Kalenin içine girdikten sonra, Sancak'ı loş, taş bir odaya kapatip arkasından demir kapıyı sertçe kapattılar. Oda, nemli ve soğuktu ve tek bir penceresi bile yoktu. Odada ne kadar kaldığını bilmiyordu, ne olacağı ve ne olduğuna dair bir fikri de yoktu. Sadece bekliyordu, ne kadar beklediğini de bilmiyordu. Rumi ve dört Fedai odaya girdi. Rumi'nin elinde, sıradan bir lamba vardı.
“Alamut, sıradan suikastçılar yetiştirmez. Biz, ruhen arınmış sadıklarız. Sadakatin, sadece kan dökmekle değil, aynı zamanda nefsini terk etmekle ölçülür,” dedi Rumi.
Fedailer, Sancak’ı zorla diz çöktürdü ve arkadan kollarını sıkıca tuttu. Rumi, lambayı Sancak’ın yüzüne yaklaştırdı.
“Sana son bir şans veriyoruz. Sen, Selçuklu nizamının bir casusu musun? Nizamülmülk seni bize karşı mı gönderdi?”
Sancak, o anın geldiğini biliyordu. Nizamülmülk’ün uyarısını hatırladı: “Asla, kendine bile söyleme.” Eğer en ufak bir tereddüt yaşarsa, bitmişti.
“Ben bir Mülhidim. Selçuklu’nun yalanlarına sırtımı çevirdim. Ben, Vezir’in değil, Üstad-ı Azam’ın gölgesine sığınan bir neferim. Eğer bana inanmıyorsanız, bu bedeni alın. Ama ruhum, çoktan O’nun yolunu seçmiştir!” diye bağırdı Sancak, sesindeki öfke ve kararlılık o kadar gerçekçiydi ki, Fedailer bile kısa bir an duraksadı.
Sancak'ın bu sert ve inançlı çıkışı, onların beklediği korku ve yalvarma değildi. Rumi, başıyla onayladı.
“İyi. Korkunun seni esir almasına izin vermedin. Kabul edildin, Sancak. Artık kaledesin. Ama unutma, burası bir medrese değil, bir kılıç yatağıdır.”