Yeni bir gün, yeni bir akış.
Tabağımdaki şeftali dilimlerini yerken bir yandan televizyondaki yarışmayı izliyordum. Bir moda yarışmasıydı ama modadan çok tartışma vardı. Kaosu severdim, kendi etrafımda gelişenler dışında. Bir lokma daha aldığım sırada telefonumun çalmasıyla irkildim.
Kerem arıyordu. Hani şu doktor olan...
"Efendim?" diyerek açtım. "Güzelim, nasılsın?" ilgili bir sesle konuşmaya başlayınca kıkırdadım. "İyiyim siz nasılsınız Kerem Bey?" triplice söylendim.
"A-aa! Tribi benim atmam gerekirken ben yedim öyle mi?" ayağa kalkarak tabağımı mutfağa götürmeye başladım. Bir yandan da homurdanıyordum. "Tabii ki. Burada hasta olan benim."
Karşı taraftan bir mırıldanma duydum. Daha çok beni onaylıyor gibiydi. "Çok haklısın. Bunun şerefine bir kahve içmek ister misin? Biliyorsun çoğu zaman haklı olmuyorsun..." alttan alttan laf sokmalar...Bayağı kızdırmıştım anlaşılan. Anlamamazlıktan gelerek, "Yok, olmaz." dedim.
"Hasbinallah!"
"Ya gerçekten olmaz!" tabağı bırakırken sert bırakmış olmalıyım ki gürültülü bir ses çıkardı. Gözlerimi yumarak yüzümü ekşittim. Arkadaşlarım ikinci öğretim oldukları için genellikle öğlene kadar uyuyorlardı. Koridora bakış attığımda kimseden çıt duymayınca tuttuğum nefesi verdim. "Olmaz diyorum." dedim fısıldayarak.
"Okula ne zamandır gitmediğimi biliyor musun? Teyzem kesecek beni." diye devam ettim. "Teyzen orada, ben burada." dedi. "Tamam mı? O zaman şimdi kalk ve dersine gir." görmese de başımı salladım.
"Tamamdır. Sana iyi görevler doktor!" gülerek söylediğim esnada Kerem'in arkasından gelen çok büyük bir gürültüyle duraksadım. Birileri kavga ediyor gibiydi.
"Deli değilim ben!"
"Annemi gördüm, annem burada. Burada annem benim. Söyledi bana, bir kadın izin vermemiş ona. Söyledi annem bana..."
Sürekli aynı cümleleri tekrarlıyordu. Kaşlarımı çatarak, "Neler oluyor?" diye sorduğumda Kerem, "Sorma ya." birkaç mırıltı çıkardı. "Sabahtan beri bir deliyle uğraşıyoruz."
"Yaa...Ne olmuş ki?"
Meraklı benliğime engel olamamıştım. Elbette ki soracaktım zaten başıma gelen her şeyin sorumlusu bu değil miydi? Ne yapayım, engel olamıyordum. Ayrıca durumuna da çok üzülmüştüm. Kim bilir başına ne gelmişti de böyle bir duruma ve felakete sürüklenmişti.
"Bir bilsek!" ofladı. "Sabah hastaneyi birbirine kattı annem ölmemiş diye. Neymiş bir kadın annesinin bedenine girmiş ama aslında annesi yaşıyormuş, onunla iletişime geçmiş falan filan." iyice dikkatimi çekmişti.
Koltuğa oturup bağdaş kurarak, "üzüldüm." dedim. "Annesi öleli de bir hafta ha olmuş ha olmamış. Ne hayatlar var ama..." diyerek devam ettiğinde duraksadım ve ani aydınlanmayla ayaklandım.
Hassiktir!
Annesi öleli ha bir hafta olmuş ha olmamış...
Kadın, annesinin bedenine girmiş...
Söyledi bana.
Süheyla Ateş öleli bir ay oluyordu. Bu da demek oluyor ki oyunun kurucusu başka bir bedene girmişti ama girmiş olduğu beden kısa bir sürede iflas etmişti. Ölmüştü. Arkadaki adamın bahsettiği şey bu olamaz mıydı? Annesinin ona göründüğünü söylüyordu, üç hafta yaşamış olduğu tutsaklıktan kurtulan kadın soluğu oğlunda almıştı ancak işler yolunda gitmemiş olmalıydı.
Yardım etmeliydim.
Hem kendime, hem de o zavallı adama.
Gözlerimi kıstım. Cidden bu olabilir miydi? "Müsait miydin?" diye sorduğumda "On dakikaya başlıyorum." deyince memnun olmuşcasına gülümsedim. Beni casusluk yaparken görmemeliydi.
"Kolay gelsin sana."
Telefonu kapattığında adeta odama koşturdum. Dolabımdan beyaz dar paça pantolon ve siyah crop aldım. Giyinirken bir yandan da gülümsüyordum.
Hayat sizden bir şey alırsa bir yerden verirdi. Her zaman bunun doğru olduğunu düşünüyordum. Sadece doğru yerde ve doğru zamanda olmalıydınız. Gerisini ise hayatın oyunları bir şekilde halediyordu.
Giyindikten sonra saçlarımı tepeden sımsıkı bir at kuyruğu yaptım. Makyajımı da yaptığım sırada şarkılar mırıldanıyordum. Uzun bir süreden sonra kendim olmuştum çünkü bana açılan bir kapı vardı. Duraksadım, kapının kapanmasına izin vermemeliydim. Üzerime de bir ceket alıp hızlıca evden ayrıldım ve minibüs durağına koşturdum.
***
Dakikalar içinde hastaneye varırken içim kıpır kıpırdı. Kurtuluş yolumu bulmuş gibi hissediyordum.
Kerem'in çalıştığı kata geldiğimde danışmanı görerek yanına gittim. İsmi Deniz'di. Çok sık konuşmazdık ama iyi bir insan olduğunu biliyordum. Birçok yardımı dokunmuştu. "Nasılsın?" dedim gülümseyerek.
Bana kısa bir bakış atıp elindeki kağıtlara geri döndü ama söylenmeyi de ihmal etmedi. "Yine ne işin düştü?" bozuksam da belli etmedim. Pekala, sandığımdan daha da kötü ilişkimiz varmış.
"Bu sabah bir hasta geldi ya buraya. Onun ismini ve nerede olduğunu merak ediyorum." gözlerini devirip kağıtları köşeye bıraktı. "Ne yapacaksın?" omuz silktim. "Sadece uzaktan hareketlerini inceleyeceğim. Hocanın bir ödevi. Dur bir saniye..." mırıldanarak çantamdan dosyaları çıkartıp ona uzattım.
Lütfen içine bakmasın.
Lütfen!
Hocanın ödevi yerine, kimse çekinmiş olduğum saçma salak fotoğraflarımı görmek istemezdi değil mi?
Dosyayı açacağı sırada arkadan birinin seslenmesiyle geri uzattı. İçimden sevinç çığlıkları atarken dışarıdan yüzüm son derece düzdü. Ah bir bilsen Deniz içimi! Herhalde hastaneden falan kovarsın.
Küçük bir kağıda karaladıktan sonra bana uzattı ve çağırılan yere gitti. Heyecanlanarak okumaya çalıştım. Hastanede çalışan herkesin yazısı böyle olmak zorunda mıydı sanki...
Mete Er.
2. Kat 124. Oda
Oh be! Kaçırmamıştım. Merdivenlere gidip üçer beşer atlayarak inmeye başladım. Hedefime yaklaştıkça iyice heyecanlanıyordum. Odanın önüne geldiğimde, "sakin ol." diye kendi kendime söylendim. Kapının kulpunu sessizce açarak aynı sessizlikte odanın içine adımladım. Sonradan onu gördüm.
Yatağın üstüne yatıyordu. Başı sola düşmüştü, pencereden tarafa bakıyordu. Uyuyor muydu emin olamamıştım. Yavaşça ilerlerken kalın bir ses duydum. "Uyumuyorum." dedi. Ondan geliyordu. İfadesizdi.
Tam olarak önünde durdum. Gözleri beden yana değil dışarıya bakıyordu. Sesindeki ifadesizliği gözlerine de işlemişti. Konuya nasıl girmem gerektiğini bilemiyordum. "Merhaba." dedim hiçbir şey olmamış gibi.
"Merhaba." sessizlik...
Camın önündeki deri koltuğa oturup merakla onu inceledim. Göz altları mosmordu, uzun süredir uyumadığı belliydi. Dudakları çatlamıştı ve saçı sakalı birbirine karışmıştı. Bir annenin yokluğu onu bir haftada mahvetmişti. Kahverengi, kıvırcık saçları vardı. Gözleri elaydı, kirpikleri bir kadını kıskandıracak kadar uzundu. Burnu hafif çatallıydı ama yüzündeki güzelliğinden ödün vermiyordu.
"Beni incelemen bitti mi?" sere serpe yatarken bile birine laf yetiştirmeye çalışacak kadar iyiydi. Sesindeki bıkkınlığı gizleyemeyecek kadar ise kötü.
"Bitti."
"İyi, git o zaman." kaşlarımı çattım. "Merak etmiyor musun neden geldiğimi?"
"Hayır."
"Neden?"
"Sikik dünyanın sikik meraklı insanları." diyerek homurdandığında gözlerim ve ağzım duyduklarımla orantılı aralandı. Şaşkınlıkla ona bakarken ne diyeceğimi bilemeyip birkaç kez dudaklarımı oynattım ama sustum. Ne terbiyesiz bir adamdı!?
"Sikik meraklı insanlar demek?" güldüm. "Her sana yardım etmek isteyene böyle mi davranırsın?" diye sorduğumda omzunu silkmişti. Umursamaz görünüyordu. Benden tarafa bile bakmıyordu ve bir an önce gitmemi ister gibi hali vardı. "Yardım?" alayla sordu.
"Bana yapacağın tek yardım ne biliyor musun?" eliyle gelmemi işaret edince küçük adımlarla ilerleyip tam önünde durdum. Tekrardan işaret parmağıyla yaklaşmamı istedi. Kulağımı dudaklarına doğru eğdiğimde nefes alış verişlerini, sıcak nefesini duyuyordum.
"Siktir git." dondum. Size yemin ederim her şeyi beklemiştim. Belki bir itiraf, belki bir plan ama asla bunu değil! Hızlıca doğruldum ve sertçe ona baktım. Dudağının bir yanı kıvrılmış, alayla yüzüme bakıyordu.
Daha fazla duramayacaktım. Belli ki gerçekten delinin tekiydi ya da ona inanmayacağımı düşünüyor olmalıydı. Son kez şansımı denemek istedim.
"O halde gerçek annenin hayaletiyle sana güzel ömürler." gitmeye hazırlanıyorken "Dur." dedi. "N-ne dedin sen?" arkamı döndüm. Yatakta dirseklerinin üstünde doğrulmuştu.
Şok olmuş bir ifadeyle bana bakarken bir yandan da yüzümü inceliyordu. Ciddiyetimi kavramasını istiyordum bu yüzden suratına bön bön bakmakla yetindim.
"Annenin hayaletiyle başarılar diledim. Sağır mısın?"
Nazlı sen ona muhtaçsın!
Ne diye böyle davranıyorsun?
İçimdeki sesi bastırmak istercesine boğazımı temizledim. Daha dün Alp'e kurduğum cümlenin aynısını Mete'ye kurdum.
"Annenin sana göründüğünü biliyorum."
Ve biliyor musun? Kendimi ilk defa rahatlamış hissettim...Çünkü birisi beni anlamıştı. Mete'nin gözlerinden onu görmüştüm. Gözlerindeki inciler birer kez döküldüğünde sinirlenerek koluyla sildi. "İnanıyor musun yani bana?" dedi fısıltıyla. İnanamıyormuş gibiydi.
Az önce yaşananları bir anda kafamdan sildim. İyi değildi, sonuçta 'ölmüş' annesini görüyordu, annesi onunla konuşuyordu. Buraya geldiğinde insanlar ona inanmadığı için bana böyle davranmış olmasını yadırgayamıyordum. Tekrar etti. "İnanıyor musun?" sesi hayretler içindeydi. Ona inanıyor olmama bile inanamıyordu...
Biliyor musun Mete?
Ben de inanamıyorum.
Sonunda birini bulmuştum.
"Annenin adı neydi?"
"Süreyya Er."
Süheyla Ateş. Süreyya Er.
Bu iki kadın neden bana aynı enerjiyi veriyordu...
Bilmediğimiz ve öğreneceğimiz çok fazla şey var gibiydi. Ama her şeyden önce birilerini, oyunun kurucusu tarafından kurulan tuzaktan kurtarmak gerekiyordu.
Beni,
Süreyya'yı ve hala bedenen olamasa bile duygularını tutsak ederek Alp'e görünmeyen Süheyla'yı.
Bizi kurtarmak gerek.