TANIMADIĞIM YÜZLER, BİLDİĞİM ACILAR

1612 Words
Güneş Uyandığımda odada ağır bir sessizlik vardı. Ne kuş sesi, ne kahkaha, ne de mutfaktan gelen tabak çanak sesi... Sadece sessizlik. Bir de içimdeki sıkışma. Gözüm tavana takıldı, sonra battaniyenin altında kıvrılmış bacaklarıma. Kasıklarımdaki hafif ağrı kendini tekrar hatırlattı. İlk defa birinin olmuş olmanın yüküyle karışık bir sızıydı bu. Kalbimse hala tartışma halindeydi: “Sen ne yaptın Güneş?” Ama cevabım hazırdı: “Ne yapabilirdim ki?” Dün gece Şahin gitmişti. Sessizce. Ne bir söz, ne bir bakış... Sadece işi bitmiş bir yabancı gibi kalkıp üzerini giyinip çıkmıştı. Yatağın ortasında öylece yatıyordum. Tenimde onun sıcaklığı, içimde ise zevk ile tiksinti arasında gidip gelen iğrenç bir çırpınış vardı. Zevk aldığım için kendimden utanıyordum. Ne kadar direndim, ne kadar karşı koydum… Ama sonunda yenildim. Ve şimdi içimde sadece pişmanlık değil, bir de boşluk vardı. Büyük bir boşluk. İlk gecemi hep hayal etmiştim. Beyaz bir gelinlik, dualarla açılan eller, gözlerinde sevgi olan bir adam… Oysa şimdi ne vardı? Aşk olmadan gelen bir gecenin enkazı. Şahin’in kokusu hâlâ üzerimdeydi ve bu bile midemi bulandırıyordu. Dışarıdan gelen kalabalık uğultusuyla yataktan kalktım. Gün ışığı perde aralığından ince bir çizgi gibi süzülüyordu. Üzerime sade bir elbise geçirdim. Aynaya şöyle bir baktım. Saçlarım biraz dağınıktı, yüzümde ise geceden kalan bir mahcubiyet. Derin bir nefes aldım. “Hadi bakalım, Güneşin kızı… Bilmediğin bir hayatın ortasına doğdun resmen.” Merdivenlerden usulca inmeye başladım. Her basamakta kalbim daha hızlı çarpıyordu. Aşağıdan gelen kadın sesleri, tespih çekme sesleri, dualar, fısıldaşmalar... Ağır bir yas vardı evde. Beş gün önce ölmüş bir adamın evindeydim. Ve o adam, kocam Şahin’in babasıydı. Aynı zamanda benim babamın elleriyle ölmüş olan adam... Ayak ucuyla zemine bastım. Merdiven bittiğinde geniş bir hol karşıladı beni. İnsanlar vardı. Oturanlar, dua edenler, ağlayanlar, fısıldaşanlar... Bazıları beni fark etti. Göz ucuyla bakıp tekrar önlerine döndüler. Bir kadın başka bir kadının kulağına eğildi: “Şu gelen kız işte... Geline bak... Daha dünkü kız, konakta geziyor...” Diğeri fısıltıyla cevapladı: “Günah... Kim bilir nasıl bir çaresizlikte geldi buraya...” Seslerini duydum. Yüreğim burkuldu. Ama başımı çevirmedim. Öğrenmiştim artık; acıyı içine alıp dışarıya ışık gibi saçmalısın, çünkü insanlar sadece parlamanla ilgilenir, kırıklarını sormazlar. Tam o anda biri önüme fırladı. İnce yapılı, siyah saçlı, ela gözlü, bembeyaz bir kız. Sanki fırtına gibi geldi, kollarımı tuttu. “Sen Güneş olmalısın! Hadi ama, seni bekliyordum!” dedi neşeyle. Ne olduğunu anlamadan sürüklendim. “Ben Meryem. Şahin’in amcasının kızıyım. Şu Azat var ya, ha işte o da kardeşi! Ama ben ona abi demiyorum çünkü...” Gözlerini devirip sırıttı. “Aynı babadan mıyız be Güneş?!” Tepkim gelmeden koluma girdi. “Hadi kahvaltı yapalım. Sofrada Zelal yenge, Azat falan var. Seni tanımak istiyoruz.” “E-evde yas var sanmıştım...” dedim hafif kısık bir sesle. “Sessiz kahvaltı yapıyoruz, çatal bile sessiz... Sen üzülme. Bakma milletin suratına. Güneşsin sen!” Kahkahası yankılandı. İçimde bir tebessüm kabardı. Bu kız biraz deliydi ama galiba iyi kalpliydi. Sofraya doğru ilerledik. Ortalıkta kadınlar dua okuyor, erkekler avluda sigara içip başlarını sallıyordu. Beni gören birkaç kişi daha başını çevirdi. Sanki ben bu evin lanetliymişim gibi bakıyorlardı. Göz ucuyla beni kesip sonra dua mırıltılarına dönüyorlardı. Meryem beni sofraya oturttu. Yanımda genç, ciddi bakışlı bir adam vardı. Yeşil gözlü. Siyah saçlı. Azat’tı bu. Şahin’in kardeşi. Ama ne bakış! Beni bir an süzdü, sonra gözlerini yere indirdi. Karşıma ise zarif bir kadın oturdu. Gözlerinde yılların yorgunluğu vardı ama gülümsemesi sıcaktı. “Ben Zelal,” dedi yavaşça. “Şahin’in annesi. Hoş geldin kızım.” Bir şey diyemedim. Boğazım düğüm düğümdü. Sadece başımı eğdim. “Artık hem gelinim hem kızımsın. Bizim seni suçladığımız yok. Ölüm Allahın emri. Ne olursa olsun kendini oğluma ezdirme kızım. İşlemediğin suçun cezasını oğlum da olsa sana kesemez.” dedi kadın. Minnetle ona baktım. Belki de o kadının yerinde ben olsaydım bana kötü davranırdım ama o merhametli çıkmıştı. "Bu evde sana anne olurum. Kızım gibi severim." dedi yumuşak bir sesle. Sesi öyle huzur vericiydi ki içim biraz ısındı. “Hoş buldum... Anne demem uygun olur mu?” dedim, biraz çekinerek. Her zaman böyleydi. Biri bana iyilikle yürürse ben ona koşardım. Her ne kadar evlenmek istemesem de bir kere evlenmiş ve bu aileye gelin gelmiştim. Şimdi kendimi bu aileden uzak tutma gibi bir imkanım yoktu. Olanla yetinmek zorundaydım. “Sen ne dersen o olur kızım. Ama Güneşsin sen... İçimizi ısıtırsın.” Bir anda burnumun direği sızladı. Kimse böyle içten bakmamıştı bana. Yanıma oturdu. Hemen çay koydum. “Şahin biraz serttir,” dedi usulca. “Babası gibi değil. Ama ona da çok şey yüklendi. Senden bir ricam var.” Başımı eğdim, dinledim. “Ne olursa olsun, kalbini kapatma. Bir gün o çocuğun içindeki gerçek Şahin’i görürsen... işte o zaman bu ev gerçekten yuva olur sana.” Sustu. Gözleri bir an uzaklara daldı. Sanki kendi geçmişine yolculuk yaptı. Kalbimin bir yerinde bir şey çatladı. O an anladım; bu kadın kendi yarasını saklayarak bize merhem olmaya çalışıyordu. “Ben güçlüyüm,” dedim içimden. “Acılarla büyürüz biz. Güneş batmaz, biraz kaybolur sadece.” O sırada avludan bir uğultu koptu. Kalabalığın ortasında, siyah gömleğiyle bir adam yürüyordu. Sert adımlarla, bakışlarıyla herkesi susturuyordu. Şahin’di. Gözleri avluda gezindi, sonra bana takıldı. Yüzü bir anda değişti. Kaşları çatıldı. Hemen yanıma geldi. “Ne işin var burada?” dedi alçak ama sert bir sesle. “Ben... sadece Meryem çağırdı, kahvaltı için...” “Yas evindeyiz. Keyif çatmaya mı geldin sen?” Gözler masaya döndü. Sessizlik. Herkes sustu. “Şahin...” dedi annesi Zelal, uyarı gibi. Ama adamın gözleri buz gibiydi. “Git yukarı,” dedi bana. “Misafirlerin önünde daha fazla konu olma.” " Oğlum..." dedi Zelal anne ama ben ikisi kalabalıkta tartışmasın diye ayaklandım. Sanki taş bastı kalbime. Başımı eğdim, tek kelime etmeden döndüm. Meryem “Ama o—” diyecekti ki elini kaldırdı Şahin, susturdu. Merdivenleri çıkarken arkadan kadınların yine fısıldaşmalarını duydum: “Yazık kıza... Genç yaşında ne hale gelmiş...” “Şahin babası gibi çıkmasın da...” İçim sızladı. Ama ağlamadım. Güneşin kızı ağlamazdı. O doğar, yanar, yakar... ama asla sönmezdi. Odamın kapısını kapatır kapatmaz içimdeki bütün o güçlü duruş çöktü. Sırtımı kapıya yaslayıp yere kaydım. Gözlerim dolmuştu ama ağlayamadım. Sanki bir damla bile fazla gelirse içimdeki bütün dünya taşacakmış gibi. “Senin suçun değil, Güneş,” diye mırıldandım kendime. “Sen sadece kurbanın kızısın.” Ne kadar süre öyle kaldım bilmiyorum. Zaman yaslı evlerde ağır geçer, saniyeler bile kürekle taşınır gibi. Derken kapı aralandı. Kafamı kaldırdım. İçeri Meryem girdi, elinde tepsi. Üzerinde yumurtalı ekmek, birkaç zeytin, domates, bir dilim peynir ve çay. “Dünyanın en kötü gününe layık kahvaltı bu,” dedi. Gülmeye çalıştım, olmadı. O da fark etti ama çaktırmadı. Tepsiyi pencere kenarındaki küçük masaya koydu, yan sandalyeye oturdu. “Bak şimdi, ben sana bu evin ansiklopedisini çıkaracağım. Çiğnemeye başlamadan önce iyice sindir ki sonra tansiyonun çıkmasın.” Kaşımı kaldırarak baktım ona. O ciddi ciddi anlatmaya başladı. “Mesela şu Azat yok mu... Hani şu sessiz, bakışlarıyla roman yazan. Heh, işte o, duygusalın teki. Geçen yaz bir kediyi kaybetti diye üç gün oruç tuttu, hayvan bulunsun diye oruçla yapılan dua kabul olurmuş." Bir kahkaha kaçtı dudaklarımdan. Meryem’in gözleri parladı. “Bak gülüyorsun! Başardım! Bunu günlük defterime yazacağım: Güneş’i gülümsettiğim ilk an, yasın beşinci günü, saat 09.45.” Başımı salladım. “Teşekkür ederim, Meryem. Gerçekten.” Devam etti: “Zelal yenge... Yani Şahin’in annesi... Sakin görünür ama akşam ezanında mutfağı dağınık bırakırsan senin üzerine tencere atar. Ama sever seni. Kendince. Minnacık...” eliyle minnacık der gibi işaret yaptı ve sonra " çok minnacık temizlik hastasıdır kendisi. Her anne gibi," deri gülerek. Sonra daha da yaklaştı, fısıltıyla: “Şahin abi... Aman diyeyim... O da minnacık sinirli...” dedi aslında minnacık kelimesini çok diye değiştirsek kesinlikle cümleye otururdu. Çünkü o canavarın az sinirli olmadığını biliyordum. Artık meryeme nasıl baktıysam benim bakışımı görünce ellerini kaldırdı. “Tamam tamam! İyidir o da. Biraz... hmm... eh işte, bir damla zehirli gibi konuşuyor ama bakma sen, içi cayır cayırdır. Ama işte, amcamın oğlu... Serttir.” Yüzü bir an ciddileşti. Yumurtayı çatalla bölüp tabağa koydu. “Biliyor musun... Amcam—yani Şahin’in babası... O da zor bir adamdı. Korkardım küçükken ondan. Sert bakardı. Ama yine de bana baktı. Yani demem o ki... senin baban neden onu... neden böyle bir şey yaptı, hâlâ anlamıyorum.” Birden yüzüme baktı. “Yanlış anlama... Meraktan yani. Baban iyi bir adammış diyorlar. Neden öldürdü amcamı?” Çatal elimde donakaldı. Boğazıma lokma değil, bir yığın taş dizildi sanki. Başımı eğdim. “Bilmiyorum,” dedim. Sesim zar zor çıktı. “Gerçekten bilmiyorum.” Kapı o an hızla açıldı. Meryem’le birlikte irkildik. Şahin içeri girdi, bakışları buz gibiydi. Meryem hemen ayağa fırladı. “Ben sadece kahvaltı getirdim. Güneş de bir şey yememişti, onun için—” “ Çık bacım, ” dedi Şahin, gözünü benden ayırmadan. Meryem durdu, bana baktı. Gözleriyle özür diledi. Sonra başını önüne eğip çıktı. Şahin içeri adım attı, kapıyı arkasından kapattı. Ellerini arkasında birleştirdi. “Ne dedim sana?” Yutkundum. “Sadece kahvaltı yaptırtmak istedi. Ben—” “Sana burası bir oyun alanı mı geliyor?” Sesindeki öfke ses değil, yargı gibiydi. “Babamın kırkı daha çıkmamışken, sen burada sanki yeni gelinmişsin gibi kahvaltı yapıyorsun.” Gözlerime baktı. “Ağlamıyorsun bile. Sanki hiçbir şeyin ortasında değilsin.” Yutkunamadım. “Ne yapmamı istiyorsun? Bağırmamı mı? Kendimi mi yere atmamı?” Bir an sustu. Gözleri bir şey aradı yüzümde. Belki pişmanlık, belki acı... belki sadece cevap. Ama ben hiçbirini veremedim. “Bir daha seni konaktaki sofralarda görmeyeceğim,” dedi. " Niye yatağında görüyorsun ama," dedim öfkeyle. Beni böyle yok sayamazdı. Hem evlenip hem de sofrasından kovuyordu. " Sen anca yatağımı süslersin katilin kızı," dedi ve döndü, kapıyı çarpıp çıktı. " Canavarrrr..." diye bağırdım. O kapı kapandığında içimdeki tüm kelimeler sustu. Yalnızdım. Gözlerimden süzülen yaşlar gururumun incinmesindendi. Kocam yüzümü görmemek için sofralarına bile oturmamı istemiyordu. Madem bu kadar nefret ediyordu neden beni bu eve getirdi? Neden?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD