Güneş
"Asla senin karın olmayacağım," diye haykırdım. Sesim öfkeyle titriyordu. İçimdeki acı ve nefret birbirine karışmış, zehirli bir sarmaşık gibi boğazımı sıkıyordu. Gözlerindeki buz gibi ifade zerre kadar umurumda değildi. Ondan zerre kadar korkmuyordum. En azından artık.
"Seçeneğin var mı sanıyorsun?" diye alay etti. O iğrenç gülüşü midemi bulandırıyordu. Yakışıklı olması daha çok sinirlerimi bozuyordu. Bir insan hem yakışıklı hem de gıcık olmazdı. "Babanın hayatı senin ellerinde. Unutma bunu." Gözlerimi devirdim. Unutmama müsaade etmiyordu ki!
Birkaç adımda dibime girdi. Eğilip yüzüme nefesini üfledi. Nefesi de keşke sözleri kadar pis olsaydı. Ama hoş bir şey kokuyordu. İnsanın tipi güzel olunca ağız kokusu da çekiliyormuş.
"Senin gibi bir soysuzdan çocuk istemesem de, karnında benim çocuğumu taşıyacaksın," diye tısladı. Her kelimesi birer zehirli ok gibi kalbime saplanıyordu. "O çocuk doğduktan sonra da babanın evine siktir olup gidebilirsin. Ama o zamana kadar benimsin. Benim esirimsin."
Gözlerimin içine nefretle baktım. Yüzü güzel, kalbi kötüydü. "Ben senin hiçbir şeyin olmayacağım," dedim dişlerimin arasından. "Doğuracağım çocuk da senin olmayacak. Benim çocuğum olacak. Onu doğurursam asla sana bırakmayacağım."
Şahin kahkaha attı. Sesi odayı dolduran uğursuz bir yankı gibiydi. "Öyle mi dersin, küçük fare? Bir anne evladını bırakmaz, öyle mi? Belki de haklısın. Ama sen benim kurallarımın geçerli olduğu bir kafese hapsolacaksın. O çocuğunu alıp babanın o leş kokan evine gidemeyeceksin. Babanı bir daha asla göremeyeceksin. Ailen senin için haram olacak. Bu konakta, benim gölgemin altında yaşayacaksın. Benim esaretim altında çocuğunu büyüteceksin."
Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Ama bu sefer bu gözyaşları çaresizlikten değil, öfkeden akıyordu. "Bunu yapmayacaksın," diye fısıldadım. Ama içimde bir korku filizi yeşermeye başlamıştı. Bu adam her şeyi yapabilirdi.
"Yapmayacağım mı?" diye sordu alaycı bir ifadeyle. "Sen benim kim olduğumu hala anlamadın, Güneş. Ben Şahin Beyoğluyum. İstediğimi alırım. Ve şimdi sen ve daha olmamış ama karnında büyüyecek o çocuk benimsiniz."
Şahin’in sözleri mideme taş gibi oturdu. Onun karanlığı tüm odayı yutarken, ben nefes alamıyordum. Ama buna boyun eğmeyecektim. Dizlerimin titremesine aldırmadan, bir adım geri çekildim.
“Sen bir canavarsın!” dedim, sesim çatallansa da kararlıydı. “Ben senin malın değilim. Çocuğum senin karanlığınla büyümeyecek! Asla!”
Şahin’in yüzü bir anda kasıldı. O iğrenç kahkahası kesildi. Yerine, içinde fırtınalar kopan, susturucu bir sessizlik geldi. Gözleri kıpkırmızı kesilmişti, elleri yumruk olmuştu. O an… Üzerime yürüdü.
Korkudan değil, sinirden vücudum gerildi. Geri adım atmadım. Ona meydan okumaya devam ettim.
“Dokunma bana!” diye bağırdım. “Bir adım daha atarsan, bu sefer ben—”
Bir anda bileğimden yakaladı. Parmakları çelik kelepçe gibi bileğime saplandı. Canım yanmıştı ama çığlık atmadım. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki… İçimdeki öfkeyi çalmak ister gibi.
“Yeter!” diye kükredi. “Kime meydan okuduğunun farkında değilsin! Ben senin kurtuluşun değilim, Güneş. Ben senin kabusunum. Her sabah uyandığında beni hatırlayacaksın. Her gece gözlerini kapattığında benim adımla yanacaksın.”
Yanağımı sıyırıp geçen sıcak nefesiyle fısıldadı:
“Ve bu çocuğun… benim kanımdan gelen her parçasıyla sana beni hatırlatacak.”
Yüzümü çevirdim ondan. Midem bulandı. Ama gözyaşlarımı saklamadım. Onun önünde zayıf görünmek umurumda değildi. Çünkü zayıflık değildi bu… Bu bir fırtınanın doğumuydu.
“Sen cehennemden farksızsın,” dedim titrek bir nefesle. “Ama ben o cehennemin içinde bile seni yakacak kadar güçlü olacağım. Bu savaşı sen başlattın, Şahin. Ama nasıl biteceğini ben belirleyeceğim.”
Gözlerinde bir an duraksama oldu. Sonra dudağının kenarı seğirdi. Sanki meydan okumam onu daha da ateşlemişti.
“Öyle olsun,” dedi.
Şahin uzun bir süre sessiz kaldı. Odanın içindeki sessizlik, duvarlara kadar sinmişti. Sadece kalp atışlarımı duyuyordum. O ise bana doğru döndü, bakışları ne yumuşaktı ne de merhametli. Sadece kararlıydı. Soğuk bir karanlık gibi çöktü üzerime.
“Merak etme,” dedi alçak ama sert bir sesle. “Zorla dokunacak değilim sana. Ama şunu da bil, biz evliyiz. Bu iş böyle yürümez.”
Yutkundum. Ağzım kuruydu. Gözlerimi yere diktim. Onunla göz göze gelmeye cesaret edemedim.
"Bu bir oyun değil," diye devam etti. "Bu gece olacak, Güneş. İster ağla, ister bağır. Ama ne olduğunu bilerek yaşa. Senin için ilk olabilir ama benim için değil. O yüzden en azından acı içinde hatırlamayacağın bir gece olsun istiyorum. İntikamımın ana karakteri olmadığına dua et. Çünkü bu gece acımasız da olabilirdim."
" Lütfettin ya... Çok sağol," dedim sinirle. O ise gözlerini devirdi.
Yanağıma uzandı. Eli sertti, alışık olduğum hiçbir şefkat yoktu o dokunuşta. Ama yine de, garip bir şekilde dikkatliydi. Beni kırmadan temas ediyordu; ama sevmeden. Sadece gerekliliğini yerine getiriyormuş gibi.
"Bu senin için de daha kolay olur," dedi gözlerimin içine bakarak. "Aileni, babanı düşün. Berdeli. Kız olmasaydın, senin yerinde oğlun olsaydı, belki kaderin başka olurdu. Ama bu köyde kadınlar seçemez. Ben senin seçimin değilim belki ama artık kaderinim."
Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Yüzümü çevirdim. Babamdan dolayı buna mecburdum. O ise kalkıp pencereye yürüdü. Camdan dışarı bakarken, sesi yeniden duyuldu.
"Ben bu gece senden aşk beklemiyorum. Beni sevmeni ummuyorum. Zaten sakın aşıkta olma. Düşmanının kızına asla ama asla aşık olmam. Bu evlilikten de bir adım geri atmamı bekleme. Çocuğumu doğuracaksın sonra da istediğin yere gidebilirsin."
Sessiz kaldım. Ne söyleyebilirdim ki? Çocuğu doğurup gitmemi beklemesi. Önce küfür edip sonra yine de sakın kalması... Hiçbir şey söyleyemiyordum. Ben artık ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim, bu geceden sonra her şeyi sorgulayacağım, her şeyi düşüneceğimdi. Ama önce... bu gece bitmeliydi.
Şahin yeniden yanıma geldi. Oturdu, bir süre yüzüme baktı. Sanki içimden geçenleri okumak ister gibi.
“Elimden geleni yapacağım,” dedi. “Sana hayvan gibi davranmayacağım. Ama bu iş bitecek, Güneş. Bugün. Şimdi.”
Gözlerini kapattım. Son bir kez içimdeki çocukluğu, hayalleri, geçmişi uğurladım. Artık başka bir hayata geçiyordum. Direnmenin bir faydası yoktu. Hayırların sesini çoktan yutmuştu bu evin duvarları.
.
.
.
Şahin
Şimdi... Bu gece. Gözlerini sımsıkı kapatmış, dudaklarını birbirine bastırmış titreyen bir serçe gibiydi karşımda. İlk olması... İçimde bir şeyler burkuldu. İntikam bu muydu gerçekten? Bu çaresizliğin üzerine kurulu bir zafer mi? Kendime lanet ettim. Ama geri dönüş yoktu. Ona zorla dokunmak istemememin sebebi de bir çocuğun özellikle kendi çocuğuma nasıl doğduğunu anlatırken bunun asla zorla olmadığını bilmesini istememdi. Benden nefret edecek bir çocuk büyütmeyecektim. Bu kızın hayatından çıktıktan sonra da benim pişmanlığım olmasını istemiyordum. Tam bir piç gibi davranıyordum ama ben sadece kendimi düşünürdüm. Hep öyle olacaktı.
Yavaşça diz çöktüm önünde. Çenesine dokundum. Başını kaldırmadı. "Gözlerini aç, Güneş," diye fısıldadım. Sesimdeki tonu ben bile tanıyamadım. Ne öfkeli ne de şefkatliydi. Bir emir gibiydi, kabullenilmesi gereken bir gerçeklik.
İnce parmaklarım yavaşça yanağını okşadı. Gerilmişti. Teninin altındaki ürpertiyi hissedebiliyordum. Dudakları aralandı hafifçe. Gözlerini açtı sonunda. İçlerinde tarifsiz bir korku vardı. Ama aynı zamanda... sanki bir teslimiyet de sezdim.
"Canını yakmayacağım," dedim. Sesim bir an olsun yumuşadı. Yalan söyledim. Belki fiziksel olarak değil ama ruhunda açacağım yarayı biliyordum.
Elimi boynuna doğru kaydırdım. Hafifçe okşadım. Nabzı hızla atıyordu. Omuzlarına indim. İpek gibi teni elimin altında kaydı. İçimde yeni bir duygu filizlendi. Arzu... Bu kadar çaresizken bile bu kadar güzel olması... Kendime engel olamadım.
Eğildim, dudaklarına yaklaştım. Direnmedi. Belki de artık her şeyden vazgeçmişti. Dudakları titrek bir nefes gibiydi. Hafifçe dokundum. Sonra biraz daha. Ve biraz daha...
Küçük bir inilti dudaklarından kaçtı. Kalbim hızlandı. Bu beklediğim bir tepki değildi. Bu... arzu muydu? Korkunun altına yeşeren bir kıvılcım mıydı?
Parmaklarım sırtına doğru kaydı. Elbisenin ince kumaşı tenine yapışmıştı. Yavaşça yukarı doğru sıyırdım. Omuzları açığa çıktı. Beyaz ve narin... Dayanamadım. Dudaklarımı omzuna bastırdım.
Küçük bir çığlık koptu dudaklarından. Ama bu çığlık korkudan mıydı, yoksa... başka bir şeyden miydi, anlamadım.
Ellerim beline indi. Sıkıca kavradım. Kendime doğru çektim. Vücutlarımız birbirine değdi. Titreyen nefeslerimiz karıştı.
Dudaklarına yeniden döndüm. Bu sefer daha derin, daha ısrarcı bir öpücüktü. O da karşılık verdi. Beceriksizce, ürkekçe ama yine de... karşılık veriyordu.
İniltileri yükselmeye başladı. Artık ne korku ne de çaresizlik vardı o seslerde. Sadece... bir teslimiyet. Bir arzu. Kendini kaybediyordu. Ve ben de onunla birlikte kayboluyordum.
Teninin her santiminde dolaştım. Her dokunuşumda yeni bir inilti dudaklarından döküldü. Bu sesler... intikamımı alırken duyduğum en güzel melodiydi. Ama aynı zamanda en acı verici olanıydı.
Kendimi kaybettim. Kontrolümü yitirdim. Bu kız... bu düşmanımın kızı beni bambaşka bir girdaba çekiyordu.
İçine aktığımda, dudaklarından kopan haykırış odanın sessizliğini yırttı. Gözlerini sımsıkı kapatmış, yüzü kasılmıştı. Ama o kasılmanın arasında bile bir haz belirtisi vardı.
Tatmin olmanın verdiği dehşetle geri çekildim. Ne yapmıştım ben? Babamı yeni kaybetmiş bir adam... İntikamım bu kadar aşağılık mı olmalıydı? Kendim bu duygudan zevk alıp düşmanımın kızından etkilenmeli miydim? Erkeklik bu muydu? Kahretsin uçkuruma sahip olmalıydım.
Hızla yataktan kalktım. Üzerime bir şeyler geçirdim. O hala gözleri kapalı yatıyordu. Utançla yüzüne bakamadım.
"Lanet olsun," diye tısladım kendi kendime. "Sikin mi kalktı piç kurusu? Babanın intikamını alacağın kıza mı?"
Odaya sinen arzu kokusu midemi bulandırdı. Bu ben değildim. Bu... bu kızın suçu. Beni baştan çıkardı. O çaresiz haliyle bile içimde bir şeyler uyandırdı.
Psikopatça bir gülümseme yayıldı yüzüme. Çocuğunu doğurup babasının önüne attığımda... o yaşlı adam dayanamaz. İşte o zaman intikamımı almış olurum. İşte o zaman bu aşağılık hislerden kurtulurum.