& Yasmin’in Gözünden &
Gözlerim camın dışına takılı kalmıştı. Mardin sabahının o puslu, tozlu havası, yol kenarındaki taş evlerin arkasından yükselen güneşle birlikte yavaşça ısınıyordu. Uçaktan indiğimizden beri içimde bir sıkışma vardı. Ne kadar nefes alırsam alayım dolmayan bir boşluk gibi…
Yanımda sessizce oturan kız kardeşimin elleri dizlerinde kilitli, yüzü ifadesizdi. Karşımda ise annemle babam oturuyordu.
Babam boğazını temizleyip hafifçe öksürdü, sanki sessizliği kesmek ister gibi.
“Bu iyiliğini asla unutmam kızım.” dedi.
Bakışlarımı camdan ayırmadan, içimden derin bir nefes alıp başımı ona çevirdim. Dudaklarımın kenarına acı bir gülümseme ilişti.
“İyilik mi?” dedim alaycı bir tonda. “Benim zorla evlendiriliyor olmam sana yaptığım bir iyilik mi yani?”
Annem hemen araya girdi, sesi titrek ve uyarıcıydı:
“Yasmin, babanla düzgün konuş lütfen.”
Babam elini hafifçe kaldırıp anneme döndü, yüzünde alışık olduğum o soğuk kararlılıkla.
“Canan Hanım, karışma.” dedi sert bir sesle. “Bırak da içindekileri söylesin.”
O an içimden bir şey koptu sanki. Söyleyecek çok şeyim vardı ama hiçbirini söylemek istemedim. Onları görmek bile yordu beni. Başımı yeniden cama çevirdim.
Annemin sesi, arabanın içindeki o gergin sessizliği yeniden bozdu.
“Cemil Ağa’nın ölümü de ani oldu,” dedi, camdan dışarıya bakarken.
Başımı çevirmedim ama kaşlarım hafifçe çatıldı. Cemil Ağa mı? diye geçirdim içimden. Kimdi bu şimdi? Hayatımda hiç duymadığım bir isimdi.
Babam alçak bir sesle, “İyi biriydi,” dedi. “Ama işte kader…”
Yanımda oturan Mira, meraklı sesiyle hemen araya girdi.
“Cemil Ağa kim?”
Annem o an hafifçe başını çevirip bana baktı.
“Yasmin’in kayınbabası,” dedi sanki bu cümle sıradan bir bilgiymiş gibi, sanki ben o adamın hayatına isteyerek giriyormuşum gibi.
İçimde bir şey öyle sert bir şekilde sıkıştı ki… Gözlerimi anneme diktim, kelimelerim dişlerimin arasından zorla çıktı:
“Oh, ne güzel. Darısı diğerlerinin başına o zaman.”
Babam anında sinirle kaşlarını çattı.
“Kızım düzgün konuş. Bunlar çok büyük aşiretler,” dedi, sesi uyarı gibi tok bir şekilde yankılandı.
Gözlerimi kaçırmadan cevap verdim.
“Yemişim aşiretini ya…” dedim, alayla ama yorgunlukla karışık bir öfkeyle.
Yanımdaki Mira bu defa fısıldar gibi sordu, gerçekten anlamamıştı:
“Ağa ne demek oluyor?”
Başımı ona çevirdim, dudaklarımda ince bir alaycı gülümseme belirdi.
“Orta Çağ’daki feodalite gibi düşün,” dedim, sesimi bilerek öğretmen havasına sokarak.
“Bir tane ağa var, herkes onun toprağında yaşar, onun kurallarına uyar. Ağa isterse evlenirsin, isterse nefes alırsın. Hatta belki kahvaltıda kimin oturacağına bile o karar verir. Demokrasi, özgürlük falan yok sadece ağa var, sonra onun altındaki minik köylüler.”
Mira gözlerini kocaman açtı, şaşkınlıkla güldü.
“Yani biz de o köylülerden mi sayılıyoruz şimdi?”
“Ben değil,” dedim hemen, gülümsememi bastıramayarak. “Ben en fazla sürgün edilmiş bir prenses falan olabilirim. Ama köylü? Asla.”
Annem o sırada keskin bir bakış attı. Babam öksürür gibi yaptı, belli ki susmamı istiyordu. Ama ben artık duramayacak kadar dolmuştum.
“Gerçekten komik,” dedim, ellerimi dizlerime vurarak. “Yıl olmuş 2025 biz hâlâ toprak ağalarıyla akraba oluyoruz. Yarın muhtemelen bana ‘tarlaya hoş geldin gelin hanım’ derlerse şaşırmam.”
Araç birden yavaşladı. Asfaltın üzerinde lastiklerin sürtünme sesi duyuldu, sonra durduk. Başımı cama yaslamıştım hâlâ; düşüncelerim o kadar karışıktı ki durduğumuzu fark etmem birkaç saniyemi aldı.
Gözlerimi kaldırdım. Camın ardında devasa bir yapı yükseliyordu. Koyu renk taşlardan yapılmış, kapısında eski bir asaletin izi olan kocaman bir konak… Duvarları boyunca asma dalları sarılmış, demir kapısında altın yaldızla işlenmiş bir arma vardı. Sanki başka bir zamana ait gibiydi.
Mira hemen cama doğru eğildi, gözleri kocaman açılmıştı.
“Oha… ne kadar büyük!” dedi hayranlıkla.
Ben de istemsizce başımı uzattım, gözlerim binayı taradı. Bir an nefesim kesildi. Gerçekten mi? dedim içimden. Ben buraya mı gelin gidiyorum?
O sırada babamın sesi arabanın içindeki tüm şaşkınlığı böldü.
“Yasmin” dedi ciddi bir sesle, “Araç sizi otele bırakacak. Biz annenle bir taziyeye uğrayacağız.”Mira hemen atıldı
“Biz niye gelmiyoruz ki?”
Annemin yüzündeki ifade bir anda değişti. Sert, keskin, küçümseyici bir bakışla Mira’ya döndü.
“Kızım, ne çok soru soruyorsun. Eskisi gibi aptallığına devam etsene,” dedi.
Mira’nın dudakları aralandı, belli ki karşılık verecekti. O anda elini tuttum, hafifçe sıktım.
“Boşver,” dedim sessizce, sadece o duysun diye. “Değmez.”
Babam bu defa bana döndü, sesi uyarı doluydu.
“Herhangi bir sorun istemiyorum, Yasmin.”
Gözlerimi ona diktim. Sanki gözlerimin içinden onun tüm bu sözde otoritesine meydan okuyordum.
“Ne sorun çıkarabilirim ki?” dedim soğuk bir tonda.
Hiç cevap vermediler. Kapılar açıldı. Annemle babam arabanın dışına çıktılar, yanlarında soğuk bir rüzgar da sanki içeri doldu. Kapı kapandığında araç yeniden hareket etti.
Camdan baktım, konak uzaklaştıkça içimde bir ağırlık bıraktı.
Sanki o ev sadece bir yer değil, beni içine hapsedecek bir kaderdi.
Mira’ya döndüm.
“Onları artık tanıyamıyorum,” dedim kısık bir sesle.
“Bu kadar kısa sürede böyle değişmeleri çok anlamsız.”
Mira gülümsedi, ama o gülümsemenin içinde kırık bir bilgelik vardı.
“Hayır abla,” dedi, omzunu silkip. “Onlar değişmedi. Sadece sen ilk kez uzaktan bakıyorsun. Sen her zaman en iyi kızları oldun ya… o yüzden sana hep iyilerdi. Normalde ikisinin gerçek yüzü buydu.”
Bir sessizlik çöktü aramıza. Motorun sesi, taş yoldaki sarsıntılar arasında kayboldu.
Yol uzadıkça içimdeki sessizlik büyüdü. Arabanın motor sesi, tekerleklerin taş yolda çıkardığı ritmik uğultu… hepsi bir süre sonra düşüncelerime karıştı. Mardin’in sabah sisi çoktan dağılmıştı; yerini, yakıcı bir güneşin altında sararmış tepeler almıştı. Camdan dışarı baktım, uzakta bir bina silueti belirdiğinde içimde tuhaf bir his oluştu. Sanki geri dönüşü olmayan bir yere yaklaşıyordum.
Araç yavaşladı, sonunda durdu. Kapı açıldı. Soğuk bir hava değil, ağır bir resmiyet yüzüme çarptı. Ayağımı yere bastığım an, başımı kaldırdım ve binayı gördüm.
Girişte büyük altın harflerle yazılmıştı:
“Mirzehan Oteli.”
İçimden soğuk bir gülümseme geçti.
Tabii… başka hangi otele götüreceklerdi ki? Mirzehanlar, kendi gelinlerini kendi otellerinden eksik eder mi?
Arkamdan Mira indi. Gözleri büyümüş, şaşkınlıkla tabelaya bakıyordu.
“Mirzehan Oteli…” diye fısıldadı.
Tam o anda arkadan başka araçların kapıları da açıldı. İki siyah koruma aracı… İçlerinden takım elbiseli, yüzleri taş kesilmiş adamlar indi. Sanki bir düğün değil, bir teslimatın ortasındaydım. Hepsi birden bizi izliyordu, dikkatle, ölçülü adımlarla.
İçimde bir şey bitti o an.
Kaçamayacağımı, savaşamayacağımı fark ettim.
Bu yolun sonunda beni bekleyen şeyin kader değil, bir anlaşmanın parçası olduğunu acı bir netlikle anladım.
Adamların eşliğinde otelin kapısına yöneldik. Mermer zeminde topuk seslerim yankılandı. İçeri girer girmez buram buram lüks kokusu yüzüme çarptı; cilalı ahşap, parfüm, yeni para ve güç karışımı bir hava.
Resepsiyona yakın bir yerde, zarif giyimli bir kadın gülümseyerek bize yaklaştı.
“Hoş geldiniz,” dedi yumuşak bir sesle. Gözlerinde profesyonel bir sıcaklık vardı, ama samimiyet değil.
Sonra elindeki kartı kontrol etti, başını hafifçe eğdi.
“Buyurun, odanızı göstereyim.”
Sessizce peşinden yürüdük. Asansör katları ağır ağır geçti. Her katın ışığı bir öncekinden daha kasvetli geldi bana. Koridorda yürürken halının üzerinde ayak seslerimiz bile kayboluyordu.
Kadın durdu, kartı kapıya dokundurdu.
“Burası sizin odanız,” dedi nazikçe. Sonra kapıyı araladı. “Bir isteğiniz olursa zile basmayı unutmayınız.”
Başını hafifçe eğdi, sonra sessizce uzaklaştı.
Kadına hiçbir şey demedim. Sadece odaya adım attım. İçerisi mükemmel düzenliydi ama ruhsuzdu; beyaz çarşaflar, kristal avize, duvarda Mardin manzaralı bir tablo… Her şey mükemmel görünüyordu ama ben o mükemmelliğin içinde bir tutsak gibiydim.
Kapı kapanınca sessizlik çöktü.
Mira kendini yatağın üzerine bıraktı, yaylar hafifçe gıcırdadı.
“Oh be… dünya varmış,” dedi, derin bir nefes alarak.
Sanki her şey normalmiş, bu otel sadece sıradan bir konaklama yeriymiş gibi.
Yavaşça yatağın diğer ucuna uzandım, tavana baktım. Kristal avizenin ışığı gözlerimi alıyordu ama gözümü bile kırpmadım.
“Acaba…” dedim fısıltıyla, neredeyse kendime. “Kendimi öldürsem, bu saçmalıktan kurtulur muyum?”
Mira başını bana çevirdi, kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Elbette kurtulursun ama kötü fikir,” dedi ciddi bir sesle. “Çünkü cehenneme gidersin.”
Başımı yavaşça ona çevirdim. O kadar içten ama aynı zamanda sinir bozucu bir ciddiyetle söylemişti ki, bir an gülmekle bağırmak arasında kaldım.
“Bana hiç yardımcı olmayı düşündün mü, Mira?” dedim, sesimde kırgınlıkla karışık bir yorgunluk vardı.
O ise gözlerini kaçırmadan cevap verdi.
“Buraya kendi isteğinle geldin abla. Kaçabilirdik.”
İçimden bir öfke kabardı, ama sesi sakinleştirerek konuştum.
“O zaman babamı öldürürlerdi.”
Mira yerinden doğrulup ellerini iki yana açtı.
“Dağ başında mı yaşıyoruz Allah aşkına? Ne öldürmesi?”
Gözlerimi tavandan ayırmadan mırıldandım:
“Mira, zorla evlendiriliyorum. Sence de dağ başında yaşamıyor muyuz?”
Kısa bir sessizlik çöktü odaya.
Mira dudaklarını ısırdı, sonra yumuşak bir sesle, “Tamam sustum,” dedi.
Bir süre hiçbirimiz konuşmadık. Sadece klimanın sessiz uğultusu, otelin dışından gelen uzak araba sesleri… Hepsi birbirine karıştı.
Mira sonunda yeniden konuştu.
“Keşke telefonlarımızı almasalardı,” dedi, sesi biraz kısık ama sitem dolu.
Ben derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım.
“Resmen hapis hayatı yaşıyoruz,” dedim.
Kafamda binlerce düşünce dolaşıyor ama hiçbiri anlam bulmuyordu. Babamın o soğuk sesi, annemin küçümseyici bakışları, otelin koridorunda yürürken arkamızdan gelen adamların ayak sesleri… Hepsi birer yankı gibi zihnimin içinde dönüyordu.
Bir noktada nefesim ağırlaştı. Göz kapaklarım sanki taştan yapılmış gibi ağırlaştı.
Elimi yastığın kenarına koydum, başımı hafifçe yana çevirdim.
—————
Gözlerimi araladığımda odanın loş ışığı gözlerimi yaktı. Başım zonkluyordu, bedenim sanki taş gibiydi.
O an Mira’nın sesi yankılandı. Sesi ince, aceleci, bir o kadar da endişeliydi.
“Abla… uyan!” dedi, sesi titriyordu.
Kirpiklerimin arasından ona baktım, yüzündeki telaş, yüreğimin içinde yankılandı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken içimde tuhaf bir sıkıntı kabardı, sanki kötü bir şey olmuştu.
Yavaşça doğruldum, gözlerimi ovuşturdum ve Mira’ya bakarak sordum:
“Ne oldu?”
Pencerenin önünde durup bana bakan bir kadın gördüm. Sessiz, dik bir duruşu vardı; siyah ve bordo tonlarında bir elbise giymişti.
Mira’yı arkamda bıraktım ve ona döndüm.
“Bu da kim?” diye fısıldadım.
Tam Mira bir şey diyecek oldu, kadın aniden bana döndü ve sert bir sesle, Mira’ya bakmadan:
“Sen çık odadan.”
Mira irkildi, “Pardon, bana mı diyorsunuz?” dedi şaşkınlıkla.
Kadın hâlâ bana bakıyordu, sesi değişmeden, keskin:
“Odadan çık.”
Mira hızlıca, gözlerinde tereddütle:
“Abla…” dedi.
Kısa bir an tereddüt ettim, sonra elimi hafifçe kaldırıp ona işaret ettim.
“Mira, sorun yok.” dedim sessizce.
Mira başını salladı, “Tamam,” diyerek ağır adımlarla odadan çıktı. Kapının tık sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
Ayağa kalktım, nefesim hızlıydı. Kadına karşı dik durdum, ama içimden korku kıpırdanıyordu.
“Kimsiniz?” diye sordum, sesim titrek ama kararlıydı.
“Ben Nigar Mirzehan. Senin kayınvalidenim.”
O sözler odada yankılandı, kalbim bir an duracak gibi oldu.
Gözlerim kadının yüzüne kilitlendi. Karanlık, sert bakışıyla hâlâ bana hakim olmaya çalışıyordu.
Kadının yüzüne baktım. Gözlerimi kısarak süzdüm onu; resmen bir hükümet kadını edası vardı. Başındaki örtü, saçlarını hafifçe aralamıştı, ama sadece biraz… uzun boyu ve kilolu duruşuyla birlikte, o sert bakışlar insanı yiyip bitirecek kadar keskinti. İçimde istemsiz bir ürperme hissettim.
Bir an kendi kendime düşündüm: Bu kadın korkutuyor. Ama gösterişli korku değil, kontrol edici, güçlü ve her şeyi ezip geçebilecek bir güç.
O an içimde küçük bir isyan yükseldi ve sesi sert ama alaycı bir tonla çıkardım:
“Kayınvalidem, öyle mi? Komik.”
Kadın gözlerimi esir almış gibi bana baktı, yüzündeki ifade değişmedi, soğuk ve ciddi:
“Seni bir konuda uyarmaya geldim.”
“Şaşırmadım.” dedim, sesim alaycı ama yorgun bir tonla.
Kadın birkaç adım bana doğru yanaştı. Gözlerimi kaçırmadım, dik dik baktım.
“Önce üstünden o şehirli kız havasını at. Adabınla beni dinle.” dedi, sesi düşük ama güçlüydü.
“Edep, adap konuşacaksak… önce siz kendinize bakın. Sonuçta zorla bir gelin aldınız, değil mi?”
Kadının bakışları hâlâ sertti, gözleri neredeyse derinlere işliyordu. Bana doğru eğildi, sesi soğuk ama netti:
“Biz zorla kimseden kız almıyoruz. Senin baban, sen doğmadan önce tuttuğu sözü yerine getiriyor.”
İçimden bir kahkaha geldi ama dudaklarımı ısırdım, alaycı bir tonla cevap verdim:
“Bu zorla olmuyor mu? Nerede benim kararım? Siz de kadınsınız, bana destek çıkacağınıza sanki normal bir durummuş gibi konuşuyorsunuz.”
Kadın iyice başını dikleştirdi, bakışları daha da keskinleşti:
“Annen senin yanında olmazken, ben niye olacağım ki?”
Bir an duraksadım. Hak vermek zorunda olduğumu hissettim.
Evet… doğru…
Derin bir nefes aldım ve kendimi toparladım, biraz da öfkeyle:
“Ee… burayı bu saçmalığı konuşmak için mi geldiniz?”
Kadın gözlerini kısarak bana bakarken, siniri yüzüne daha çok yansımıştı.
“Sen bizim aileye gelin geleceksin. Tavırlarına ve sözlerine bundan sonra dikkat edeceksin. Önceki yaşamının nasıl olduğu bizi ilgilendirmez. Artık ağa karısısın, ona göre davranacaksın.”
O sözler odada yankılandı, içimde bir karışıklık ve öfke hissettim.
Ama aynı zamanda bir korku da vardı; fark ettim ki, burası artık benim dünyam değil, onların kurallarıyla şekillenen bir oyun sahnesiydi.
O an içimde öfke bir barut gibi patladı. Kadının bakışları, sertliği, nefesi… hepsi birden üstüme çöküyordu.
“Ben doğmadan önce alınan kararlar benim umurumda bile değil!” dedim, sesi titreyerek ama kararlı. “Ben ağa karısı falan değilim. Senin o boklu oğluna asla karılık yapmayacağım!”
Kadının yüzündeki ifade aniden değişti. Birdenbire elini kaldırdı ve bana tokat attı. Ardından saçımı kavradı ve bırakmadı; iyice çekiştiriyordu.
“Senin gibi bir kadın zaten benim oğlumun karısı olamaz!” dedi, sesi öfke doluydu. “Mecburiyetten oğlum seni karı olarak alıyor. Sen kendini ne sanıyorsun da oğlum hakkında böyle konuşabiliyorsun!”
İçimdeki öfkeyi kontrol edemedim. Kadının suratına tükürdüm.
“Sen de, oğlun da gözümde boktan farksız değilsiniz!”
“Sen, hele bir gelin gel o vakit göreceksin!” dedi
Kadın, suratındaki tükürüğü sert bir hareketle sildi. Ve saçlarımı bıraktı. Dudaklarını sıkıca bastırdı, gözlerindeki öfke hâlâ yanıyordu ama sesi bu sefer daha soğuk, keskin ve tehditkar bir tonda çıktı:
“Senin gibi bir gelin, bizim evimizde taş taşımaktan öteye geçemez.”
Son sözünü söyledikten sonra kapıdan çıktı, adımlarının sertliği hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes almaya çalıştım. İçimde garip bir karışım vardı; öfke, korku, tiksinti… Hepsi birbirine girmişti.
Kapı kapandıktan sonra birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra Mira hızlı adımlarla odaya girdi.
“Abla!” dedi ve kollarını bana sardı.
Titredim. Hem korkudan hem de şaşkınlıktan…
Ne kadar zor bir şeyin içine düştüm… diye düşündüm. Bu kadınla, Mirzehanlarla… Bu güç, bu öfke, bu kontrol… ne yapacağımı bilemiyordum.
Mira sıkıca sarılırken, içimde bir şeyler kıpırdadı ama korkum hâlâ dizlerime kadar inmişti. Ne kadar güçlü olmaya çalışsam da, karşımdaki kadının soğuk, hesaplı bakışları hâlâ zihnimde yankılanıyordu.
Ben buradan nasıl çıkacağım? Ne yapacağım?
Titreyerek Mira’ya baktım. Ona sarıldım ama kalbim hâlâ hızlı hızlı atıyordu.
Mira bana baktı, gözleri dolmuştu. Dudakları titredi, sesi kısık ama kararlıydı:
“Abla… o kadın ne dedi sana?”
Bir an konuşamadım. Boğazıma bir şey düğümlendi, içimden geçenleri toparlayamadan sadece fısıldayabildim:
“Mira… korkuyorum.”
O an küçük kız kardeşim bana öyle bir baktı ki, sanki benden daha olgun, daha güçlüydü. Gözyaşlarını silmeden yanıma oturdu, ellerimi tuttu.
“Abla, istersen buradan kaçabiliriz,” dedi titreyen sesiyle. “Ailemizi boşverelim. Gidelim buradan. Ne olursa olsun beraber oluruz.”
Başımı yavaşça iki yana salladım. Kalbim parça parça oldu o anda.
“Mira, yapamayız,” dedim güçsüzce. “Bu kadın… bu aile… çok tehlikeli. Sadece bizi değil, geride kalan herkesi yakarlar. Artık sadece bizi ilgilendirmiyor bu.”
&&
Rıza ve Canan küçük, boğuk odada karşılıklı oturuyorlardı. Taziye için gelmişlerdi, ama Cemil Ağanın kırkı çıkmış olmasına rağmen ev halkı onları adeta bu küçücük odada hapsetmişti. Canan sabrını yitirmişti.
“Saatlerdir burada oturuyoruz, Rıza bey” dedi, sesi öfkeyle titriyordu. “Bize gösterdikleri muamele, sence doğru mu?”
Rıza karısına baktı, derin bir nefes aldı. “Canan… Bunlar böyle bir aile” dedi, sözcükleri ağır ağır dökülüyordu.
Canan gözlerini kocasıyla birleştirdi, yüreğinde bir sızıyla. “Kızımızı… bu aileye nasıl teslim edeceğiz?”
Rıza yüzünü karısına çevirdi, gözleri kararlı. “Teslim etmek zorundayız.” dedi, sözüne direniş ve kabullenmişliğin karışımıydı.
O sırada odanın kapısı ağır ağır açıldı ve Hüseyin Ağa, yanında iki adamıyla içeri girdi.
“Hoş geldiniz.” dedi Ağa, sesinde hafif bir nezaket vardı
Rıza hemen ayağa kalktı, sert bir tavırla. “Çok hoş bulamadık. Saatlerdir burada oturuyoruz,” dedi, öfke ve sabırsızlık karışık.
Hüseyin Ağa koltuğuna oturdu, ellerini dizlerine koydu, sakin bir şekilde yanıtladı: “Konakta giden gelen eksik değil ki… sizinle de pek ilgilenemedik.”
Canan aldırmaz bir tonla sordu: “Evin hanımağası nerede?”
Hüseyin Ağa hafifçe gülümsedi. “Nigar Hanımağa… birazdan gelir.” dedi.
Canan gözlerini kocasıyla buluşturdu, içten içe siniri dinmek bilmezken, Rıza sessizce başını salladı.
Hafif bir sessizlik çöktü odada. Hüseyin Ağa ardından ekledi: “Yolculuk nasıl geçti?”
Rıza derin bir nefes alarak yanıtladı: “İyi geçti.”
Hüseyin Ağa gözlerini Rıza’ya dikti: “Umarım mutlusundur Rıza Bey. Sonuçta kızın koskaca Mirzehan aşiretine gelin gelecek.”
Rıza kaşlarını hafifçe çattı, ama kendinden emin görünmeye çalıştı: “Elbette. Ailenizin köklerini iyi bilirim. Kızımın burada mutlu olacağından da gözüm kapalı eminim.”
Aslında içten içe pek emin değildi, ama Canan’ın yanında bunu belli etmemeye çalışıyordu.
O anda odanın kapısı tekrar açıldı ve Nigar Hanımağa girdi.
“Hoş geldiniz.” dedi Nigar Hanımağa, odadaki havayı bir anda değiştiren ağır ve otoriter bir sesle. Ardından ağır adımlarla koltuğa oturdu, bakışları hem Canan’ı hem de Rıza’yı ölçüyordu.
“Nasılsınız? Kusura bakmayın, sizinle de pek ilgilenemedik. Malum, gelen giden eksik olmadı.”
Canan kaşlarını çattı, sesi hafif titrek ama kararlı:
“Nigar Hanım, ayıp ettiniz. Sonuçta kızımız sizin geliniz olacak. Ne bileyim, biraz ilgi, alaka beklerdik.”
Rıza karısına sertçe baktı:
“Canan.”
Nigar Hanımağa Rıza’ya döndü, gözlerinde hafif bir yumuşama:
“Rıza Bey, karınız haklı. Tekrardan özür dilerim.”
Canan başını salladı, sesi biraz daha yumuşak ama ciddi:
“Bu arada… tekrardan başınız sağolsun.”
Nigar Hanımağa başını eğdi, kısaca:
“Sağolun,” dedi.
Rıza bir an durdu, sonra nazik ama meraklı bir tonla:
“Oğlunuz nerede? Onu da görmek isteriz.”
Nigar Hanımağa hafifçe gülümsedi, ama gözlerinde küçük bir sır saklıydı:
“Mahir işlerden başını kaldıramıyor ki… o da aramızda olmak isterdi.”
Canan gözlerini Nigar Hanımağa’dan ayırmadan, hafifçe öne eğildi:
“Damadı herhalde düğün günü göreceğiz.”
Nigar Hanımağa hafif bir tebessümle başını salladı:
“Çok şakacısınız Canan hanım. Oğlum çok çalışır. Sonuçta ağa olmak zordur.”
Canan dudaklarını ısırdı, içten içe hâlâ şüpheliydi. Rıza kolunu Canan’ın omzuna koyarak hafifçe sıkıştırdı; bir yandan da sessiz bir uyarıydı. Canan, Rıza’nın bakışlarını hissedip gözlerini Nigar Hanımağa’dan ayırdı.
Hüseyin Ağa ise arka planda oturmuş, durumu sessizce izliyordu. Hafifçe başını sallayıp, ortamın gerilimini hafifletmeye çalışıyordu.
Nigar Hanımağa derin bir nefes aldı, koltuğunda hafifçe gerindi.
“Ben de otele gittim. Kızınızla tanışmak istedim. Ancak hiç iyi bir tepkiyle karşılaşmadım. Yüzüme tükürdü.” dedi, sesi hem öfke hem de hayal kırıklığıyla doluydu.
Canan’ın ağzı açık kaldı, şaşkınlık ve üzüntü karışımıyla:
“Yasmin… böyle şeyler yapmazdı normalde” dedi, sesi neredeyse fısıldar gibi.
Nigar Hanımağa başını hafifçe salladı.
“Yaşı genç, pek takmadım. Ama keşke anne olarak edep öğretseydiniz. İki kızım var, asla böyle yapmazlar.”
Canan gözlerini yere indirdi, sessizliği bir an bozdu:
“Kusura bakmayınız Nigar hanım.” dedi, sesi samimi ama yorgundu
O sırada Hüseyin Ağa sessizliğe dayanamayarak konuştu:
“Canan Hanım, kızınız bu evliliği istemediğini biliyoruz. Yaptığı şeyler normaldir.”
Nigar Hanımağa aniden başını Hüseyin Ağa’ya çevirdi. Gözleri sert ve meydan okuyucu bir şekilde bakıyordu.
“Neyse artık… benim gelinim bu saatten sonra edep ve adabı öğrenecek.” dedi, sesi hem otoriter hem de keskin.
Canan’ın yüzü soldu, gözleri kocaman açıldı. İçinde korku ve çaresizlik dalgaları yükseldi. Resmen kuzuyu kurta teslim etmişlerdi, ama artık ses çıkaramazdı. Çünkü biliyordu, bu evliliğin olması en hayırlı olan şeydi.
Bir an sessizlik oldu. Canan sonunda sesi titreyerek sordu:
“Peki… düğün işi nasıl olacak?”
Nigar Hanımağa hafifçe gülümsedi, gözlerinde planın rahatlığı vardı:
“Cemil Ağanın kırkı çıkmıştır. Düğün yarın olacak.”
Canan bir adım geri çekildi, gözlerinde korku ve şaşkınlık:
“Nasıl yarın olacak? Çok erken değil mi?”
Nigar Hanımağa ağır ağır başını salladı:
“Biz de hayırlı olan şeyler erken olur. Zaten imam nikahı olacaktır.”
Canan dudaklarını ısırdı, sesi titrek ama kararlı:
“Peki… kızımın neden resmi nikahı olmayacak?”
Nigar Hanımağa gözlerini Canan’a dikti, sert ve meydan okuyucu:
“Çünkü Mahir, evli bir adam. Kızınız, oğluma kuma geliyor. Bunu bilmiyor muydunuz?”
Canan’ın ağzı açık kaldı, kalbi bir anda dondu. Gözlerini kocasına çevirdi, sesi neredeyse fısıltı:
“Rıza Bey… kızım… buraya… kuma mı gelecek?”
Rıza sessizce Canan’a baktı. Bu gerçeği biliyordu ama asla karısına söylememişti. Yavaşça başını salladı, gözleri karısının endişesiyle buluştu ama tek bir kelime etmedi.
O an Nigar Hanımağa hafifçe gülümsedi, bakışları keskin ve kinayeli:
“Rıza Bey, karınıza gerçekleri söylememeniz… ne yanlış bir şey. Neyse artık gerçeği biliyor.”
Canan’ın gözleri doldu, öfke ve şaşkınlık birbirine karıştı. Ayağa fırladı, sesi titrek ama güçlü:
“Nigar Hanım! ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Benim kızım… bu konağa kuma… nasıl gelecek? Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz?”
Nigar Hanımağa başını hafifçe yana eğdi, sert bakışıyla Canan’a meydan okudu:
“Canan Hanım, üslubunuza dikkat ediniz. Erkekler buradayken bir kadın sesini o kadar yükseltmemeli. Sorunuza gelecek olursam… evet, kızınız kuma olarak gelecek. Bizim için bir sıkıntı yok.”
Canan bir an donakaldı, öfke ve çaresizlik arasında kalakaldı. Rıza ise sessizce karısına döndü, bakışları sert ama sessiz bir uyarıydı.
“Canan… otur,” dedi, sesi alçak ama otoriter.
“Ben kızımı kuma olarak bu eve gelin olarak sokamam!”
Nigar Hanımağa’nın yüzünde bir çizgi oynadı, ama sesi soğuk ve keskin kaldı:
“Kocanız yıllar önce kanıyla verdiği sözü tutuyor. Ha ikinci eş, ha birinci eş fark etmez. Oğluma eş olarak bu konağa gelecek. Vakti zamanında sözler öyle tutuldu. Siz de bilirsiniz. Söz tutulmazsa kanla ödenilir.”
Canan’ın gözleri doldu, nefesini tutar gibi oldu. “Ne demek şimdi bu? Kanla mı ödenecek? Hangi yüzyılda yaşıyoruz, Nigar Hanım?”
Rıza’nın yüzü bir an dondu; elleri titredi. Canan’ın bakışları kocasına yapıştı, sanki içinden yılların sırlarını sökemeye çalışıyordu. “Rıza… bana neden söylemedin?” diye fısıldadı, sesi hem kırık hem suçlayıcıydı.
Rıza kaşlarını çatıp sesini alçalttı: “Canan… bunu konuşmanın yeri burası değil.”
Rıza karısına bakamadı; gözleri yere düştü, yüzünde görünmez bir utanç çizgisi belirdi.
Canan, nefesini toplayıp istemeyerek koltuğa geri oturdu. Ellerini dizlerinin üzerinde kenetledi; kalbi hızla çarpıyordu. Gözlerinin kenarına biriken yaşları zor tuttu. “Yasmin… bunu öğrenirse yıkılacak,” diye fısıldadı, sesi cama vuran bir yaprak gibi kırılgan.
Nigar Hanımağa koltuğundan doğruldu, bakışları odadaki herkesi süzdü.
“Ben bir mutfağa uğrayayım.” dedi, sesi soğuk ama kararlı. “Şimdi açsınızdır, bir yemek koysun, sofrayı hazırlasınlar.”
Canan ve Rıza hâlâ sessizdi; odadaki gerginlik, Nigar Hanımağa’nın hareketiyle hafifçe dağıldı. Nigar Hanımağa ağır adımlarla odadan çıktı.
Nigar Hanımağa ağır adımlarla mutfağa girdi. Çalışanlar bir anda sessizleşti, tencereler ve tezgâhlar arasındaki uğultu bir an durakladı. Bulaşıkları yıkayan birkaç hizmetçi hemen işlerine döndü, eldivenleriyle tencere ve tabakları yerleştiriyorlardı.
Nigar Hanımağa, dikkatle mutfaktaki herkesi süzdü ve Sevim’e bakarak sertçe sordu:
“Sevim… Rojda nerede?”
Sevim, bir adım öne yaklaşıp sesi alçak bir şekilde fısıldadı:
“Hanımağa… benden duymuş gibi olmayın ama odasında ağlıyor.”
Nigar Hanımağa gözlerini kısarak kısa bir iç çekti, başını hafifçe salladı.
“Tövbe tövbe… neyse, ben gideyim de bakayım. Siz de şu misafirlerin önüne yemek koyunuz.” dedi, sesi kararlı ve soğuktu. Ardından bir an bekledi, gözleriyle mutfaktaki düzeni süzdü ve ardından ağır adımlarla mutfaktan çıktı.
Mutfaktaki çalışanlar, Nigar Hanımağa’nın arkasından bakarken hızla yemekleri masalara taşımaya başladılar. Tencerelerden duman yükseliyor, servis tabakları tezgâhlardan alınarak salonun önüne götürülüyordu. Herkes titizlikle çalışıyor, Nigar Hanımağa’nın öfkesini ve otoritesini hissetmeden hareket etmeye çalışıyordu.
Nigar Hanımağa sessiz adımlarla yukarı merdivenlere yöneldi. Koridor boyunca yürürken ayak sesleri boş odalarda yankılandı. Rojda’nın odasının kapısına geldiğinde derin bir nefes aldı, tokmağı hafifçe sıktı ve kapıyı yavaşça açtı.
Kapı aralandığında Rojda’nın yatağında oturmuş, sessizce ağladığını gördü. Yastığa gömülmüş, omuzları sarsılıyordu.
“Kızım, misafirler var. Sen burada oturmuş ağlıyor musun?”
Rojda irkildi, gözyaşlarını silmeye bile fırsat bulamadan hızla yataktan kalktı. Ve dizlerinin üstüne çöküp Nigar Hanımağa’nın ayaklarına kapandı. Sesinde korku ve çaresizlik birbirine karışmıştı:
“Ana, üstüme kuma mı gelecek?” dedi, hıçkırarak. “Hizmetliler fısıldayıp duruyor, herkes konuşuyor. Doğru mu bu?”
Nigar Hanımağa’nın yüzü taş gibi dondu. Kaşları çatıldı, gözleri bir anlığına Rojda’nın ellerine, sonra yere kaydı. Ayağını yavaşça geri çekti.
“Kalk, kendine gel.” dedi keskin bir sesle. “Sana ne? Üstüne kuma geliyorsa sana da mı hesap vereceğim?”
Rojda’nın gözlerinden bir damla yaş daha süzüldü, ama kalkmadı. Dizlerinin üzerinde kaldı, sesi titreyerek yankılandı:
“Ana, ben bunu kabul edemem.”
Nigar Hanımağa bu sözle bir an durdu. Sonra beklenmedik bir şekilde yere çöktü, dizlerini yere koydu, yüzünü Rojda’ya çevirdi. Gözleri bir anlık parıltıyla doldu, ama bu parıltı sevgiye değil, öfke ile dolu bir alaya aitti.
“Senin fikrini soran mı oldu, ha kızım?” diye sordu, sesi hem sakin hem keskin. “Bu konakta herkes yerini bilir. Sana düşen de susmaktır.”
Rojda, başını kaldırıp gözlerinin içine baktı; sesi kırılgan ama kararlıydı:
“Ana… ben Mahir’i seviyorum. Bunu nasıl kabul edeyim?”
Nigar Hanımağa’nın dudaklarının kenarı alayla kıvrıldı. Başını yana eğip alçak bir kahkaha attı.
“Seviyorsun ha?” dedi küçümseyici bir sesle. “Peki, Mahir seni seviyor mu acaba, bunu hiç düşündün mü?”
Rojda bir an dondu. Gözleri karardı sanki, nefesi kesildi.
Nigar devam etti, sözleri hançer gibi batıyordu:
“Sana sadece bir kez dokundu. O da gerdek gecenizde. Onun dışında sana bir kez olsun elini uzattı mı, gözünün ucuyla bile baktı mı?”
Rojda başını eğdi, yutkundu. Dudakları titredi, ama bir kelime bile edemedi.
“Sen Mahir’e karılık mı yaptın da şimdi bana gelip hesap soruyorsun?” dedi Nigar Hanımağa, sesi bu kez yükselmişti. “Oğlumun kalbinde senin yerin yok Rojda. Sen bu konakta sadece adın gelindir, gerisi hikâyedir.”
Rojda’nın gözlerinden yaşlar sel gibi aktı. Nigar Hanımağa’nın her kelimesi içini oyduruyordu.
“Ana… ben ne yapayım peki?” diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmazdı.
Nigar Hanımağa ayağa kalktı, üstündeki tozu silercesine eteklerini düzeltti.
“Ne yapacaksın biliyor musun kızım?” dedi, sesi ağır ve buyurgandı.
“Başını eğeceksin. Kocanın kararlarına saygı duyacaksın. Eskisi gibi sadece bu konağa hizmet edeceksin.”
Rojda titreyen bir sesle, dizlerinin üzerinde kalmaya devam ederek fısıldadı:
“Ya… bunu kabullenmesem?”
Nigar Hanımağa soğukkanlı bir şekilde geri döndü, gözleri Rojda’nın yüzünde acı ama katı bir ciddi ifadeye büründü.
“O vakit babanın evine gidersin,” dedi, her kelimeyi dikkatle seçerek. “Dul Rojda olursun. Ne olur bilir misin? İnsanlar arkandan ‘dul’ der, bir erkek bile sana bakmaz. Annen, baban da sana dayanmaz; kapının önüne koyarlar.”
Rojda’nın yüzü bir an daha soldu; avuçlarını birbirine bastırdı, nefesi kesildi. “Ana bu nasıl bir kader ki kabul edeyim?” diye sordu, sesi inliyor gibiydi.
Nigar Hanımağa hafifçe gülümsedi — gülüşü şefkat değil, acımasız bir gerçekçiliğin tebessümüydü. “Kader mi, yoksa senin inadı mı?” diye karşılık verdi. “Sen Mahir’i kıskandın, ondan böylesin. O vakit Mahir’e karılık yapacaksın. O kızın gözü oğlumda kalmasın diye kadınlığını göstereceksin; yerini koruyacaksın.”
Nigar Hanımağa, Rojda’nın omzuna bu kez daha yumuşak bir dokunuşla elini koydu. Ses tonu sertliğini yitirip, sanki bir anneyle kızı arasında yıllar sonra yeniden kurulan bir bağın sıcaklığına büründü.
“Ben seni gelin olarak görüyorum, Rojda,” dedi sakin ama kararlı bir sesle. “O kızı değil. O kız bu eve bir bedel olarak geldi. Sen ise benim seçtiğim gelinsin. Benim gözümde Mirzehan konağının gelini sensin.”
Rojda şaşkınlıkla başını kaldırdı, gözlerinden süzülen yaşların arasında annesinin yüzüne baktı. İlk kez o sözlerde bir teselli, bir koruma hissetti.
Nigar Hanımağa devam etti:
“Merak etme güzel kızım… şimdi kalk, yüzünü yıka. Gözlerinin yaşını kimse görmesin. Kocan birazdan gelir, sen onu karşıla. Dik dur, gül biraz. Kadın dediğin ne hissederse hissetsin, yüzüne belli etmez. Hele hele kocasına hiç.”
Rojda derin bir nefes aldı, gözyaşlarını sildi. “Ana… tamam,” dedi kısık bir sesle, ama bu kez içinde bir kararlılık vardı.
Nigar Hanımağa başını hafifçe salladı, memnuniyetle gülümsedi. “Aferin,” dedi. “Benim gelinim böyle olur.”