Gece, taş konağın duvarlarına sindi. Çaylar içilip kahkahalar yankılandıktan sonra, herkes yavaş yavaş odalarına çekildi. Serhat, her zamanki gibi laf atıp Mert’i kızdırmış, Müge’ye göz süzer gibi yapmış ama aslında dostunun damarına basmaktan başka bir şey istememişti. Mert ise onu gayet iyi tanıyordu; Serhat’ın kalbinde kötülük olmadığını, asla sevdiği kıza yanlış yapmayacağını biliyordu. Onlar sadece amca-yeğen değil, yıllardır aynı sofrada büyümüş iki candostuydu.
Ama bu gece farklıydı. Serhat’ın gözleri Mert’in yüzündeki değişimi görmüştü. O bakışlarda yıllardır görmediği bir şey vardı: saf bir sevdalı hali. İşte bu yüzden dilini tutamıyor, takılmadan edemiyordu.
Çayların son yudumları da içildikten sonra Mert, Müge’ye odasını gösterdi. Müge, uzun taş koridorlarda yürürken hem misafir olduğunu hem de göze battığını hissediyordu. Kapısı kapanınca içini garip bir huzurla karışık tedirginlik sardı. Önlerinde zor zamanlar vardı; bunu ikisi de hissediyordu.
Koca konak ilk kez bu kadar sessizdi. Üç katlı taş yapının ortasında geniş avlu, gece ayazında boş ve donuktu. Ama bu sessizlik, içinde fırtınaları saklıyordu. Çünkü herkes kendi kafasında binbir düşünceyle dönüp duruyordu. Kimse uyuyamamıştı.
Sabah olduğunda avluya kahvaltı sofrası kuruldu. Zeytinler, çökelek, tandır ekmeği, kaymak, bal ve buharda tüten semaver… Ama bir eksik vardı: Müge. Yorulup erkenden uyumuş, sabahı kaçırmıştı. Mert ise özellikle uyandırmamıştı. Bu kez yalnız olmalıydı. Çünkü aile, gözlerini ondan ayırmadan bekliyordu.
Baran Ağa’nın iki kardeşi, onların eşleri ve bekâr çocuklarıyla beraber kalabalık bir masaydı bu. Ama aslında mesele kahvaltı değildi. Masanın üzerinde konuşulacak olan, yıllardır taşınan bir mirastı.
Mert, başını dik tuttu. İçinde beliren öfkeyi saklamaya çalışarak söze girdi:
— “Madem istiyorsunuz… madem bu evin ve soyun yükünü taşımamı bekliyorsunuz… o zaman ben de bildiğimi yaparım. Ağalık öyle lafla olmaz. Evden başlar, aileden başlar. Eğer bana bu görevi veriyorsanız, hepinizi karşıma değil, yanıma isterim.”
Sözleri masaya ağır bir taş gibi düştü. Çatal bıçak sesleri kesildi. Herkes susmuştu. Gözler önce Baran Ağa’ya, sonra Kıymet Ana’ya çevrildi.
Kıymet Ana, gözlerini torununun yüzüne dikti. O an avludaki kuşların cıvıltısı bile susmuş gibiydi. Kadının sesi derinden, ağır ağır yükseldi:
— “Hele bakın hele… bizim oğlan ağa olmuş da haberimiz yokmuş. Mert’im… ağa olmak kolay iş değil. Ağa demek, hem ekmeği bölmek hem de yükü taşımak demek. Sen diyorsan ‘ben varım’, biz de görelim.”
O sırada Derya’nın babasının dudaklarının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi. Serhat ise masanın diğer ucunda oturuyor, kahvesini karıştırırken yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Bir yandan dostunu kıskanır gibi bakıyor, bir yandan da gurur duyuyordu.