1.Bölüm/ Yas’a dönüş
(Yazar notu olarak düşecektim ama, okuduktan sonra görürsünüz diye buraya yazıyorum canlar.. Sizden ricam bu kitabı; Mustafa İpekçioğlu- Gökhan özoğuz’un ‘Şu benim divane gönlüm’ şarkısını dinlerken okur musunuz ♥️
Yolun kenarında dizilmiş kuru otlar, Cemil’in sürdüğü arabanın rüzgârıyla yana yatarken, cam açıktı. İçeri dolan havada yazın başına vuran toz kokusu. Bir de bu topraklara has o yanık, küskün sessizlik. Ne bir kuş sesi, ne bir çocuk kahkahası. Sadece içi oyulmuş bir şehir gibi, sanki nefes alıyor ama yaşamıyor. Amed yine susuyordu..
Yıllar olmuştu.. Ben bu şehri ardımda bıraktığımda, içimde sadece koca bir yara vardı. Ve birazda öfke.. Artık ne ben eski Agirdim, ne de artık bu öfke yetiyordu anlatmaya içimdeki yangını.
Amed, bana soğuk mezar toprağından başka hiçbir şey bırakmamıştı.
Ve ben, her taşını içimden söke söke yaktığım bu şehre, şimdi söndürülmemiş bir yangını devralmaya dönüyordum. Bir mezarın başında başlamıştı her şey… ve o mezarın üstü hâlâ tam örtülmemişti.
“Yaklaştık ağam” dedi Cemil, dikiz aynasından göz ucuyla bana bakarken. Başımı çevirmedim.
“Yavaşla,” dedim sadece.
Diyarbakır’ın sokakları değişmişti, ama üstü başı yalanla örtülmüş her cenazenin içini bilirdim ben. Bu şehir ne zaman susuyorsa, birileri ya ölmüştür, ya da ölecektir.
Şehre ilk adımımı attığımda, ayaklarımın altına gömülen geçmişin tozu kalkmıştı ayağa. Her sokakta, her taşta, her gölgede bir yüz vardı bana bakan.
Annemin son gördüğüm o solgun yüzü,
yurda gönderildiğim gece babamın gözlerine sinen nefret,
Raşit’in sırıtışı,
Zara hanımın zafer gülüşü,
Birde Şimâl..
Onun ismini bile almaya cesaret edemeyen diller… Hepsi ayakta, hepsi karşımda dikilmiş gibiydi.
Ama ben bugün, bu topraklara bir yeminle döndüm. Ve bazen bir adamı yalnızca yemini ayakta tutar.
Benimse ayakta durmam yetmiyordu artık.
Yürüyecektim, Sonuna kadar.
Cemil, arabayı konağın sokağına sürdü.
“Bu şehrin dili yalandır, Cemil,” dedim. “Ama gözler dürüsttür. İnsanın sözüne değil, gözünün içine bak.”
Camdan dışarı bakarken, kendi gözlerimle karşılaştım. Yorgundum..
Babamla Mardin’e geçecektik. Kozdağlıların sonunu yazmaya. Fırat, kardeşimi kaçırmış ! Kardeş..
Mevâ’ya yaptıklarını öğrenince. Öldürmek için.
İlk kez birileri hak ettiğini yaşayacaktı belkide bu topraklarda. Ama kanımdan olandı işte Raşit.. Adı soyuma yazılmış bir kara leke..
Konağa vardığımızda, kapıda bekleyen eski bir hizmetliyle göz göze geldim. Tanımadı beni. Ya da tanıdı da, gözlerime bakmaya cesaret edemedi, bilmiyorum.
Ben bir zamanlar bu konağın hayırsız evladıydım. Şimdi, geri dönen adam..
Cemil bagajı açtı, çantamı almadım. Silahım her zaman belimde, içimde biriktirdiğim kelimeler sırtımda.
Yeterdi..
Avluya adım attığımda, kadınların fısıltıları çarptı kulağıma. Yüzümü saklamadım. Saklanacak bir adam olmadım hiç. Adımı zikretmelerini duymak istedim.
“Agir dönmüş..” dedi içlerinden biri, sessizce.
Evet, Agir döndü.
Ve bu defa, birilerine bazı bedeller ödetmek için döndü.
~~~
Raşit’i almaya Mardin’e giden konvoy sabahın erken saatlerinde hazırdı.
Ben Cemil’i Amed’de bıraktım. Bu yolun sonunda kan varsa, ona bulaşmasın istedim. Temiz adamlardan az kaldı dünyada.
Mardin sokaklarına girdiğimizde babam suskundu. Arka koltukta, yaşlı bir kurdun dişlerini bileye bileye geçirdiği yılların yorgunluğu vardı yüzünde. Ama hâlâ gözlerindeki öfke taze.
“Sen burada olsaydın o it buna cesaret edemezdi. Sen ne zaman adam olacaksın Agir?” diye sordu, her zamanki gibi yüzüme bakmadan, gözleri boşlukta.
“Adam olmamı mı istersin, hesap sormamı mı?” dedim. Cevap vermedi , sustuk..
Sessizlik, bizim evin mirasıydı zaten bu.
Kozdağlı Konağı’na yaklaştığımızda, adamlar silahlarını kontrol etmeye başlamıştı.
Konağın önünde ki kalabalıkla çattım kaşlarımı.
“Ne oluyor baba.!” dedim.
Ama babam yine yüzüme bakmadı, “görürsün..” dedi sadece. Benle babam önde, adamlar peşimizde kapıya yaklaşırken, İçlerinden birinin duasını işittim.
Ben etmedim. Kan dökmeye gidince yemin edilir miydi? Yada Allah’a konuşacak yüzümüz mü kalmıştı?
Dua, temiz ellerden yükselirse kabul olurdu.
Bizim ellerimizde ise sadece kan izi vardı.
Kapıya vardığımızda, havayı yaran o ilk ses yankılandı.
Tek el silah sesi..
Duyulan sesle hemen kadınlar , çocuklar içeri sokulmuştu. Bir uğultu koptu sonra. Hayvanlar bile korktmuştu ki, konağın çatısında ki kuşlar hep beraber havalandılar göğe doğru..
İçimdeyse tuhaf bir sükûnet.
Fırat’la göz göze geldiğimde, bir anlığına onun da benim kadar yandığını anladım. Ama biz birbirimize düşman değildik. Onun düşmanı başka. Benim düşmanımsa doğrudan karşımdaydı.
Babam, Fırat’a doğru bir adım attı;
“Torunumun sünneti varmış Fırat ağa, çağırmadın gücendim,” dedi. Yüzünde ne gülümseme vardı, ne de tek bir mimik oynuyordu.
Fırat’ın gözlerinde ise ateş. Zalimliğini, ateşini bilmeyen yoktu zaten.
“Hakkın olsa çağrılırdın Vahap ağa! Elinde silahla, peşinde itlerinle konağımı basma cüreti nereden geliyor sana?” dedi. Haklıydı..
Hakkı var mıydı ki torunum demeye.. Ama sustum, atamdı..
“Bana bak Vahap ağa..! Yaşına başına bakmam şurada sıkarım kafana, kimsede tek kelime edemez.. Al itlerini, geldiğin gibi git topraklarımdan.!” diyen Fırat ile bu suskunluğum fazla sürmemişti.
O an öfkeyle bir adım attım ve tüm silahlar üzerime çevrildi.
“Haddini bil lan ..! O dilini kökünden koparırım Fırat ağa..!” diyip bir adım daha attım, Nihat’la göz göze geldiğimde, gözleri karanlıktı.
Sözsüz ama kanlı bir geçmişin içinden bakıyordu bana. Geçmişin içine gömülmüş bir çığlık vardı bakışlarında.
“Bir adım daha atacak olursan, kafanı gövdenden ayırırım Agir ağa..! Bas geri..” dedi Nihat.
Sertçe güldüm. Silah doğrultmadan ona doğru bir adım daha atacakken, Nihat şakağıma dayadı silahı.
“Bir adım daha atarsan, gövdeni toprağa sererim Agir ağa!” dedi.
O an gözlerinin içine baktım. Göz bebeklerine sinmiş bir geçmiş vardı. Gözlerinde Şimâl’in sesi vardı sanki.. İsmini anamadığımız o mezarın çığlığı gibi. Ve ilk defa dudaklarımda o alaycı gülümseme yerini sessizliğe bıraktı.
Başımı eğdim hafifçe, yutkundum..
“Eyvallah, Nihat… ağa..” dedim.
Çok geçmeden de Sultan Hanım çıkmıştı konağın önüne.
“Ne oluyor?” diye bağırdı.
Ve bir kadın belirdi. Kucağında Ardil, bakışları benimkine değdi.
Tanıdık bir şey… Bir geçmiş… tanıdık ama yabancı.. ne olduğunu bilmediğim bir boşluk aktı gözlerinden. Bende bir şey kımıldamadı. Ne aşk, ne özlem. Ama sanki o gözlerde… geçmişin bir ucu vardı.
“İçeri girin Hale,” dedi Nihat. Sesi karanlık bir gecenin ortasındaki soğukluk gibi.
Anladım Nihat’ın kadınıydı o tanıdık gözler.
Nihat’a döndüm sonra.
“Bu iki oldu Agir..! İkidir topraklarıma ayak basarsın..! Üçüncü de yarım bıraktığım işi tamamlarım..! Kurân hakkı için alırım canını..!” diye fısıldadı kulağıma. Onun sessiz ettiği yeminle yine sertçe güldüm. Ama bu defa dudaklarımda alay yoktu.
“Eyvallah Nihat..ağa..! İlkinde düğünüm için bastım topraklarına ayak, gerçi biliyorsun.! İkincisi emanetimi almak için geldim..! Eğer kardeşimi sağ bir halde yarın topraklarımda görmezsem..!” diyip yükselttim sesimi.
Cümlemi tamamlamadım. Gerekte yoktu zaten. Herkes anlamıştı.
Babama gidiyoruz dediğimde, beklediğim gibi itiraz etti önce, ama mecburen takıldı peşime.
Dönüş yolunda babamın sesi çatallıydı.
“Ne demek dönüyoruz ! Raşit’i almadan nasıl çekilirsin o itin kapısından, bir korkak gibi..”
“Söyledim sana baba ! Raşit yarın Amed’de olacak.”
“Ya olmazsa?” dediğinde,
Kafamı çevirdim, gözlerine baktım.
“Olmazsa… üçüncü kez bu toprağa ayak basmam, onlardan akacak kan için olur.“ dedim.
Konağa vardığımızda hava kararmıştı. Cemil kapıda bekliyordu.
İndim arabadan. Omzumu yokladım. İçimde hâlâ taş gibi bir suskunluk vardı. Bir sigara yaktım. Gözüm, şehrin loş ışıklarında kaybolan sessizliğe takıldı.
Bir söz döküldü dilimden, kendi kendime.
“Toprak sustuğunda, kanla konuşur bu şehir. Ben de konuşacağım. Ama kanla değil, hesapla.”