O günden sonraki birkaç gün Akvaryum yöneticileri için sunum hazırlamakla geçti. Bir gün dalış okuluna gittiysem bir gün gitmedim, bir gün kütüphaneye gittim, bir gün kafede çalıştım; hazırlıyor, siliyor, bir şeyler yapıyordum.
Dalış okulundaki ve okul kulübündeki büyüklerimin sık sık fikrini aldım. Bu işin yakasını bir dalışla bırakmak istemiyordum. Bir rutine dökmeliydik. Hakan'la sık sık bir araya geldik bu süreçte.
Öte yandan dersler hâlâ başlamamıştı. Kafede normal rutinimde çalışıyor, daha önce part-time çalıştığım yerlerde ekstra iş kovalıyordum.
Organizasyonlarda karşılama ya da garsonluk yapıyordum, marketlerde tanıtım, aslında amacı çok da anket yapmak olmayan firmalar için anket yapıyordum. Özel derslere de başlamıştım.
Sadece bu tempoda 2 ay çalışsam borcumu kapatabilirdim ancak maalesef bu haftadan sonra bu kadar vaktim olmayacaktı.
Hocalardan izin alıp devamsızlık yapmayı bile düşündüm ama zaten dönem kötü başlamıştı. Dersleri aksatmasam da verimli geçmemişti.
Vizelerimin sonuçları girilmeye başladığındaysa yine her şeyimle altüst olmuştum. Tam kendime olan inancımı geri kazanmak üzereyken bu defa artık dibe çakılmak da diyemezdik, yerin dibine doğru gidiyordum.
4 yıllık emeğim, gece gündüz çalışmalarım, sınav dönemleri uykusuz geçen geceler, yaz okulları, üstten ders almalar...
Okulu bir sene erken bitirmeyi planlamış, daha hazırlıktayken üst sınıfların derslerine çalışmaya başlamıştım. Okul 5 senede olsa ben 4 senede en geç bitirecektim.
Şu an 5. ve 7. dönemlerden ders alıyordum ama ortalamam düşerse ikinci dönem üstten yeterli sayıda ders alamayacaktım ve sonuç olarak okulum uzama yoluna girmişti.
Tüm notlarım girildiğindeyse artık yerin metrelerce altında yeni bir depresyonun eşiğindeydim. Vize final eşit etkilemiyordu ama yine de bazı derslerden tam puan bile alsam finalde, hedeflediğim ortalamaya ulaşamama ihtimalim vardı. Ki tam puanı şu anki kondisyonumla mümkün değil alamazdım.
Dün artık son notumu kafeye girerken gördüm. İçeri girdiğimde rengim atmıştı. Kâğıt gibi bir suratla çalıştım bütün akşam. Sonrasında da eve gidip kafamı yastığa bastırıp hüngür hüngür ağladım. Ağlarken uyuyakalmışım.
Sabah yerleşime Tuğhan abiler gelmiş, beni aradılar, "Tostçudayız, gel konuşalım," dediler. Hakan görmüş dün galiba kafede beni, "Bir sıkıntısı var abi ama gün geçtikçe rengi daha solgunlaşıyor," demiş.
Zaten o da tostçudaydı. (Hakan'ın birine duyarlı olduğunu da gördük ya, daha neler görürüz, daha da bir şeye şaşırmam.)
Bir şeyler atıştırıp havadan sudan sohbet ettik. Sonra Tuğhan abi ensemden tutup dışarı çıkardı beni.
"Ne yaptın benim hayat dolu kardeşime?! Seni tanıdığım günden beri böyle bir şey görmedim. Ahmet abilerden de haberini aldım, bu yaz da düşükmüş hep modun. Ama bu rengin ne kızım, böyle ayaklı cenaze gibisin. Bir de senin için 'anne baba ayrı öz kardeşim' diyorum insanlara, şu hâline bak, Hakan gelip söylemese haberim olmayacak. Ya anlat ne olduğunu ya da ben öğrenmeyi bilirim," deyip beni iyice sıkıştırdı köşeye.
Çaresiz bir sigara çıkarıp yaktım. Ve sonra doğum günümde bir güzel söze razı beklerken, o günün tarihini fark etmeden, beni bir başkası için terk eden ya da zaten belki hiç sevmemiş olan, o dallamadan başlayıp, öncesi sonrası demeden ne var ne yoksa bir nefeste anlattım.
İlk sigaranın ilk nefesinden itibaren de hiç durmadan gözlerimden yaşlar boşandı. Anlatmayı bitirdim ama ağlamayı bitiremedim bir türlü.
Bugüne kadar hiç kimselere bir kelime etmemiş, konu hakkında fikri, bilgisi olan kimseyle konuşmamıştım. Ne kadar kendime zarar vermiş olursam olayım, hiçbir önceki andan daha iyi olamamıştım. Hep baş aşağı, frenler boşalmış vaziyette...
Tuğhan abi kolunu omzuma atıp kendine çekti, ağlamam bitene kadar da, sonra da ağzını açıp bir kelime etmedi. Biliyordu ki nasihate, akıl vermelere, teselliye ihtiyacım yoktu, bu yüzden belki kimselere açmamıştım kendimi.
Sonra kalktık, diğerlerinin yerini öğrendi telefonla. Onlara doğru yürüyorduk ki telefonuma bildirim geldi. Hesabıma havale gelmişti. Borcumu kapatmak için ihtiyacım olan paranın hemen hemen iki katı.
"Sakın! İtiraz kabul etmiyorum, hiçbir şeye kızmadım ama biz bostan korkuluğu muyduk, bize sormadın da, 3 gündür tanıdığın adamlara senet imzaladın?" dedi. "İster avans kabul et ister borç de, çalışmandan düşerim. Zaten haftaya notere gideceğiz. Konuştuk Koray'la da, Hakan ve sana hisse devri yapacağız, başlangıç olarak sembolik bir oran %5'er ama sonra bu konuyu daha temiz kafayla yine konuşuruz," dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim. "Ne bir yorum, ne bir açıklama, ne de itiraz, hiçbir şey istemiyorum. Kendine geldiğinde konuşacağız bunları, ona göre kendini toparlamaya bak!" dedi. "Bizi de üzdüler ama sabah kalkıp işe gittik," dedi.
Ben şaşkın şaşkın yüzüne bakakaldım. Bildim bileli Yıldız abla vardı, hatta çok uzun yıllardır birliktelerdi ben onları tanıdığımda bile. Ama yüzüne baktığımda yüzündeki o anlık acı tebessüm bir şeyler anlatıyordu.
"Sana ağzımı açıp tek bir nasihat vermeyeceğim, neye ihtiyacın var sen bilirsin ve yaparsın, her zaman sana güvenim sonsuz. Ama madem okulu bu kadar önemsiyorsun, artık bir noktada kendini dizginle," dedi.
O sırada Koray abilerin yanına gelmiştik. Yüzüm gözüm şişmişti ağlamaktan. Ama yüzüme can gelmişti eminim, anlatmıştım sonunda ve belki anlatabileceğim tek kişiydi Tuğhan abi. Canım Tuğhan abi.
Birer kahve içtik. Sonra yemeğe götürdüler. "Sen sus seni sefil öğrenci," deyip hesaba da yaklaştırmadılar. Sonra vedalaşıp ayrıldık.
Bir an boşluğa düşer gibi oldum. Aslında daha büyük bir sorumluluğun altına girmek üzereydim ama kendimi hiç tedirgin, endişeli hissetmiyordum.
Yarın okula gidip, bütün hocalara ek not için yalvaracaktım. Sözlü olur, quiz olur, proje ödevi olur. Eve geçip hangi ders için ne yaparım diye bir şeyler araştırmaya başladım. Hangi hoca ne isteyebilir, ben ne yapabilirim, boş çıkmak istemedim karşılarına.
Saate baktığımda 1 saatten biraz fazla bir zaman kalmıştı vardiyama. Giderken yol üzerinden ATM'den para çektim. Patrondan rica ettim, bir masaya geçip konuştuk.
En zor zamanımda hiç düşünmeden yardım ettiği için teşekkür ettim. "Aileme durumu açmak zorunda kaldım, onlar da harçlık gönderdiler," dedim, fazla detaya gerek yoktu.
Sonra vardiyaya girdim erkenden. Denetim hâlâ gelmemişti ve hâlâ bölgedeydi. Ben de direkt mutfağa geçtim.
Bugün ne kadar uzun bir gün oluyordu. Sanki bir ömür gibi geçmişti. Düşününce hiç kimseye kendimi açmamış, kimsenin hâlimi sormasına izin vermemiştim bunca zamandır. Belki doğru zaman şimdiydi. Belki beni doğru anlayacak doğru insana sıra gelmemişti.
Ama hiçbir şeyin beni böyle hafifleteceğine ihtimal vermezdim. Üzerimde bir öküz oturuyordu sanki bugüne kadar, şimdi izi tozu bile kalmamış gibiydi.
Tabii bazı şeyler zaman içinde belli olur yine de. Ama hem anlatmak hem de bütün olayları gözden geçirmek, kendi sesimden bir solukta dinlemek ilaç gibi gelmişti.
Keşke bu kadar beklemeseydim. Bir tanıdığa anlatamadıysan bir yabancıya anlatsaydım, onlarca yabancıyla muhatap olmuştum. O da mı olmadı! Psikoloğa falan neden gitmemiştim ki...
Neyse, bugün olduğumuz noktaya ve önümüze bakacaktık...
Vardiyamın bitmesine az kalmıştı. Kalabalık birden çekildi. Ben de ortalığı bir güzel toparladım. Molamı kullanmayı unutmuştum. Bir çay alıp çay sigara yapacaktım ki amirim geldi, vardiyadan çıkarttı.
Her akşam yaptığım gibi ayaklarım kendi bildiği yola götürdü beni. Geçerken yolluğumu aldım. Gözüme sakin bir köşe kestirdim, geçecektim ki Onur durdurdu beni.
"Ben de seni bekliyordum," deyip yanına oturmam için ısrar etti. Hareketlerini tam çözemedim henüz, bana biraz değişik geliyor.
Günlük sohbetlerimize devam ettik. Buradaki insanlar aslında normal bir günde, normal bir kafeye gelmiş gibilerdi. Sıradan normal insanlar, günlük koşturmacalar, günlük kaygılar.
Kimileri bir okul kulübünden sebep güzel bir arkadaş grubu olmuş, kimisi müzik yapıyor, kimisi sosyal sorumluluk projeleri koşturuyordu. Belki en amaçsız bendim aralarında.
Aklımıza esen her konuda kafa patlatabiliyorduk. Harika sohbetler çıkıyordu ortaya. Her akşam bedavadan canlı müziğimiz oluyordu standart. Etnik müzik yapan bir grup vardı. Bir de slow-Anadolu rock karışık yapan bir grup. Onların dışında bireysel gelenler de vardı.
Etnik gruba daha yakındık. Onur, Nurettin Rençber'in Ezo şarkısını çalmalarını rica etti. Zaten birileri bir şey atıyor, onlar çalıp söylüyorlardı. Dinledik, çok güzel söylüyorlardı. Biraz hüzünlü bir şarkı gibi.
Çok da anladığım bir tarz değil acıdan zevk alma işleri. Ama işte son zamanlarda ne arabesk günler, neler neler...
Akşam çok çeşitli sohbetlerle yine sürüp gidiyordu. Etrafımdaki bu çok çeşitli grup insanın hepsinden ayrı ayrı etkilenir olmuştum.
Derken telefonuma mesaj geldi. Zeynep'ti. Tamamen aklımdan çıkmıştı. "Akşam Cadde'de olacağız, sen de gel bana eşlik et," demişti. Candan ötedir kendisi benim için; kötü gün dostu, gerçek bir yol arkadaşı, kardeşim gibidir.
Mesajını gördüğümde hafif bir uyuşukluk vardı üzerimde ama o andan sonra tamamen açıldım. Sadece "Ne yapıyorsun?" yazmıştı ama içime bir sıkıntı oturdu.
Hemen kendime çeki düzen verdim. Sohbet ediyor olduğum arkadaşlara veda ettim. Koşar adım 'Cadde' dediği puba doğru yol aldım. Ben ana caddeye çok yakındım, mekân da ana cadde üzerindeydi. Yine de varmam 15 dakikayı buldu.
İçeri girdiğimde hızlıca etrafı taradım, sondan ikinci masadaydılar. Sırf hoşlandığı çocuk geliyor diye gelmişti. Hiç dayanılır gibi değildi, biliyorum.
Aralarında ne olduysa kendini fazla kaptırmış olmalı. Üstelik etrafta güvenebileceği kimse olmadığı gibi etrafındaki tipler oldukça rahatsız ediciydi. Tabii bu saate bunlar kalırdı ancak.
Canım kardeşimin uğruna geldiği it ise köşede kızın tekiyle fingirdiyordu. Böyle olamadığı için kaybediyorsa kaybetsindi. Ev arkadaşı sürüklemişti Zeynep'i buraya, ortada yoktu şimdi.
Üstelik üstümde nakit yok diye kızın cüzdanını da alıp gitmiş. Gözüm döndü. Bulduğum yerde bu kızı parçalamak istiyorum.
Gittim Zeynep'in hesabı var mı kontrol edip kapattım, kalan bardağını da Tuna'nın başında aşağı boca edip boşu eline tutuşturdum.
Ben tanıştırmamıştım onları ama arkadaşımdı it, çok üzgündüm. Üstelik şerefsiz, her şeyin farkında olduğu hâlde umursamaz tavırlarıyla beni çileden çıkarmıştı.
Bu da bardağı taşıran son damla olmuştu. Bari saygı duy, ne oldun iki ilgi gördün diye kıçın başın ayrı oynamaya mı başlamalıydı hemen?
Zeynep'i kaldırdım, lavaboya götürdüm, yüzünü ensesini ıslattım, sonra zorla kusturdum kendi kendine, tekrar elini yüzünü yıkadım.
Çıkarken hâlâ öfkem dinmemişti, mekâna zarar vermemek için kendimi zor tuttum. Cam çerçeve indirmek istiyordum ne var ne yoksa.
Sokağa çıktığımızda soğuk rüzgâr ilaç gibi geldi. Onu bu hâlde hiçbir yere gönderemezdim. En azından bu gece gözümün önünde olmalı. Sonrasını sonra düşünürüz.
Bana geçtik. Bir acı kahve yaptım. Çok kaptırmışım kendimi, fazla acı olmuş. Lavaboya zor yetişti. İyice içi temizlendi. Tekrar tekrar elini yüzünü yıkadık. Biraz açıldı bir süre sonra. İlk bulduğum hâline göre çok çok iyiydi.
Yerini yaptım, güzelce yatırdım. Biraz saçlarını düzelttim derken uyuyakaldı.
Sevmenin, birine karşılıksız değer vermenin karşılığı hep böyle mi olmalı? Kör bıçağı takıp bir de çevirmeden edemiyor mu, bu değer görmeyi bir an olsun hak etmeyen aşk denen illet...
Şöyle dışarıdan bakıyorum da... Yine de iyi idare etmişim be. Başkasına bakıp şükretmek değil. Kıyamıyorum canımdan can Zeynep benim. Canım kardeşim Zeynep'im benim.
Benim dayanağım sevenlerim oldu hep, şimdi ben de onun tutunacağı dayanak olacağım.
Bakalım yeni gün nelere gebe... Bekleyelim görelim...