eğerek, “Teşekkür ederim,” dedim kısık bir sesle. “Kendimi garip hissediyorum, her an yanlış bir şey yapacakmışım gibi korkuyorum.”
Kadın hafifçe iç çekti, ardından sesine kararlı bir ton ekledi. “Korkma, ana olacaksın sen. Ayaklarının üzerinde güçlü dur ki kimse seni üzemesin. Benle oğlumdan sana zarar gelmez kızım. Sen de benim kızımsın artık. Çekingen durma lütfen. Eminim üzülüyorsundur ama nereye kadar sürecek ki bu? Kendini toparlaman lazım bir şekilde. Bebeğin için güçlü durmak zorundasın. Rahmetli eşin de böyle isterdi.”
Sözleri içimde dalgalanmalara sebep oldu. Gözlerimi kapadım, kaşığı ellerimin arasında sıkıca tuttum. Rahmetli eşim… Evlenmemiştim ki. Gökhan sadece sevdiğim, kalbimi adadığım adamdı. Ama bu gerçeği bilse beni bu evde kabul eder miydi? İçimdeki huzur bir anda yerini gergin bir düğüme bıraktı. Bu sıcacık yuvadan, yeniden bir belirsizliğe sürüklenme korkusu içimi sarıyordu.
Kadının sesi yine tatlı bir direktifle duyuldu. “Hadi, yemeğinizi yiyin, sonra yatıp dinlenin. Onca saat arabada yoruldunuz.”
Yemek sessiz bir huzurla devam etti. Herkes kendi dünyasında, düşüncelerinin arasında dolaşıyordu. Yemeğin ardından birlikte masayı topladık ve odalara çekildik. Evin içinde mutlak bir sessizlik vardı, dışarıdaysa yağmurun hafif tınısı rüzgârla birlikte yankılanıyordu.
Yatağa uzandığımda dışarıdaki yağmur damlalarının camdaki dansını izliyordum. Karanlığın içinde bir dinginlik arıyordum ama içimdeki fırtına dinmiyordu. Bebeğim uyanık ve hareketliydi; karnımın içinde attığı küçük tekmelerle varlığını hissettiriyordu. O hareketler, benim için bir nefes, bir yaşam kaynağıydı.
Gözlerimden süzülen yaşlar yastığa damlıyor, kalbimde birikmiş hüzün gökyüzü gibi ağırlaşıyordu. “Ağlamaktan rahatsız oluyorum,” diye fısıldadım kendi kendime, “Ama elimde değil.” Yedi aydır yaşadıklarım, ruhumu yıpratmış, beni güçlü bir kadın gibi göstermeye çalışan ama içten içe yaralı birine dönüştürmüştü.
Gökhan… Adını düşündüğümde bile kalbim kırılıyor, içimde sessiz bir çöküş hissediyordum. Bir zamanlar bana olan ilgisinin aşk olduğuna inanmıştım. Ama gerçek başka bir hikâye anlatıyordu. O, beni seviyordu, evet; ama bu sevgi, beklediğim türden bir aşk değildi. O gece, sinirli bir halde içki içtikten sonra yanına gitmemiş olsaydım, kızım şu an karnımda olmayacaktı. Bu düşünce bir yanımı incitse de diğer yanımı güçlendiriyordu. Bebeğim, hayatta kalmam için tek nedenimdi. O olmasaydı, belki şimdi dedemin zoruyla, benim istemediğim bir adamla evlendirilmiş, kendi cehennemimde savruluyor olacaktım.
Karnıma gelen sert bir tekmeyle irkildim. Hafif bir iniltiyle içimdeki bebeğe fısıldadım. “Ağlamıyorum bebeğim,” dedim, gözlerimden akan yaşları silecek gücü bulamadan. “Senin için güçlü olacağım, söz veriyorum.” Bu sözler karanlığın içinde yankılanırken, onun küçük hareketleriyle sanki beni onayladığını hissettim. Hayat zor olsa da, bu küçük mucize için ayağa kalkmam gerektiğini biliyordum.
Gece boyunca sessizliğin içinde dolanmış, yorgunluğun her zerresini bedenimde hissetmeme rağmen bir türlü uyuyamamıştım. Gözlerim sonunda uykunun ağırlığına yenik düştüğünde sabah ezanı çoktan okunuyordu. Uykusuz geçen gecenin ardından ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, ama kızımın karnımdaki güçlü tekmesiyle gözlerimi açtım.
Göz kapaklarımın arasında beliren loş ışık, farklı bir yerde olduğumu hatırlattı. Bu düşünceyle hızla doğrulup karnımı tuttum. Gün çoktan ilerlemişti; bu kadar uyuyarak ilk günden insanlara ayıp ettiğimi düşündüm. Kendime çekidüzen verip odadan çıktım. Ayaklarım, yeni bir yerin tedirginliğiyle sessiz adımlar atıyordu. Salona ulaştığımda teyzenin Kur’an okuyan sesi yankılanıyordu. Sesindeki huzur, kalbimdeki sıkışmayı biraz olsun rahatlattı. Onu rahatsız etmemek için sessizce tekli koltuğa oturdum. Kürşat Üsteğmen görünürde yoktu ve duvardaki saate gözüm iliştiğinde zamanın nasıl geçtiğine inanamadım. Saat on ikiyi gösteriyordu. Bu saate kadar uyumuştum. İçimi bir suçluluk hissi kapladı; gece uyuyamadığım için bu kadar geç kalkmıştım. Kim bilir hakkımda ne düşünüyorlardı?
Teyzenin sıcak sesi düşüncelerimi böldü. “Kızım, neden bekliyorsun? Mutfakta masa hazır, kahvaltını yap annem,” dedi. Sesi, annenin çocuğuna seslenişindeki o tanıdık şefkatle doluydu.
Mahcup bir şekilde gözlerimi ona çevirdim. “Kusura bakma teyze, gece uyuyamadım,” dedim, utançla.
“Ne kusuru kızım?” dedi, elindeki Kur’an’ı kapatıp bana döndü. “İki canlısın sen. Biz de geçtik bu yollardan, bilirim halini. Hadi sen mutfağa geç, ben Kürşat’ı çağırayım. O da kahvaltı yapmadı.”
Minnet dolu bir şekilde başımı sallayıp lavaboya uğradım. Yüzümü yıkayıp kendimi toparladıktan sonra mutfağa yöneldim. Masaya oturmak yerine pencerenin önünde durup dışarıyı izlemeye başladım. Kürşat gelmeden sofraya oturmak istemiyordum. Bu evin sıcaklığına rağmen hâlâ kendimi bir yabancı gibi hissediyordum.
Arkamdan gelen derin bir sesle irkildim. “Neden başlamadın?” Tok ve güven doluydu. Göğsümde bağdaş kurmuş kollarımı çözüp ona döndüm. “Seni bekledim,” diye fısıldadım.
Alaycı bir tebessümle başını eğip, “Sen beni bekledin de bakalım küçük hanım annesini bekleyecek mi? Otur hadi,” dedi. Bu sözlerin sıcaklığı içimi biraz olsun rahatlattı. Sandalyeye oturup bardaklara portakal suyu doldurdum.
Masaya dönerken başını eğip ensesini ovaladığını fark ettim. Bakışlarımı hemen kaçırıp önüme döndüm. “Beşik modelleri indirdim,” dedi telefonu önüme iterek. “Beğendiğin olursa söyle, yavaş yavaş yapmaya başlayayım.”
“Gerçekten gerek yok,” diye fısıldadım. “Bebeğimle beraber uyurum.”
“Olmaz, küçük bebek sonuçta. Allah korusun, her şey olabilir. Ben yapacağım, sen beğen.” Onun bu ısrarcı ve güven veren tavrı, içimdeki direnci kırıyordu.
Bir an iç çekip, “Teşekkür ederim,” dedim. “Bebeğim büyüdükten sonra işe gireceğim, o zaman borcumu ödeyeceğim.”
Bakışları üzerime dikildi. “Yediklerinin parasını, kaldığın odanın parasını da ödeyecek misin?” dedi alayla, ama sesi hâlâ nazikti. Ellerimi dizlerime indirip, “Öderim,” diye mırıldandım boğuk bir sesle. Keşke elimde param olsaydı.
Gözlerini kaçırmadan devam etti. “Afra, lütfen kahvaltını yap. Bize borcun yok. Kızın büyüdüğünde elbette çalışacaksın, ama bu kendiniz için olacak, bize bir şey ödemek için değil. Bunları düşünme lütfen, sadece bebeğine odaklan.”
Bu sözler, içimdeki yükün bir kısmını alıp götürmüş gibiydi. “Sağ ol,” dedim minnettarlıkla.
Bir an durdu, gözlerini kocaman açıp çocuksu bir şekilde sırıttı. “Sağ ol deme!” dedi. Sesi hafif ama içten bir tondaydı.
“Ben gerçekten mahcup hissediyorum,” diye mırıldandım. Derin bir nefes alıp, “Annem böbrek hastası, haftada iki gün diyalize giriyor. Ona yardımcı ol bana yeter. İnan, senden başka bir şey istemem,” dedi.
Onun sözleri içimde bir huzur uyandırdı. “Annen çok iyi biri, beni de çok sevdi. Elimden geldiğince ona yardımcı olacağım. Aklın kalmasın.”
Başını hafifçe salladı, ardından masadaki tabakları toplamak için harekete geçti. Ben de boğazımdaki düğümü yutarak ona eşlik ettim. Tabakları kaldırırken gözlerim yine doldu. Kürşat, bir an durup gülümseyerek, “Yine doldu gözlerin, ağlama lütfen,” dedi. Sesi, tüm yüklerime ortak olmak isteyen birinin sıcaklığıyla doluydu.
Hızla başımı eğip gözyaşlarımı saklamaya çalıştım. “Hadi kalk,” dedi nazikçe. “Biraz hava alırsın dışarıda.”
Ayağa kalkıp içeriye geçtim. Hırkayı sırtıma geçirirken kumaşın sert dokusu tenime dokundu. Pazardan alelacele aldığım bu hırka, beni idare ediyordu; şimdilik başka seçeneğim yoktu. Eski kıyafetlerim artık olmuyordu, karnım büyüdükçe her şey küçülmüş, üzerimde daralmıştı. Çantamı alıp odadan çıktığımda onunla burun buruna geldim. Gözleri bir an üzerimde gezindi, ardından kendi kendine mırıldandı. “Kaban da alalım sana.” Gerek olmadığını söylemek istedim, ama sustum. İtiraz etmenin bir anlamı yoktu; alacağını biliyordum, bunu engelleyemezdim.
“Annem uyuyor, gidip gelelim hemen,” dedi, adımlarını hızlandırarak kapıya yöneldi. Onun peşine düşerken aceleci tavrımla neredeyse sendeleyecek gibi oldum. “Sakin ol,” dedi hafif bir tebessümle. “Koş diye demedim.”
“Olsun,” dedim aceleyle. “Annen uyanmadan gidip gelelim.”
Kapının önüne vardığımızda dolaptan aldığım ayakkabıyı yere bıraktım. Karnımın büyüklüğü eğilip kalkmamı zorlaştırıyordu. Ayakkabımı giymek için yere eğilmeye çalıştığımda, bir elin bileğimi tutarak beni nazikçe yukarı kaldırdığını hissettim. “Eğilme sen,” dedi kararlı bir sesle. “Ben giydiririm.”
Ne kadar itiraz etmeye çalışsam da kabul etmek zorunda kaldım. Elleri güvenle hareket ediyor, ayakkabımı nazikçe ayağıma geçiriyordu. “Omzundan destek al,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. Elleri titreyerek omzuna dokundum. Bu kadar düşünceli ve nazik davranması, içimdeki duygusal yoğunluğu daha da artırıyordu.
Bu adam… İki gün içinde elim, kolum olmuştu. Tüm yükümü sırtlanıyor, hiçbir şeyimi eksik bırakmıyordu. Onun bu halleri beni daha da duygusallaştırıyordu. İçimde bir minnet dalgası yükseldi, sözler dudaklarımdan istemsizce döküldü. “O güzel yüreğin hiç değişmesin, Kürşat Üsteğmenim,” dedim, sesim minnetle doluydu.
O an başını kaldırdı ve gözleri gözlerime kilitlendi. Bakışlarında bir şeyler vardı; sözcüklerle anlatılamayan, derin, insana dokunan bir sıcaklık. “Senin de, güvercin,” dedi, sesi bir fısıltı kadar yumuşaktı ama kalbime işledi.
O an, sessiz bir anlaşma gibi, ikimiz de gözlerimizi kaçırmadık. Yavaşça doğruldum, ama içimde bir şeylerin değiştiğini hissediyordum. Bu adamın dünyama girişi, her şeyin üzerindeki kasvetli bulutları aralamıştı. Onun varlığı, soğuk bir kış gününde güneş gibi içimi ısıtıyordu.