-2 Hafta Önce-
Rıza, çalışma ofisinin ağır havasında masa başına yaslanmış, dosyalarla boğuşuyordu. Telefonu masanın üstünde çalmaya başladı. Ekrandaki isim ona hoş olmayan bir hatırlatmaydı. İçini bir sıkıntı kapladı; açmak istemiyordu ama zorunda kaldı.
“Efendim,” dedi, sesini tok ve kontrollü tutarak.
“Nasılsın Rıza Efendi?”
Rıza, gözlerini masadan kaldırmadan, sessiz ama güçlü bir tonla yanıtladı:
“İyiyim, Cemil ağa… Sen nasılsın?”
Cemil ağa, kısa bir kahkaha attıktan sonra, sesi ciddileşti:
“Ben de iyi diyeyim iyi olayım . Bu arada sen köklerini unutmuş gibisin Rıza efendi.”
Rıza, bir an durdu, masanın kenarına sertçe yaslandı ve gözlerini Cemil ağa’ya çevirmiş gibi telefona bakarak sordu:
“Cemil ağa… Köklerimi hatırlatmak için mi aradın?”
Cemil ağa, telefonun diğer ucunda sesi ciddi bir tonda devam etti:
“Elbette hayır… Ama bir maruzat vardır, sen de bunu iyi bilirsin.”
Rıza, nefesini derin aldı; işte o an gelmişti, karar vakti. Tok ve kararlı sesiyle cevapladı:
“Biliyorum ağam.”
Cemil ağa, Mardin aksanıyla, ağır ve kesin bir tonla devam etti:
“Berdelin vakti gelmiş… Kızın artık bizim aileye gelin gelme vaktidir.”
Rıza’nın kalbi sıkıştı. Bu ana gelmemek için yıllardır direnmişti. Aşiret o kadar büyüktü ki, onun eli kolu yıllar önce bağlanmış gibiydi. Çocukları olmadan, daha yasaları ve gelenekleri bilmeden, kızlarından Yasmin’i yirmi yaşına bastığında onlara vereceğini söz vermişti. Ama şimdi… kızını o kadar çok seviyordu ki…
Rıza, gözlerini masadaki dosyalardan kaldırıp uzaklara baktı. Yasmin’in yüzü gözlerinin önüne gelmişti; akıllı, cesur ve ona her zaman gurur veren o kız… Ona zarar gelmesini ya da istemediği bir hayata zorlanmasını asla istemiyordu. Kalbindeki korku ve öfke, bir arada fırtına gibi esiyordu.
Derin bir nefes aldı. Sesini mümkün olduğunca sert tutmaya çalıştı ama içindeki çatlaklar belli oluyordu:
“Tamam ağam… Emrine itaat edeceğim. Ama senden bir şey istiyorum, söz ver.”
Cemil ağa, sabırsız bir onay beklercesine hafif bir uğultu çıkardı. “Neymiş o?” diye sordu.
Rıza, bir baba kadar koruyucu, bir aşiret büyüğü kadar çetin, ama insan kadar kırılgan:
“Kızım oralarda kızın gibi olacak. Onu koruyup kollayacaksın..”
Telefondaki sessizlikte sadece saat tıkırtısı vardı; sonra Cemil ağa, keskin ve soğuk bir onay verdi:
“Sözün, sözümdür Rıza efendi.”
- Günümüz -
& Yasmin’in Gözünden &
Odamda oturuyordum. Gün çoktan akşamın sessizliğine bürünmüştü. Perdelerin arasından süzülen turuncu ışık duvarları boyuyordu. Tam o sırada kapım çaldı.
“Gel,” dedim.
Kapı aralandı. İçeri annem girdi. Yüzünde telaşla karışık bir ağırlık vardı.
“Kızım,” dedi yavaş bir sesle, “Baban seninle bir konu hakkında konuşmak istiyormuş da… Seni çalışma odasına bekliyor.”
Yataktan kalktım. Ayaklarım yere değdiğinde içimde istemsiz bir huzursuzluk hissettim.
“Bir şey mi oldu anne?” diye sordum.
Annem başını iki yana salladı.
“Bilmiyorum kızım.”
Onun yanına yürüdüm. Elini kısa bir an tuttum.
“Tamam… Gideyim bakalım ne konuşacak.”
“Tamam kızım,” dedi annem, fakat gözlerindeki gölgeyi saklayamıyordu. Yüzünden düşen bin parçayı okumak zor değildi.
Koridora çıktım. Ev sessizdi. Her adımda içimdeki merak biraz daha büyüyordu. Babamın çalışma odasının kapısına geldiğimde durup derin bir nefes aldım. Sonra kapıya iki kez vurdum.
İçeriden tok ve sert bir ses geldi:
“Gir.”
İçeri girdim ve gözlerimi babama çevirdim. Onun bakışları, söyleyeceklerinin ağırlığını çoktan belli ediyordu.
“Geç, otur kızım,” dedi babam.
Sandalyeye oturduğum vakit babamın yüzüne baktım. Yüzü solgundu, omuzları her zamankinden daha düşüktü.
“Baba, Mira yine bir şey mi yaptı?” diye sordum.
Başını hafifçe salladı.
“Hayır kızım… Başka bir konu hakkında konuşacağım.”
Kalbim sıkıştı. Babamın bu hâlini daha önce görmemiştim. Gözlerinde yorgunluk vardı, sanki uzun zamandır taşımak zorunda kaldığı bir yükle boğuşuyordu.
“Dinliyorum baba,” dedim.
Babam ellerini masanın üzerine koydu. Parmakları birbirine kenetlendi, ardından çözüldü. Sanki hangi cümleyi kuracağını kestiremiyor gibiydi. Birkaç saniye sustuktan sonra derin bir nefes aldı.
“Bu konu hakkında nasıl konuşacağımı bilemiyorum. Ama direkt konuya geçmem gerekirse… Evlenmen gerekiyor, Yasmin.”
O an nefesim boğazımda düğümlendi. Sanki içimdeki dünya birden durmuştu. Daha yirmi yaşındaydım, önümde üniversite hayatım, hayallerim vardı.
“Baba…” dedim, gözlerim büyüyerek. “Üniversitem daha bitmedi. Bir de… hayatımda kimse yok. Ne evliliği bu?”
Babam, bakışlarını benden kaçırarak, yere doğru çevirdi. Dudaklarının kenarı titriyordu.
“Kızım… Ailen için evlenmen lazım.”
“Baba, ne evliliği? Ne diyorsun sen?” dedim, sesim istemsizce yükselmişti.
Babam başını kaldırdı, gözlerinde yılların ağırlığı vardı.
“Kızım, benim köklerimin Mardin’e dayandığını biliyorsun.”
Sözünü hemen kestim.
“Evet, biliyorum! Ve asla da sevmezsin o toprakları.”
Babam derin bir nefes aldı, gözlerini üzerimden kaçırarak devam etti:
“Yıllar önce, sen daha doğmadan… benim aşiretim ve karşı aşiret arasında kan davası olmuştu. Bu kan davası durdurulsun diye kız alınıp verildi. Daha bebekler kundaktayken sözler verildi. Ve her biri… Mirzehan aşiretine gelin gitti.”
Sustu. Sessizlik odanın her köşesine yayıldı. Kafamda kelimeler dönüyordu ama babamın söylediklerinden hiçbir şey tam olarak anlamıyordum. Kan davası… kundak… verilen sözler… Bunların benimle ne ilgisi vardı?
Babam yeniden konuştu. Sesi daha da ağırlaşmıştı:
“Sıra bizim ailemize geldi, kızım. Bizim de sözümüz vardı. Sen bebekken… bir söz verdim. Büyüdüğün vakit, yirmi yaşına bastığında… Mirzehan aşiretine gelin gidecektin.”
Kalbim yerinden çıkacak gibi çarptı. Dudaklarım kurudu, boğazımda bir yumru belirdi. Sanki ayaklarımın altındaki zemin çekilmişti.
Babam gözlerini kapattı, belli ki yüzüme bakmaya cesareti yoktu. O an içimde hem öfke hem de tarifsiz bir çaresizlik yükseldi. Üniversitede hayalini kurduğum gelecek, özgürlüğüm, hayatım… Hepsi bir söz uğruna elimden alınmak üzereydi.
Ayağa kalktım. Sandalyenin bacakları sertçe zemine sürtündü. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.
“Baba, sen ne saçmalıyorsun? Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz Allah aşkına?”
Babam başını öne eğdi, dudakları titredi.
“Kızım… Eğer sözümü tutmazsam beni öldürecekler.”
Bir an nefesim kesildi. Gözlerim büyüdü, boğazımda düğümlenen sözleri zorla dışarı çıkardım.
“Baba… Seni tehdit mi ediyorlar? Polise gidelim.”
Babam başını iki yana salladı, gözleri acıyla dolmuştu.
“Bu basit bir aşiret değil kızım. Çok güçlüler. Töre ne dediyse onu yapmak zorundayız.”
İçimdeki öfkeyle birlikte gözlerimden yaşlar boşaldı.
“Baba, ne töresi? Ben daha bebekken verdiğin bu söz yüzünden mi evleneceğim? Allah aşkına… Şaka falan mı yapıyorsun?”
Babamın sessizliği odayı buz gibi bir hale getirdi. Sonra sesi ağır ve keskin çıktı:
“Evlenmek zorundasın Yasmin. Ailen için… Mirzehan aşiretine gelin gitmek zorundasın.”
Sözleri beynimde yankılandı. Dizlerim titredi, ellerimle masanın kenarına tutunmasam yere düşecektim.
“Sen… nasıl böyle konuşursun ya?” dedim, gözyaşlarım yanaklarımı yakarken. “Kızınım ben senin!”
Babam derin bir nefes aldı, gözlerini bana dikti.
“Yasmin… Bu yaşına kadar sana baktım. Ailem için yıllarca çalıştım. Sen ve kız kardeşin daha rahat bir hayat yaşasın diye elimden gelenin fazlasını yaptım. Şimdi sıra sende.”
Sözleri kalbime bir bıçak gibi saplandı. Öfkem gözyaşlarımla birlikte patladı.
“Ölürüm de evlenmem! Bir insan kızını zorla evlendirir mi, baba?”
Babam başını eğdi, sesi kısık ama kararlıydı.
“Sen oraya kendi isteğinle gelin gitmezsen… O vakit beni öldürecekler. Ve seni de zorla götürecekler.”
Gözlerim karardı, boğazım düğümlendi.
“Asla! Anladın mı baba? Asla!”
Sözlerim odanın duvarlarını çarparken babam ayağa kalktı. Yavaşça yanıma geldi. Elimi ellerinin arasına aldı. Elleri titriyordu, gözleri dolmuştu.
“Güzel kızım…” dedi, sesi çatallanarak. “Ben de istemem seni vermeye. Ama… zorundayım.”
Elimi babamın ellerinden hızla kurtardım. Gözyaşlarım yanaklarımı yakıyordu.
“Sen… Sen yıllar önce beni satmışsın! Nasıl babasın sen ya?”
Babamın yüzü gerildi, sesi sertleşti.
“Düzgün konuş benimle!”
İçimdeki öfke dilimden fırladı.
“Mira haklıymış… Sen sadece kendini düşünen birisin!”
O an babamın eli kalktı. Yüzümde keskin bir acı patladı. Tokadın şiddetiyle başım yana savruldu. Birkaç saniye boyunca sadece kulaklarımda uğultu vardı.
“Bu evlilik olacak, anladın mı?” diye bağırdı.
Dolu gözlerle babama baktım. Kalbim parçalanıyordu ama sesim dimdik çıktı.
“Asla… Anladın mı? Asla evlenmem!”
Babamın gözleri öfkeyle kıpkırmızı olmuştu.
“Ben senin babanım! Ben ne dersem o olacak!”
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken haykırdım:
“Sen nasıl bir babasın? Baba dediğin kızını satar mı?”
Babam başını salladı, sesi bu kez daha yorgun ama hâlâ sertti.
“Ben seni satmadım… Ama zorunda kaldım.”
Acı bir kahkaha boğazımdan fırladı.
“Vay be… Yılın babasına bak sen! Şu yalanlarınla ancak iş yaptığın insanları kandırırsın.”
O an babam öfkeyle kolumu kavradı. Parmağı bileklerime gömüldü.
“Evleneceksin!” diye bağırdı.
O an kapı açıldı ve annem içeri girdi.
“Rıza bey…” dedi titrek bir sesle.
Annemin yüzüne baktım ve fısıldar gibi söyledim:
“Anne… Babam beni zorla evlendiriyor.”
Annemin gözleri doldu ve sessizce adımı izledi.
“Yasmin…” dedi sadece.
Buna dayanamadım; hızla anneme koştum ve onu sımsıkı sarıldım.
“Anne… Lütfen… Beni kimseye vermeyin!”
Annem ellerimi tuttu, gözlerinde bir acı ve kararlılık karışımı vardı.
“Güzel kızım… Benim… ailem için bunu yapmak zorundasın.” dedi.
Bir adım geri çekildim, gözlerim ona kilitlendi:
“Sen de mi babam gibi düşünüyorsun?”
Annem başını hafifçe salladı, sesi yumuşak ama kesin:
“Kızım… Bazen çocuklar da aileleri için fedakarlık yapmak zorunda kalır. Merak etme… Kötü bir aileye gelin gitmeyeceksin. Her daim seni koruyacaklar.”
Gözlerimi hem anneme hem de babama çevirdim. İçimde bir öfke patladı, nefesim kesildi:
“Kafayı yemişsiniz siz… Aile değilsiniz!”
Söylediğim sözlerin ardından duraksadım, öfke ve hayal kırıklığı içimi kavuruyordu. Derin bir nefes aldım ve çalışma odasının önünden geçip odama doğru yürüdüm.
Odamın kapısını kapatır kapatmaz dolabın üstünden bavulumu aldım. Ellerim titriyordu ama kararlılığım güçlüydü. Kıyafetlerimi seçip hızlıca bavula yerleştirmeye başladım; pantolonlar, kazaklar, birkaç rahat elbise… Her parçayı yerleştirirken içimde büyüyen bir özgürlük hissi vardı.
Tam o sırada kapı aralandı ve Mira içeri girdi.
“Ne oldu?” diye sordu, gözleri endişeyle dolu.
Onu görünce derin bir nefes aldım.
“Beni zorla evlendirmeye çalışıyorlar… Buradan gideceğim.”
Mira bir an durdu, sonra yüzü aydınlandı.
“Ne güzel… Buradan kurtulacaksın!”
Sinirle başımı çevirdim ve bavuluma odaklandım.
“Kafayı mı yedin sen?” dedim, sesimde hem öfke hem de hayret vardı.
Mira yüzünü asmadı, aksine heyecanla konuştu:
“Beni de yanında götür!”
Gözlerimi ona çevirdim ve hafif bir gülümsemeyle:
“Tamam gelebilirsin. Git sen de bavulunu hazırla.” dedim.
Mira hızlıca odadan çıktı, bavuluma son parçaları yerleştirirken içimde tarifsiz bir hafiflik hissettim.
Bavulumu son kez kontrol ederken kapı aralandı. Annem içeri girdi ve gözleri bavuluma takıldı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu, sesi hem şaşkın hem de endişeliydi.
Baktım ona, kalbim hâlâ hızlı hızlı çarpıyor ama sesim kararlıydı:
“Artık sizinle yaşamayacağım.”
Annem bir adım ileri geldi, yüzü kızarmıştı.
“Sen kafayı mı yedin? Babanın canı tehlikede ve sen kaçmayı mı düşünüyorsun?”
Gözlerimi kısıp sert bir sesle karşılık verdim:
“Bana mı sordu ha… bana mı sordu o anlaşmayı yaparken?”
Annem hiddetlenerek bana doğru yürüdü, sesi yükseldi:
“Baban o anlaşmayı yapmasaydı… Bugün ne sen ne de Mira olacaktınız! Baban sizi daha rahat bir hayat yaşamanız için çalıştı, çabaladı… ve sıra sen de, Yasmin!”
&&
Konak, kalabalığın uğultusuyla dolmuştu. Bir yanda kadınların fısıldaşmaları, diğer yanda erkeklerin ağır sessizliği… Büyük sofralar kurulmuş, yemek dağıtılmış, misafirlerin önü boş bırakılmamıştı. Kadınlar avlunun bir tarafında yere serilen kilimlerin üzerinde diz dize oturuyorlardı; arada bir ağıt sesleri yükseliyor, sonra yeniden sessizliğe gömülüyordu.
Büyük salonda ise erkekler toplanmıştı. Mahir, kardeşi Serhat’ın tam karşısında oturuyordu. İkisinin arasında görünmez ama keskin bir çizgi vardı. Amcaları Hüseyin, yaşının verdiği ağırlıkla köşedeki mindere yaslanmış, gözlerini iki kardeşten ayırmıyordu.
Mahir, yüzünde hiçbir duygu belirtisi olmadan dimdik oturuyordu. Gözleri soğuktu; sanki babasının ölümü değil de yıllardır beklediği bir kapının açılışı gerçekleşmişti. Cemil Ağa hastaydı, bu ölüm bekleniyordu. Mahir bunu kabullenmişti. Ama artık önemli olan başka bir şey vardı: ağalık.
Serhat ise gergindi. Elleri dizlerinde kenetlenmiş, ara sıra gözlerini yere indiriyor, sonra yeniden Mahir’e bakıyordu. O bakışlarda hem bir meydan okuma hem de belirsiz bir korku gizlenmişti.
Tam o sırada ağır ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriye geniş omuzlarıyla, bastonuna hafifçe yaslanarak Mehmet Ağa girdi. Salon bir anda toparlandı. Herkes oturuşunu düzeltti.
“Selamünaleyküm” dedi Mehmet Ağa tok ama yorgun bir sesle.
“Aleykümselam” diye hep bir ağızdan karşılık verdiler.
Mehmet Ağa ağır adımlarla mindere ilerledi, Hüseyin Ağa’nın yanına oturdu. Gözlerini yere indirdi, kısa bir suskunluktan sonra konuştu:
“Başınız sağ olsun ağam.”
“Sağ ol Mehmet Ağa” dedi Hüseyin Ağa başını hafifçe sallayarak.
Sonra salondaki herkese bakarak derin bir nefes aldı, kelimelerini ağır ağır seçti:
“Ölüm Allah’ın emridir. Hepimiz için yazılan vakit vardır. Ama ağabeyimin ölümü bizleri sarstı. Hastalığı tüm vücuduna yayılmıştı. İyileşir sandık… Olmadı.”
Salon bir anda sessizliğe gömüldü. Başlar öne eğildi, kimse göz göze gelmeye cesaret edemedi.
Mahir’in bakışları buz kesmişti. İçten içe amcasının ikiyüzlülüğünden emindi. Dudaklarını sıktı, ama sustu.
Salondaki ağır sessizlik uzadıkça uzadı. Hüseyin Ağa başını önüne eğmiş, Mehmet Ağa derin derin nefes alıyordu. Mahir ise yerinden doğruldu, gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirdi.
“Ağalar, izninizle ben kalkayım” dedi tok bir sesle.
Hüseyin Ağa hemen başını kaldırdı, gözleriyle Mahir’e saplandı. Bakışları sertti, içinde gizli bir meydan okuma vardı. Sanki “Sen buradan adımını atsan da bu konak yine benim sözümle ayakta kalacak” diyordu.
Ama Mahir o bakışları hiç umursamadı. Dudaklarının kenarında küçücük, alaycı bir kıpırtı belirdi. İçinden geçirdi:
“Soğuk savaş şimdi başladı, amca. Benimle oynayacaksan bedelini göze alacaksın.”
Mahir derin bir nefes aldı, kimseye tek kelime etmeden salonun kapısına yöneldi. Sessizce kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Arkasında kalan bakışları hissetti, ama önemsemedi. Çünkü artık konakta yeni bir savaşın perdesi aralanmıştı.
————
Avlunun diğer tarafında kadınlar salonu sessizlik içindeydi. Ortadaki halının üzerine oturmuş bir kadın, ince sesiyle Kur’an okuyordu. Ayetlerin yankısı odanın duvarlarında çınlıyor, gözyaşlarını tutamayan kadınların kalbine işliyordu.
Nigar Hanımağa baş köşede oturuyordu. Yanında gelini Rojda vardı; genç ama mahzun bakışlıydı. Kızlarından Seher, gözlerini yerde gezdiriyor; Serhat’ın nişanlısı Berfin başını önüne eğmiş, suskun bir şekilde dizlerini ovuyordu. Biraz ötede en büyük kızı Kevser dimdik oturuyordu; yüzündeki sert ifade, babasının kaybını içine gömmeye çalıştığını belli ediyordu.
Ama asıl yük Nigar’ın omuzlarındaydı. İçinden bir ateş yükselmişti. Kocası Cemil Ağa’ya bağlıydı, onu severdi. Fakat itiraf edemediği bir gerçek vardı: Cemil, her daim pasifti. Nigar’ın gözünde hep geri planda kalmış, karar anlarında sessizliği seçmişti.
Şimdi o sessizlik sona ermişti. Ve Nigar, bunu çok iyi biliyordu.
“Kocam gitti… ama asıl savaş şimdi başlayacak. Mahir mi, Serhat mı… Hüseyin’in oyunları mı? Bu konak kolay kolay sükûna ermez artık.” diye düşündü, gözlerini kapatarak.
Kur’an okuyan kadının sesi yükseldikçe, Nigar’ın kalbindeki ateş daha da büyüyordu. Çünkü o, yıllardır bu konağın nabzını tutmuştu. Ve biliyordu: asıl fırtına, daha yeni kopuyordu.
Kur’an sesi odada yankılanırken bir anda Nigar Hanımağa’nın gözleri doldu. Elleri dizlerine düştü, başını hafifçe öne eğdi. Yüreği yanıyordu. Birden sesi titreyerek yükseldi:
“Cemil Ağa… Cemil Ağa… Rabbim cennetiyle seni mükâfatlandırsın. Rabbim Peygamber Efendimize seni komşu eylesin. Biz senden razıydık, Rabbim de senden razı olsun!”
Sesi bir ağıta dönüştü. Yürekten kopan o inilti odanın içine yayıldı. Kadınlar da gözyaşlarını tutamadı, bir ağızdan cevap verdiler:
“Hakkımız helal olsun…”
“Hakkımız helal olsun…”
Sözler birbirine karıştı, ağıtların arasına katıldı. Salonun duvarlarında yankılanan bu cümle, Cemil Ağa’nın arkasından edilen en büyük dua olmuştu.
Nigar Hanımağa gözyaşlarını silerken, gelini Rojda başını hafifçe yana eğip seslendi:
“Ana, ben bir mutfağa uğrayayım. Kızlar hazırlıkları bitirdi mi diye bakayım.”
Nigar, gelinine dikkatle baktı. Sesi yumuşaktı ama kararlıydı:
“Tamam kızım, misafirler aç olmasın. Bugün herkese yetecek kadar yemek olsun. Bundan emin ol.”
“Tamam ana” dedi Rojda ve usulca yerinden kalktı. Salonun ağır havasını arkasında bırakıp kapıya yöneldi.
Koridordan geçerken gözleri terasa kaydı. Orada Mahir duruyordu. Elinde sigarası, düşüncelere dalmış, gözlerini uzaklara dikmişti. Duman, soğuk havada ağır ağır yükseliyordu.
Rojda mutfağa uğramadı. Adımlarını sessizce yukarıya çevirdi. Tahta merdivenleri çıkarken kalbinin hızlandığını hissetti. Teras kapısına ulaştığında durdu, kısa bir an nefes aldı. Sonra kapıyı aralayıp dışarı çıktı.
“Ağam, bir şey ister misin?” dedi usulca.
Rojda sessizce bekledi, gözlerini Mahir’in sırtına dikti.
“Ağam, bir şey ister misin?” diye yineledi ama cevap gelmedi.
Mahir, elindeki sigaradan bir duman daha çekti. Gözlerini uzaklara dikmişti. Sanki Rojda hiç orada değilmiş gibi… Hep böyleydi zaten. Evlendikleri günden beri.
Beş yıl olmuştu. O beş yılda Rojda’nın kocasıyla gerçek anlamda tek bir gecesi olmuştu; o da gerdek gecesi. Mahir bir daha onunla beraber olmamıştı. Rojda, her gün kocasına hasret yaşamıştı. Her gece boşluğa bakarak gözyaşlarını içine akıtmıştı.
Ama yine de… Mahir’i ilk gördüğü günü hatırlıyordu. Uzun boyu, kaslı vücudu, esmer teni… Sanki dağın başında duran bir kartal gibiydi. Tüm kızların hayalini süsleyen, erkekliğin ve gücün simgesi. Onu gören hangi kız aşık olmazdı ki?
Rojda da olmuştu. İlk görüşte kalbi titremişti. O günden sonra başka birini gözü görmemişti. Ama Mahir için Rojda sadece bir “eş”ti. Ne aşk, ne sevda… Onun gözünde Rojda’nın üstü yoktu.
Rojda terasta bir süre sessizce durdu. Mahir’in sırtı, soğuk duruşu, onu hiçbir zaman fark etmemesi… Gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
Başını salladı, derin bir nefes aldı ve terastan ayrıldı. Adımlarını hızlıca koridora çevirdi, mutfağa doğru yöneldi. İçinde biriken hem özlem hem öfke, mutfakta çalışan hizmetlilere yöneldi.
Mutfağın kapısını açar açmaz sesi yükseldi:
“Bugün işinizi düzgün yapın! Misafirler aç kalmayacak, anladınız mı?”
Hizmetliler şaşkınlıkla bakakaldılar. Rojda’nın gözlerinden yaş aksa da, sesi titremiyordu. İçindeki öfkeyi ve hayal kırıklığını burada boşaltacaktı.
Bu sırada Mahir, elinde sigarasıyla ağır ağır dumanını üflerken manzaraya bakıyordu. Dalga sesleri ve hafif rüzgar, onun düşüncelerine eşlik ediyordu.
O sırada bastonunu yere vurarak Mehmet Ağa yanına yaklaştı. Mahir, Mehmet Ağa’yı görünce sigarasını söndürdü ve kısa, net bir sesle:
“Ağam.”
Mehmet Ağa, uzun yılların deneyimiyle bakışlarını Mahir’den ayırmadı:
“Buradan bakınca manzara güzelmiş.”
“Öyledir, ağam” dedi Mahir, sesi soğuk ve keskinti.
Mehmet Ağa bastonunu yere sertçe vurdu, yüzünde ciddi bir ifade:
“Mahir, seni severim, bunu biliyorsun. Lakin kardeşin Serhat’ı da severim. Ama aşiretin başına senin geçmeni istiyorum.”
Mahir gözlerini kararlı bir şekilde dikti:
“En büyüğü benim ve bu benim hakkımdır. Ancak amcam yine bir işlerin peşinde.”
Mehmet Ağa başını hafifçe salladı:
“Amcan her daim böyleydi. Serhat’ın ağa olamayacağının farkında ama kendisi kukla gibi oynatacak.”
Mahir’in sesi sertleşti:
“Buna asla izin vermem.”
Mehmet Ağa, Mahir’in kararlılığını görerek biraz gülümsedi:
“Mahir, sana güvenim tamdır. Ama yakın vakitte yeni aşiret ağası seçilecektir. Hüseyin Ağa’nın tatlı dilini bilirsin.”
Mahir, gözlerini uzaklara dikerek sessizce içinden geçirdi:
“Farkındayım. Ama ben de kendi planımı yapacağım. Diğer ağaları yanına çekip Serhat’ı kukla haline getirecekler. Ben buna izin vermeyeceğim.”
Sigara izmaritini elinde sıkarken Mahir, Mehmet Ağa’ya döndü:
“Ağam, bu konağın ve aşiretin geleceği için her şeyi göze alırım.”
O sırada terasa Nigar Hanımağa ağır adımlarla çıktı. Mahir’in yanına geldi, sesi kararlıydı:
“Göze alacaksın tabii… o Hüseyin’in planları da suya düşecek.”
Mehmet Ağa hafifçe gülümseyerek karşılık verdi:
“Hanımağam, yanlış anlamayın ama Hüseyin Ağa’yı hafife almayınız.”
Nigar Hanımağa dimdik durdu, gözleri Mahir’e odaklandı:
“Mahir’in yanında Hüseyin’in esamesi okunmaz. Hüseyin kimdir… hiç, bir şey nokta kadar değeri olmayan birisidir.”
Sonra gözlerini Mahir’in üzerinde gezdirdi:
“Ağalık Mahir’in hakkıdır.”
Mahir ise sessizliğini koruyarak uzaklara bakmaya devam etti.
Mehmet Ağa bastonunu hafifçe yere vurdu:
“İzninizle ben aşağıya ineyim.”
Mehmet Ağa terastan ayrılsa da, Nigar Hanımağa bir süre onun arkasından baktı. Sonra Mahir’e döndü:
“Yakında kız burada olacak.”
Mahir, annesine soğuk bir sesle karşılık verdi:
“Ana, bu kız daha bebekken Serhat’a söz olarak verilmedi mi?”
Nigar Hanımağa sesi kısık ama kararlı çıktı:
“O kız Serhat’a verilse ne olacak? Serhat’ın bundan dahi haberi yok. Boş bir kız değildir, önemli bir adamın kızıdır. Bu kızla evlenince gücüne güç katacaksın.”
Mahir gözlerini kıstı, dudaklarını sıkıp içinden düşündü:
“Serhat’ın sözlüsüne göz dikmem uygun mudur?”
Nigar Hanımağa Mahir’in üzerine dikkatle eğildi, sesi ciddi ve netti:
“Serhat bu kızla evlenirse o vakit ağa o olacak. Ama sen evlenirsen sen olacaksın. Sözlü olaylarına çok takılma, senin karın olacak.”
Mahir yine sessiz kaldı, uzaklara bakmaya devam etti. Kadınlardan nefret eden biriydi; annesine bile tahammül edemiyordu. Eşi Rojda’ya soğuk davranıyordu. Peki, bu yeni kadına nasıl olacaktı ki? İçinden bu soruyu geçirdi.
“Adı nedir, ana?” diye sordu Mahir, sesi soğuk ama meraklıydı.
Nigar Hanımağa hafifçe gülümsedi, ama gözleri ciddiyetini koruyordu:
“Adı Yasmin. Buraları değil ama merak etme, buranın tüm adetlerini ona öğreteceğim ve sana saygıda asla kusur edemeyecek.”
Mahir’in içi karışmıştı. Ne kadar istemese de, bu evliliğin zorunluluğunu biliyordu. Yasmin daha doğmadan önce, kardeşi Serhat’a söz olarak verilmişti. Bu bilgi yalnızca annesi ve babası arasındaydı.
Bu kızla başka zaman asla evlenmezdi… Çünkü buranın adetlerini bilmiyor, buraya ait değil. Ama ağalığa giden yol bu kızdan geçiyordu.
Gözlerini hâlâ uzaklara dikmişti, ama zihninde bir plan şekillenmeye başlamıştı. Bu evlilik, Mahir’in konaktaki ve aşiretteki en büyük güvencesiydi.