4.BÖLÜM

1944 Words
Arabamın kapısını bizzat Afran açtı. Birbirimize nefret ve öfkeyle bakıyorduk. İçimde alev alev yanan bir yangın vardı ancak karşı çıkamamak daha çok canımı sıkıyordu. Arabadan inip bornozumu çekiştirdim. Konağın büyüklüğü çocukluğumdakinden daha fazlaydı, zenginliklerine zenginlik kattıkları belliydi. Konağın önünde sıra sıra dizilmiş arabaları görünce herkesin beni karşılamak için birazdan açılacak kapının arkasında olduğunu anladım. Tutmam için bana elini uzattı. “Ne bu şimdi?” diye sordum. Büyük bir bıkkınlıkla baktı yüzüme ve gözleriyle elini gösterdi. “Elimi tut ki rızan olduğunu görsünler, aksi halde Gülendam’a kalacağım.” “Kalacağım mı? Gülendam sana kalacak demek istedin sanırım.” “Kızım sen aptal mısın? Nasıl oldu da doktor oldun? Kardeşin benimle evlenme konusunu duyunca sırıtmaya başlıyor. Yemin ederim hayattaki tek amacı bir aşiret ağasına gelin gitmek. Her yaptığım şeyde ağlayıp Kalender Ağa’ya koşarsa ne olur hayatım biliyor musun?” “Vah vah! Çok üzüldüm bak şimdi sana…” “Tut şu elimi de girelim şu konağa şu aşamayı atlatalım, meraklı değilim o elini tutmaya.” Üfleyerek tuttum elini, Afran üzerime bakıp omuzları sallanarak gülünce anlamayan şekilde yüzüne baktım: “Asude Hanım Ağa’mız seni böyle görünce kalpten gitmez umarım.” Tam cevap verecekken konağın kapısı açıldı. İçeriye doğru yürürken gözlerim ayaklarıma bakıyordu. Ayaklarım bile çıplaktı çünkü Afran beni tam olarak bu şekilde evden çıkartmış ve Urfa’ya getirmişti. Bir cesaretle gözlerimi karşıya doğru yönelttim. Gözüme ilk çarpan kişi Kalender Ağa’ydı. Baştan aşağıya süzülürken aklımda komik bir tanım yankılandı: “Azizanlar’ın bornozlu gelini…” Tam gülecekken kendimi tuttum ve mimiklerimi ifadesiz hale getirdim. Babaannemin gözleri ile yıllar sonra tekrar buluştuğumda tanıdık olan o tiksinti duyduğunu belli eden bakışlarıydı. Babamın yüzündeki moraran yerleri yediği dayağı kanıtlar şekildeydi. Kaşındaki beyaz bant ise tek bir acıma duygusu oluşturamamıştı içimde. Gülendam… Bırakıp gittiğim kardeşim… Beni anlayacağını düşünmüştüm büyüdükçe ama sevgi dolu bıraktığım gözler bana nefret ile Afran’a ise hayranlıkla bakıyordu. Bakışlarını görünce Afran’ın ne demek istediğini anladım. Afran’ın amcaları, eşleri, yeğenleri… Hepsi konağın avlusunda ayakta bizi bekliyorlardı ve ben bornozumla ve çıplak ayaklarımla önlerine çıkmıştım. Olayı fark ettiklerinde Asude Hanım Ağa mırıldanarak tövbe çekti. İçimde kahkahalar kopuyordu ancak bunu yüzüme yansıtırsam biliyordum ki kavgayı patlatırlardı. İlk andan gerek var mıydı? Sanmıyorum. “Oğul, aklını yitirdin bilirim amma edep adap da mı gitti?” Hanım Ağa bacaklarıma bakarak konuşunca ben de bir bakmak istedim bacaklarıma. Gayet güzel ve pürüzsüzlerdi. Benim böyle bacakları olan gelinim olsa kesin torunumla gurur duyardım. “Çok ani çıktık Hanım Ağa’m, kusura kalmayacaksınız artık. Hem iyi tarafından bakmak lazım…” “Neymiş bunun iyi tarafı?” “Gelin Hamamına gerek kalmadı. Gördünüz görmeniz gereken kısımları gerisi zaten bana ait bana özel.” Cümlesini tamamlayınca tuttuğu elimi daha çok sıktı. Bana özel dediği noktalarım aklıma gelince için bir tuhaf olmuştu ancak bunun sebebini tam anlamamıştım. “Ağam, gitsinler yıkansınlar paklansınlar uyusunlar. Sabah kahvaltıya desturlu çıksınlar. Vallahi görülmüş şey değil bunların ettikleri.” Kalender Ağa yere bakan gözlerini kaldırmadan kafasıyla onayladı. Afran elimi bırakmadan beni arkasından sürüklemeye başladı. Yukarıya çıkan merdivenlere yöneldik. Geniş balkona çıktıktan sonra 2 tane kapıyı geçip büyük bir aralıktan sağa döndük. Kare gibi olan alanda büyük tek bir kapı vardı. Kapının önündeki kare avlunun ortasında bahçe koltukları ve küçük bir halı vardı. Afran’ın büyük kapıya doğru gittiğini görünce buranın onun için ayrı yapıldığını ve sonradan eklendiğini anladım, daha önce böyle bir alana girdiğimi bile hatırlamıyordum. Kapıyı açıp beni içeriye doğru adeta fırlattı. Odanın karanlığına alışmak oldukça zordu, hiçbir yerin bu denli karanlık olacağını düşünmemiş ve görmemiştim. “Mağara adamı dersem sana nedenini lütfen sorgulama.” Sonra birden ışıklar açıldı ve oda gözlerimin önüne serildi. Ben daha geleneksel şeyler beklerken karşıma bırakılan oda muazzamdı. Siyah başlıklı, siyah saten örtülü bir yatak,yatağın etrafını yatağa temas etmeden sarmalayan ve tavandan sarkan siyah tüller… Yatağın tam karşısında bulunan küvet, yatağın sağ tarafındaki duvarda kapısı buğulu cam olan elbise odası, onun tam yanında büyük ve geniş bir banyo… Bir duvarı boydan boya kaplayan kitaplarla dolu raflar… “Mağarama hoş geldin o zaman… Bundan sonra burada benimle birlikte yaşayacaksın bence bu kadar gömmemelisin.” Tarihin en büyük görsel destekli göt oluşu… Gelse gelse benim başıma gelirdi zaten. “Küvet mi istersin yoksa banyo mu?” “Kıyafetim var mı ki burada?” “Seni kaçırmadan önce saten siyah bir gecelik aldım ama seni etine dolgun beklediğim için biraz bol almış olabilirim idare et artık bir de yarın kahvaltıda falan giyebilmen için düzgün, dışarıda giyebileceğim mavi bir elbise aldım ama onun kalıbı küçükmüş tam olur gibime geliyor.” “Senin bu moda bilgin nerden geliyor?” “Mağarada uzun süre kalınca bilgi edinmek için çok zamanın oluyor.” “Ya da mankenlerle çok takıldığın içindir?” Ceketini çıkarttı, telefonumu yatağın üzerine fırlattı. Gömleğinin düğmelerini karşımda çözerken: “Mankenlerle zaman geçirdiğimde konuşmak yerine başka şeyler yapıyorlar genelde ağızları dolu oluyor.” Sırıtışı tüm yüzüne yayılırken yüzünü sonunda net ve tam ışıkta görebiliyordum. Keskin çene hattını sakalı bile örtemiyordu. Sağ gözünün bitiminin hemen altında gülünce belli olan gamzesi… Hatırladığım uyuz ve şımarık çocuk kocaman ve cüsseli bir adam olmuştu. Yatağın yanında duran komodinin üzerindeki peçeteyi alıp yanıma geldi. Bana uzatınca anlayamadım. Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. “Sil diye veriyorum” “Neyi?” Anlamasam da elime aldım ve sırıtan yüzüne bakmaya devam ettim. “Salyanı ama nerenden aktığını bilemem tabi ben ağzından akanı silmen için veriyorum.” Dediğini anladığımda yanaklarım alev almaya başladı sanki. Sinirden ellerim yumruk olurken o sanki gülüşünü tutmak istercesine yanaklarını şişirdi. “Seni aşağılık kendini beğenmiş Urfa zübbesi!” Arkasından koşmaya başlarken banyoya girip kapıyı kilitledi. Kapıyı birkaç kez yumrukladım ve en sonunda bir tekme savurdum. “Umarım ayağın kayar da geberirsin!” “Senden bilirler, yine kan davası başlar söyleyeyim de.” Olduğum yerde tepinerek küvete baktım. Orda o kadar açıkta asla yıkanmazdım. Çıkmasını bekleyecektim. Yatağın üzerinde duran geceliğe, dantelli iç çamaşırlarıma baktım… Hemen yanında duran telefonumu elime aldım. Ekran kilidini açtım ve Olcay’ı aradım. Ne diyeceğimi bilemesem de aradım… Sanırım ona ihtiyacım olduğunu hissediyordum. “Alo” Sesini duymak beni rahatlatmak yerine sanki daha çok yıpratmıştı. Geride bıraktıklarımı ve kazanmak için mücadele verdiğim her şeyi hatırlatmıştı adeta. Bir hıçkırık koptu gitti boğazımdan. “Sıla! Sıla iyi misin? Neler oluyor anlatabilir misin? B-ben anlamıyorum.” Derin bir nefes alıp duş sesinden Afran’ın beni duymamasını umarak kısık sesle konuşmaya başladım: “Her şey o kadar karışık ki bunca zaman sana anlatmamam aslında büyük bir hataydı. Urfa’dayım ve buraya gelmemin amacı evlendirilmek. Çünkü, çünkü… Bak bunları sana söylesem de bunların hepsinin çok saçma olduğunu düşünüp buraya gelmeye çalışacaksın sadece lütfen ben arayana kadar beni arama ya da mesaj atma çünkü aksi halde her şey daha karmaşık halde gelecek ve sen de tehlikede olacaksın.” “Tehlikede mi olacağım? Neler anlatıyorsun sen Sıla! Ne evlenmesi!” “Her şeyi bir gün açıklayacağım ama bana zaman vermek zorundasın. Sana yalvarırım dediklerimi yap ve benim seni aramamı bekle.” Telefonu kapatıp kendimi dizlerimin üzerinde çökmüş halde dermansız bir biçimde buldum. Annem yoktu, annemin kendini öldürdüğü törenin ateşine kendimi atmış ve beni zerre sevmeyen ailem için fedakârlık ediyordum. Afran’ın kendi hayatında rahat etmesi için onun karısı rolünü kabul ediyordum. Kan akmaması için, canımdan dirhem dirhem azalıyordum. Eksildiğimi göremeyecek kadar kör ve duygusuzlardı. Başımı pencereye dayadım, elimle ağzımı kapatarak ağlamaya başladım. Hayatımın en güzel dönemlerinde bu yaşadıklarımın bir getirisi var mıydı? Acı ve kederden başka bir mükafatı var mıydı? Banyodan gelen su sesi kesilince gözyaşlarımı bir yandan siliyor bir yandan da Olcay’ı aradığım arama kaydını siliyordum. Telefonu aldığım yere aynı gelişi güzel pozisyonda bıraktım. Yatağın üzerine oturup sanki onun çıkmasını bekliyormuşum gibi davranmaya başladım. Banyonun kapısı açıldı. Beline dolağı havlusu, vücudundan yayılan hoş koku ve kaslarından akan su damlaları… Gözlerimi kaçırdım, yeniden peçete uzatmaması için… “Demek uslu uslu beni bekledin. Benim tatlı biricik karım…” Tepki vermeyince ve kalkıp banyoya yönelince konuşmaya devam etti: “İçeride havlun var, saç havlusu da var. Şampuan ne kullanırsın bilemediğim için ne kadar çeşidi varsa aldım hepsi lavabonun altındaki dolaplarda.” O bunları anlatırken banyonun içinde giyinmem gerektiğini fark ettim ve adımlarımı sert ve sesli atarak yatağın yanına gidip eşyalarımı alıp aynı sesli adımlarla banyoya girdim. Arkamdan kapıyı kilitledim. “Seninle duşa girmem merak etme!” Dediği şeyi umursamadan bornozumu çıkarttım. Gerçekten buraya kadar sadece bununla geldiğime inanamıyorum! Saçlarım taramadan kuruduğu için beni dağınık ve pis gösteriyorlardı. Aynadaki yansımama uzun uzun baktım. Birkaç saatte birkaç yüzyıl yaşlanmış gibiydim. Biraz zorlasam beyazlaşmış bir saç bile bulabilirdim. Duşa kabinin camını yana kaydırırken omzumun üzerinden aynaya baktım. Sırtımdaki tüm yara izlerim oradaydı. Babamın kemerinin bıraktığı kabarıklıklar, kırmızılıklar… Geçmişimin acı dolu gerçekliğinin gözler önüne serilişi gibi oradaydılar. Kimse kimsenin nereden geldiğini, nasıl geldiğini, neden geldiğini bilmiyordu ve kimse kimseden nereden, kimden, nasıl ve neden kurtulmak istediğini de bilmiyor. Sadece kendi doğrularımız var oysaki birçok hayata dokunurken tabularımıza tutunup bunları dayatmak ne gülünç ve insanlık dışı bir davranış… Suyu açtım, suyun tenime dokunmasına izin verdim. Saçım tamamen ıslanınca şampuanlamak için banyonun içinde raflarda hazır kullandıklarına baktım. Gözüme bebek şampuanı ilişince göz devirdim: “E yok artık gerçekten bebek şampuanı mı kullanıyorsun?” Düşündüğümden daha yüksek sesle söylediğimi bana cevap vermesinden anladım: “Elini bile süreyim deme sakın! O benim, sadece benim!” Umursamadan avucuma sıktım ve saçlarımı köpürtmeye başladım. Sıcak su iyi gelmişti, ne kadar direnirsem direneyim ceketini üzerime örtmemesi için açıkçası üşümüştüm ve ancak fark ediyordum. Sıcak suda iyice kendimi temizledikten ve dinlendikten sonra suyu kapattım ve ruhumun yorgunluğunu yıllar sonra yeniden fark ettim. Sanki annemin öldüğü yaştaydım ve hiç büyümemiştim. Askıdaki havluyu alıp kendimi kuruladım ve önce yüzümü buruşturarak baktığım iç çamaşırlarımı üzerime geçirdim sonra da pijama takımını giydim. Öyle bol olmuştu ki beni nasıl aklında canlandırdığını ve bunu aldığını merak ettim. Tam bir saçmalıktı ancak tepki veremeyecek kadar uykusuz ve yorgundum. Banyodan dışarıya çıkınca elinde viski dolu kadehle oturup düşünceli olduğunu fark ettim. Elinde benim telefonum vardı ve kaşları çatık şekilde ekranı kaydırıyordu. “Şifremi nasıl buldun?” “Doğum günü tarihini koyacak kadar aptal olduğunu düşünmemiştim ama gerçekten koymuşsun.” Cevap vermemeyi tercih ettim ve saçlarımı havluyla kurutmaya başladım. “Bu Olcay’ı seviyordun öyle mi?” Tam o noktada havluyu hışımla yatağın üzerine attım ve yanına gidip telefonumu elinden aldım. “Buna da mı karışacaksın? Duygularıma da mı müdehale edeceksin?” Bardağın içindeki viskiden bir yudum daha aldı ve yere bıraktı. Oturduğu yerden kalkıp bana baktı. “Gerekirse evet, karışacağım. İnan bana özel alanım dediğin her şeyi yıkarım ve bunun sendeki etkisi umurumda dahi olmaz. Bana itaat edeceksin ve bana sadakat göstereceksin!” Tiksinerek güldüm: “Sana mı sadakat ve itaat göstereceğim? Sevmediğim sana öyle mi? Benden nefret eden sana sonsuz bir sadakatle bağlanacağım öyle mi? İmkânsız!” Derin bir nefes aldı, elini yukarıya doğru kaldırınca ürküp istemsizce birkaç adım geriye gittim. “Git ve yatağa yatıp uyu, daha fazla zorlama benim sınırlarımı. Yarın uyandığımızda el öpecek ve sonrada düğün için sana seçilen gelinliklere bakacaksın. Yarından sonrada düğünümüz var. Nikâhımız kıyılacak ve sen de buna seve seve evet diyeceksin. Aksi halde hayatının mahvolacağını biliyorsun.” Tek kelime bile etmeden dediğini yaptım ve yatağa gittim. Zaten çarşafı yatağın üzerinden çektim ve kendimi içine attım. Saçlarımın ıslaklığı umurumda bile olmadı, saç havlusunu attığım yerden almadım. Bıraktım ve dağınık kalmasını istedim tıpkı içim ve duygularım gibi… Yattığım yerden tüllerin ardından Afran’a baktım. İki gün sonra kocam olacak canavarı baştan aşağıya süzdüm. Küçükken ne gülerdik bu durumun gerçekleşme olasılığına ve ne eğlenirdik birbirimizle uğraşırken. Şimdi boğazımı sıkmaktan çekinmeyecek bir canavara dönüşmüştü. “Küçükken böyle olacağımıza ihtimal bile vermezdim Efser. Başkalarına âşık olacak, başkalarıyla evlenecektik. Hep bunu düşünürdüm ama şimdi şu halimize bir bak…” “Bundan, bu halimizden sen sorumlusun Afran.” Dediğimi umursamadı ve bardaktaki son viskiyi dikip ayağa kalktı. Kapıya doğru yöneldi, çıkmadan önce ışıkları kapattı ve oda karanlığa büründü: “Anladım ki sen bana aitsin Efser. İki gün sonra evlendiğimizde bunu engelleyemeyeceğimizi sen de anlayacaksın.” Çıktı ve kapıyı kapattı. Evlenecektim ve burada düğün gecesi istenecek bir şey vardı. Bekaret kanı… Peki nasıl yapacaktım?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD