Salondaki gülüşler hâlâ mutfağın duvarlarından yankılanıyordu. O gece, herkes olanları kendi içinde kutladı. Herkes… Dara hariç.
Ertesi sabah erkenden uyandırıldı. Henüz gözlerindeki şişlik inmemişken halası kapının önünde bekliyordu.
“Çabuk kalk,” dedi. “Kız tarafı ağır olurmuş, laf ettirme sakın.”
İlk durak gelinlikçiydi. Daha elini yüzünü yıkayamadan, annesi koluna girmişti bile. Yolda kimse konuşmadı. Sadece halası, telefonda biriyle gülerek “çok yakışacak, Baran bile gözünü alamaz” diyordu.
Dara sadece camdan dışarı baktı. Sokaklar kalabalıktı, ama içi bomboştu.
Gelinlikçide bir kadın önüne tam beş tane beyaz elbise çıkardı.
“Kabarık mı isteriz, balık mı?”
“Baran bey nasıl sever acaba?”
“Omuzları açık olmasın, Halil Ağa kızar.”
Her biri Dara’ya değil, halasına sorulmuştu.
Bembeyaz bir elbisenin önünde durdu. Dantel işlemeler, ağır kumaş, sırtı boydan boya düğmeli… Kadın arkasından seslendi:
“Tam prenses gibi.”
O an Dara kendi kendine düşündü:
Bir prenses değilim.
Bir mahkumum.
Bu elbise, beyaz bir hapishane.
Elbiseyi giydiğinde, aynada kendine baktı. Kendini tanıyamadı. Gözlerinde hâlâ Baran’ın mutfaktaki sözleri yankılanıyordu.
“Senin için bu evlilik sessiz bir ölüm olacak.”
Nişan, ertesi hafta köy meydanında yapılacaktı. Davul zurna, kalabalık sofralar, halaylar… Herkesin beklediği gösterişli bir kutlama. Dara’nınsa sadece kaçıp saklanmak istediği bir gece.
Hazırlıklar hızla ilerledi. Gümüş tepsilere dizilen takılar, misafirlere verilecek şekerlemeler, damadın ailesinden gelen yüklü çeyiz listesi…
Dara’nın odası, sandıklarla dolmaya başlamıştı. Ama o her gece yatağında, parmak uçlarına kadar gerilmiş şekilde uyuyordu. Uyuyabildiği zamanlar…
Bir gece, annesi usulca kapısını çaldı. Elinde ince bir tülbent, gözlerinde buruk bir bakış vardı.
“Biliyorum,” dedi. “Biliyorum sesini çıkarmıyorsun. Ama ben annenim. Gözünden anlarım.”
Dara sadece başını eğdi.
Kadın kızının yanına oturdu. Bir süre sessizce baktı ona.
“Zor biliyorum,” dedi. “Ama bazen güçlü olmak, sessiz kalmak değil, doğru yerde konuşmaktır.”
“Ben konuştum anne,” dedi Dara, boğazı düğümlenerek. “Kimse duymadı.”
Annesi gözlerini kaçırdı. Elindeki tülbenti kızının saçına sardı.
“Bazen anneler de çaresiz olur,” dedi. “Ama sakın içine kapanma. Sakın kendi sesini kaybetme.”
Sonra usulca öptü kızını.
“Sadece bugünü değil, yarını da düşün. O sofra var ya, kızım… Düşsen bile yeniden kalkmak senin elinde.”
O gece Dara uzun süre ağlamadı. Sadece düşündü.
Bu düğün olacak.
Ama ben, içimde başka bir şey kuracağım.
Kendi yolumu.
Kendi kararımı.
Bir gün bu elbiseyi üzerimden çıkarıp, kim olduğumu hatırlayacağım.
Nişan günü geldiğinde, evin içi insan doluydu. Kadınlar mutfakta börekler açıyor, erkekler avluda sandalyeleri diziyordu. Renkli ışıklar bağlanıyor, halay için genişçe bir alan açılıyordu.
Dara odasında, aynanın karşısında oturuyordu. Saçları özenle örülmüş, alnına annesinin gençliğinde taktığı altın yazmalı taç yerleştirilmişti. Göz kapaklarına açık pembe bir far sürülmüş, dudaklarına hafif bir renklendirme yapılmıştı. Ama gözleri… gözleri hâlâ dündeydi.
Kapı tıklatıldı.
Halam kafasını uzattı:
“Misafirler geldi. Hazır mısın?”
Dara başını salladı ama ayağa kalkmadı.
İçinden bir ses, hâlâ kaçabilirsin, diyordu.
Ama sonra annesinin gece söylediği cümle yankılandı kulaklarında:
“Düşsen bile yeniden kalkmak senin elinde.”
Derin bir nefes aldı. Ayağa kalktı.
Kendi içinde en azından o sofraya “dimdik” oturmaya söz verdi.
Avluya çıktığında, bir anlık sessizlik oldu. Herkes dönüp ona baktı. Kadınlar mırıldandı, yaşlılar dua okudu. Erkekler bakışlarını kaçırdı. Ama Baran… O yine Dara’ya bakmadı.
Köy meydanında kurulan sahnede davul-zurna çalmaya başladı. Halaylar çekildi, tepsiler taşındı, fotoğraflar çekildi. Ama Dara için her şey sessiz bir film gibiydi. Renkli ama sessiz. Gürültülü ama boş.
Baran ve Dara yan yana oturtuldu. İkisine kırmızı kurdele uzatıldı.
Kurdeleyi kesecek kişi Halil Ağa’ydı.
Tören başladığında herkes alkış tuttu, bazı kadınlar zılgıt çekti.
Ama Dara, o an sadece Baran’ın elini tuttuğunu fark etti.
Zorunlu bir temas.
Soğuk, uzak, yabancı.
Kurdele kesildiğinde herkes “Allah tamamına erdirsin” diye bağırdı.
Ama Dara sadece kendi içinden geçen cümleyi duydu:
Bu gece bana nişan değil, sınır çizdiler.
Sonra teyzesi kulağına eğildi:
“Gül biraz. Ayıp oluyor millete.”
Dara hafifçe gülümsedi.
Yüzüne taklit bir ifade yerleştirdi.
Ama içinden şu cümle geçti:
Ben artık sadece gülümseyen bir maske taşıyacağım.
Ta ki… maskeyi kendi elimle çıkarana kadar.
Tören bitmişti.
Gülüşmeler, zılgıtlar, alkışlar… hepsi geride kaldı.
Ev sessizdi artık.
Dara ağır adımlarla yukarı çıkarken, gölgelerin içinden biri belirdi.
Baran.
Sırtını duvara yaslamış, ellerini cebine gömmüş, karanlıkta bekliyordu.
Hiçbir şey söylemeden önce sadece baktı.
Sonra dudaklarını kıpırdattı.
Sesinden tiksinti damlıyordu:
“Bu gece seni izlemek… midemi bulandırdı.”
Dara durdu. Dizleri titredi ama belli etmedi.
“Gelin gibi süslenmişsin. Ama aynaya hiç baktın mı?
Ne kadar altın takarlarsa taksınlar, sen hâlâ çamurun içinden çıkamayan bir kırsın.”
Dara’nın gözleri doldu ama dişlerini sıktı.
“Ben bu töreni senin için yaşamadım,” dedi.
“Ben de istemedim. Ama en azından saygılı olabilirdin.”
Baran alayla güldü.
“Saygı mı? Sen daha kendi yüzüne bakarken utanmazken, ben sana neden saygı duyayım?
Sen benim adımın yanına yazılmış bir kazadan ibaretsin.”
Dara, bir adım yaklaştı.
Sesi çatladı ama yine de konuştu:
“Sen bana her şeyi söyleyebilirsin. Ama ben ne olduğumu senden öğrenmedim.”
Baran başını yana çevirdi.
“Ne olduğunu senden önce herkes biliyor zaten.
Sadece annene acıdığım için sustum bu zamana kadar.
Yoksa seni ilk gördüğümde içimden geçen tek şey şuydu:
Bu kız, sadece bir yüktür. Taşınmaz. Sırtında kalır.”
Dara’nın nefesi kesildi.
Gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
Ama hâlâ ayaktaydı.
Belli etmemeye çalışarak yutkundu.
“Sen çok güçlü olduğunu sanıyorsun, değil mi?” dedi kısık sesle.
“Dünyayı ezerek yürüyorsun. Ama bil ki… bazı ayak bastığın yerler bir gün altından kayar.”
Baran yaklaştı.
Yüzü yüzüne geldi.
Soğuk nefesi tenine değdi.
“Senin yerin, benim ayaklarımın altı bile değil.
Sen sadece bir uzlaşmanın sonucu…
Bir iflasın faturası gibisin.”
Dara başını eğdi.
Gözlerinden süzülen yaşları silmeden söyledi:
“Ben sana hiç yalan söylemedim.
Ama sen… kendine bile dürüst değilsin.
Çünkü birini bu kadar ezmeye çalışan bir adam, aslında kendini ezdirendir.”
Baran gözlerini kıstı.
Sanki tokat yemiş gibi irkildi ama çabuk toparlandı.
“Unutma Dara,” dedi, sesi buz gibi:
“Ben seni sevmek zorunda değilim.
Ama sen…
Bu evde nasıl nefes alacağını bile benden öğreneceksin.”
Arkasını döndü.
Dara orada öylece kaldı.
Ayakta.
Titreyerek.
Yalnızca dudaklarından şu cümle döküldü:
“Ben senden sevgi beklemiyorum, Baran.
Ama gün gelir… ben nefesimi keserim.
Ve sen kendi sessizliğinde boğulursun.”