Zaman... sanki birkaç saniyeliğine durdu. Sınıfın içine sinmiş kan kokusuyla birlikte, nefesler bile ağır çekimde alınmaya başlanmıştı.
Baran, Ahu’nun yavaşça ağırlaşan bedenini kollarında hissediyordu. Elini Ahu’nun sırtına bastırmış, kanın sıcaklığını teninde duymaya başlamıştı bile. Nefesi boğazına takıldı ama boğulmadı. Çünkü artık o sadece bir asker değil, bir hayatın omzuydu.
Ahu’nun gözleri kısık, bakışları buğulu… dudakları hafif aralık, nefes alışları hızla seyreliyordu.
Baran eğildi, alnını kadının saç diplerine yasladı bir an. Kızın başı onun göğsüne düşmüştü. Ama o hâlâ hayattaydı. Deli gibi korkuyordu bir sivili kaybetmekten. Çünkü rüyalarına kadar gireceğini ve yakasını bırakmayacağını biliyordu. “Sakın... sakın kapatma gözlerini,” dedi fısıltıyla.
“Bana bak. Sesimi duy. Ben buradayım Ahu.”
Arkasındaki sınıf, hâlâ fısıltıların yankılandığı, çocukların sessizce ağladığı bir alan gibiydi.
Öğrenciler hâlâ yerinden kıpırdamamıştı, gözleri yaşla dolu, dudağını kemiriyorlar ağlamamaya çalışıyorlardı. Ahu’nun düşüşünden sonra hepsi susmuştu. Onlar ilk defa bir kahramanın nasıl kanadığını görüyordu.
Baran bir anda başını kaldırdı.
Yüzü taş gibi kesilmişti.
Bakışlarını keskin bir şekilde çevirdi. “Rojin!” diye seslendi gırtlağından çıkan ses sınıfın tozlu duvarlarında yankı yaptı.
Rojin başını hızla çevirdi, gözleri Baran’la buluştu. “Çocukları al! Tek tek! Hepsini annelerine, babalarına, ailelerine sağ salim teslim et! Bugün burada tek bir çocuğun gözyaşı yerde kalmayacak. Tek bir çocuğa zarar gelmeyecek. Anladın mı beni?”
Baran’ın sesindeki öfke ve sarsılmaz irade, sınıfa bir süreliğine güven duygusu yaydı. Rojin başını eğdi. “Anlaşıldı komutanım,” dedi.
Ardından dizlerinin üstüne çöküp çocuklardan birinin göz hizasına indi. “Hadi bakalım, küçük savaşçı. Artık güvendesin. Ben seni annenin kucağına kadar götüreceğim, söz.”
Çocuk başını yavaşça salladı, Rojin’in elini tuttu.
“Biz öğretmenimizi istiyoruz!” dedi içlerinden biri ve diğerleri de başıyla onayladı. Rojin iç çekti ve ardından diğer çocuklara seslendi. “Hepiniz sıraya dizilin. Elimi bırakmayın. Öğretmeninizi iyileştirecekler. O da gelecek yanımıza, tamam mı?”
Çocuklar titreyerek ayağa kalkarken, Baran gözlerini sınıfın dışına çevirdi.
Derin bir nefes aldı.
Telsizi açmadan önce çevresini bir kez daha taradı. “Çevredeki terör unsurları ne alemde? Temas kaldı mı?!”
Kapının eşiğinde, silahıyla nöbet tutan Emir başını çevirip içeri girdi. Yüzü kararmış, çamura bulanmıştı. Terle toz karışmıştı alnına. Gözleri teröristin cesedine sabitlenmişti. “Komutanım, tüm teması kestik. Dış çemberi temizledik. Bir tek bu it içeri sızmış. Tüm geçitleri gözden geçirdik. Artık güvendeyiz.”
Son cümlede ses tonu sertleşti.
Bakışlarındaki nefret, yerde yatan adamın üzerine kazınmıştı. “Ama bu piç... çocukların arasına kadar girdi...”
Baran dişlerini sıktı.
Bir şey demedi. Sadece başını eğdi.
O an içindeki öfke, kelimeye dökülemeyecek kadar keskin ve sessizdi.
Sonra gözleri tekrar Ahu’ya kaydı.
Kadının nefesi daha da seyrekleşmişti. Tam o anda ekipman almaya giden Ramazan sınıfa yeniden girdi.
Koşarken dizliği yere sürtülmüş, göğsündeki sağlık çantası zıplayarak vuruyordu.
İçeri girer girmez, dizlerinin üstüne çöktü. “Komutanım! Nabzı çok zayıf! Kurşun karnın sol alt kadranında. İç kanama riski var. Bilinci açık ama giderek bulanıyor. Bu şekilde burada kalamayız. Az önce de söylediğim gibi acilen tahliye gerekiyor.”
Elini Ahu’nun gömleğinin altına soktu, gazlı bezi bastırırken yüzünü buruşturdu. “Her saniye aleyhimize işliyor. Eğer şimdi çıkarmazsak…”
Devamını getiremedi.
Baran gözünü kırpmadan sordu. “Taşınabilir mi?”
Ramazan hızla başını salladı. “Evet ama dikkatli olmalıyız. Kucakta, sabit pozisyonda. Biz sarsarız. En hızlı ve güvenli yol... sizin taşımanız.”
Baran hiç tereddüt etmedi.
Silahını sırtına astı.
Diz çöktü.
İki kolunu Ahu’nun altına yerleştirdi.
Yavaşça kadını göğsüne bastırdı.
Ahu’nun başı, onun boynuna düştü.
Baran hafifçe başını eğip kulağına fısıldadı. “Ben seni taşıyacağım. Söz verdim. O söz bozulmayacak.”
Ahu, son bir çabayla mırıldandı. “Çocuklara... bir şey olmadı değil mi...?”
Baran gözlerini kapattı, göğsü acıdan kabarmıştı. Öğretmenin hala daha çocukları düşünmesi içine dokunmuştu. “Hayır. Çünkü sen... onların önüne geçtin.”
Ardından dimdik ayağa kalktı. “Galip! Önden git, güzergâhı kontrol et!
Rojin, çocuklarla birlikte uzaklaş. Emir, arkamızı kolla. Ramazan, benden ayrılma! Hedef: Helikopter alanı! Beş dakika içinde tahliye!”
Baran, Ahu’yu kucağında sımsıkı tutarak sınıf kapısından dışarı çıktı.
Yere bastığı her adımda toz kalkıyor, sanki toprağın altında bile bir şey uyanıyordu.
Ama o sadece yürümüyordu.
O, bir hayat taşıyordu.
Okul, yavaş yavaş boşalmıştı. Çocuklar, Rojin’in gözetiminde, okula en uzak çıkış yolundan tahliye ediliyordu. Geride sadece hayatla ölüm arasında bir çizgi ve o çizginin her iki ucunda duran iki kişi kalmıştı:
Baran ve Ahu.
Baran dimdik yürüyordu. Kadının beyaz çiçekli elbisesi artık kırmızıya bulanmış, kalp hizasından aşağı doğru yayılmış kan lekesi kumaşın desenini silmişti. Solgun teniyle gözlerinin çevresi iyice belirginleşmişti. Nefesi kesik kesik geliyor, dudaklarının rengi hızla uçuyordu. Bir adım daha atmıştı ki... “Aahhh—!”
Ahu’nun ağzından acıyla yükselen inilti, sınıf duvarlarında yankılandı.
Kadının yüzü bir anda kasıldı. Gözleri yaşardı, vücudu istemsizce kasıldı. Kan basıncı düşüyor, dokular sinyal veriyordu. Ama o ses...
Baran’ın yüreğine saplandı.
Kaskatı kesildi. Nefesini tuttu.
Gözleri hızla Ahu’nun yüzüne indi. “Şşş… tamam. Tamam Ahu… Sakin ol. Çok acıyor, biliyorum. Ama buna mecburuz. Seni buradan götürmem gerek. Yoksa…”
Sesi boğazında takıldı.
Hayatında nice yaralı taşımıştı.
Omzunda can vermiş silah arkadaşları olmuştu.
Ama bu...
Bu başkaydı.
Bir an gözlerini kapadı.
Sonra alnını kadının alnına yasladı.
Fısıltıyla konuştu. Sanki hem ona hem kendine… “Sana bir şey olmayacak. Duyuyor musun beni? Beni bırakmak yok. Öylece gidemezsin. Gitmek... yasak sana, Öğretmen.”
Gözlerini açtı, bakışları kararlıydı.
Sanki dünyanın bütün yükünü sırtına almış gibi doğruldu. “İyileştireceğim seni. Ne pahasına olursa olsun. Öğretmen dedik biz sana. O çocukların gözünde kahramansın artık. Kahramanlar ölmez. Onlar vazgeçmez. Sen de vazgeçmeyeceksin. Ölmek... sana yasak. Duydun mu beni? Ölmek sana yakışmaz, öğretmen.”
Ahu güçlükle gülümsedi. Dudaklarının kenarı kımıldadı. “ben… hiç… bu kadar…”
Devam edemedi. Yutkundu. Yorgun bir nefes daha verdi.
Baran onun nefesinin ritmini hissederek sımsıkı sardı. “Bir şey söyleme artık. Konuşma. Tüm kelimeleri sonra söylersin bana. Yeter ki dayan.”
İlerlerken Ahu’nun kolları kendiliğinden boynuna dolandı. Baran onu göğsüne bastırdı.
Telsize bastı.
“Kasırga 1’den Merkez: Yaralıyı kucakta taşıyorum. En hızlı tahliye için pist temizlensin. Beş dakikaya iniş alanında olacağız. Beklemesiz kalkış istiyorum!”
Ardından hızla kapıdan çıktı.
Tozlu okulun bahçesinde esen sabah rüzgârı, Ahu’nun saçlarını yüzüne savurdu.
Baran o saçı usulca çekip kulağının arkasına yerleştirdi. “Tutun bana Ahu… Sözüm var. Seni o sınıfa geri döndüreceğim. O kara tahtanın başına, o çocukların gözlerinin önüne… Söz veriyorum.”
Ve adım attı.
Her adımda toprak sertleşti, gökyüzü ağırlaştı. Artık tutması gereken daha büyük sözler vardı. O çocukları öğretmensiz bırakmayacaktı!