2.BÖLÜM

1530 Words
(“Mustafa ipekçioğlu- Şu benim divane gönlüm” Bununla okuyun kızlar) Kapının önünde durdum. Elim tokmağa gitmedi bir süre. Çünkü içeride hâlâ annemin kokusu var sandım. O eski, yumuşak ama biraz da ilaçlı koku. Beni kucağına alıp saçlarımı öperken üzerime sinerdi. Zaman, bu duvarları unutturmuş olabilir ama ben o kokuyu hiç unutmadım. Parmak uçlarımı tokmağın kenarına sürdüm. Bir tül perde gibi titredi içim. Kapının gıcırtısını duymadan, sessizce geçmek istedim içeri. Ama olmadı. Eskisi gibi… Ben hiçbir zaman bu evde sessizce bir yerden bir yere geçemedim zaten. İttim ve açıldı. Oda… zamanın içinde donup kalmış gibiydi. Ne annem vardı içeride, ne sesi. Ama acısı kalmıştı her köşeye. Bana bakıyordu sanki her eşya. “Geç kaldın,” diyordu. “Niye o gün elini tutmadın, Agir?” Yutkundum. Gözüm pencerenin kenarındaki sandalyeye ilişti. Annemin en son oturduğu yerdi orası. Kalbi tutmuştu o gece. Üzerine kalın bir battaniye örtmüşlerdi. Zara Hanım göz devirmişti o sırada; “Naz yapıyor,” demişti. Babam duymamıştı. Duymak istememişti belki de. Ama ben her şeyi duymuştum. Annemin nefesi çatallaşmıştı, o an. Ve ben ilk defa ölümü o kadar yakından görmüştüm. Adımlarım halıya ilişince, yumuşak bir iç çekiş yankılandı içimde. Yatağın ucuna oturdum. Avuçlarımı dizlerimin üstüne koyup başımı eğdim. “Sen gittikten sonra kimse beni sevmedi, anne,” dedim içimden. “Senin yokluğun, evdeki bütün kapıları yüzüme kapattı.” Bir tek senin sesin sarardı üzerimi. Senin gidişinle birlikte o ses de sustu. Arkamda kapanan kapının sesi bile seni hatırlattı. Sen hep yavaş kapatırdın. Sanki ev kırılacak gibi. Ben o kırılan evin içinde büyüdüm senden sonra. Kırık dökük, susturulmuş, horlanmış bir çocuk gibi. Ayağa kalktım. Artık bu odaya sığmıyordum. Ne anılarına, ne eşyalarına. Bir zamanlar annemin elleriyle örttüğü yatakta şimdi yabancı bir gölge gibi duruyordum. Kapıdan çıktım, avluya yöneldim. Taş merdivenleri inerken bile hafifledim biraz. Odanın boğuntusundan sonra, avlunun sessizliği bir solukluk huzurdu. Ama o da uzun sürmedi. Sedirin köşesine oturdum. Hâlâ aynı yerindeydi. O eski ahşap işlemeli kapının tam karşısı. Beni o gün oraya oturtmuşlardı. Avlu kalabalıktı, kapıda annemin tabutu.. Zara Hanım içeride Raşit’in ağlamasını dindiriyor gibi yaparken, babam önümde volta atıyordu. Gözünde ne bir acı vardı, ne pişmanlık. Belkide içten içe bir yükten kurtulmanın sevinci vardı.. Bilmiyorum.. O gün bile sevmedi babam beni, oksamadı kimse saçlarımı, teselli etmedi kimse.. Annesi ölen çocuğa sarılınmaz mı hiç? Bana kimse sarılmadı o gün, o gün başladı yalnızlığım.. Ertesi sabah, annesizliğe uyandığım o ilk gün.. Raşit’in bir haltı yüzünden dayak yemiştim o sabah. Konağın en küçük vazosunu kırmıştı. Ama Zara Hanım, “Agir yaptı,” demişti. Ve kimse sorgulamadı. Babam gözümün içine bakmadan kolumdan tuttuğu gibi çekmişti beni. “Ne zaman adam olacaksın !” diye bağırmıştı. İlk defa o gün onun sesinden korkmamıştım. İlk defa o gün, içimden sessizce “ben senin oğlun değilim” demiştim. Çok geçmeden de, o cümle yankılandı beynimde.. “Yurda gidiyorsun.” İşte bu cümleyle koptu içimde ne varsa. Henüz on yaşındaydım. Ne demek olduğunu bilmiyordum ama gitmek istemediğimi biliyordum. Annemin kokusu kalan yastığımı, mutfaktaki sıcacık çörek kokusunu, gece balkonda dinlediğim rüzgâr sesini ardımda bırakmak istemiyordum. Ama kimse bana sormadı. Sadece Raşit gülüyordu o gün. Konağın merdiven başında durmuş, parmaklarını ağzına götürüp kıkır kıkır gülüyordu. Beni uğurlamaya gelen yoktu. Bir beni götüren, bir de bavulumu taşıyan bir adam vardı. Babam son kez arkamdan baktı. Ama ne gözyaşı, ne tereddüt, ne pişmanlık… Sadece öfke. Sadece yükünden kurtulmuş biri gibi bakan bir adam. O bakışı unutmam. Bir daha onu asla sevmeyeceğimi anladığım andı o. Çünkü sevilmeyen bir çocuk, büyüyünce nasıl sever bilmiyordum bende.. Şimdi o sedirin ucunda, oturduğum yerde o günü izliyorum yine. Küçük Agir, sessizce kaldırılıyor sedirden. Yüzünde bir tek soru var: “Ben ne yaptım?” Ama o sorunun cevabı hiçbir zaman verilmedi. Avluda bir rüzgâr esti. Yavaşça kapattım gözlerimi.. Elim belimdeki silahın soğukluğuna değdi, irkildim. Şimdi bu konağa geri dönen o küçük çocuk değil. Bu kez kendine yemin etmiş bir adamım.. Ama içindeki o küçük çocuk hâlâ aynı yerde oturuyor. Sedirin ucunda, sessiz, yaralı, unutulmuş. Ve hâlâ aynı soruyu soruyor: “Ben kime ne yaptım?” Aklımda çocukluğumun izleri ile kalktım ayağa. Adımlarım beni çıkarmıştı konağın dışına. Cemil kapının eşiğinde durdu. Yüzüme öyle bir baktı ki… gözleri konuşmadan yalvardı resmen. “Gitme ağam… o yara kapanmadı ki yeniden açılsın, bir daha sızlatma, gitme..” dedi. Bir şey demedim. Çünkü o da biliyordu, ben çoktan gitmiştim. Bedenim buradaydı da, yüreğim, aklım, yıllar önce toprağa karışmış bir sessizliğe çoktan gömülmüştü.. Bir cümle kursam, içimdeki bütün duvarlar çökecekti. Sustum. Yanağındaki eski yara izine, o yurt gecelerinde birbirimize sarıldığımız gecelere, kimsesizliğimizi bölüştüğümüz sabahlara baktım. O benim kardeşimdi. Ama kardeşin de elinden bir şey gelmez bazen. Sadece bakar, içine dert eder. Tıpkı şimdi yaptığı gibi. ~~~ Bindim arabaya, kökledim gazı.. Yol uzun değildi aslında. Ama ben her adımda ağırlaştım. Dağlar o gece hiç olmadığı kadar sessizdi. Ne bir kuş sesi, ne bir rüzgâr uğultusu. Sanki her şey susmuştu da ben kendi iç sesime kalmıştım. Adımlarım ağırdı. Ayaklarım yerden kesilmemişti ama sanki yürüdükçe bedenim değil de geçmişim sürükleniyordu peşimden. O dağ evine giden yolu yıllardır unuttuğumu sanmıştım. Meğer unutmamışım. Meğer yol beni hatırlamış da beklemiş. Her taş, her kıvrım, her sessizlik… tanıdıktı. Sanki oradaydım hep. Hiç gitmemişim gibi. Şimâl öldüğünde bu evin kapısını kapatmıştım. Anahtarı bile atmadım. Sadece gittim. Gidene dek kimseye bir şey demedim. “Girmeyin” dedim sadece. “Burası yasak.”. Kimse de girmeye cesaret edememişti zaten, lanetin çöktüğü bu eve.. Ta ki şimdi, bu geceye kadar.. Gece iyice çökmeye başladı üzerime, Ay vardı ama ışığı eksikti. Tıpkı benim gibi. Varmış gibi duran ama aslında hiç olmayan. Gölgeler bana bakıyordu. Karanlıklar, ayak izimi tanıyordu sanki. Ve orada… yolun sonunda… karşımdaydı işte. Şimâl’le birlikte girdiğimiz o dağ evi. Bir gece. Tek bir gece. Ama bana bir ömre bedel olan o gece.. Kapının önünde durdum. Eli titreyen yaşlı bir adam gibi uzandım tokmağa. Ama vuramadım. Yıllar geçti ama o geceki sessizlik hâlâ kapının ardındaydı sanki. O gecenin kokusu, o sabahın matem kokusu… hâlâ oradaydı. Kapı açıldı ama ben açmadım , kendi kendine aralandı gibi. Ya da ben çoktan içeri girmiştim de , şimdi sadece gözüm görüyordu. İçerisi sessizdi. Duvarlar hâlâ aynı.. Sobalı odada sol köşede duran eski koltuk… Orada oturmuştu Şimâl. Başını eğmişti, konuşmuyordu. Ben de susmuştum. Birbirimize yabancıydık. Ama ben anlamıştım o gece… Bir kadının susuşu, bazen bir haykırıştan daha çok şey anlatır. Ve ben duymuştum. İçinde koca bir ölüme yürüyen suskunluk vardı. Korku yoktu gözlerinde. Teslimiyet vardı, Kabulleniş. Oysa; “Rızan yoksa bozarım bu işi. ,” demiştim ona, sözümüzden hemen sonra.. Ellerim dizlerimdeydi, başım yerde. Oda kaldırmamıştı başını.. Ne evet dedi, ne hayır. Sadece susmuştu. O sessizlikle evlendik biz. Ben sustuğu için sandım ki belki razıdır. Ama o, o gece kendi sessizliğiyle nikâh kıymıştı toprağa. Bense şahidiydim. Ne içimde heves vardı ne de acele. Tanımadığım bir kadına yaklaşmak istemedim. Sevmeden, hissetmeden, sadece töre diye bir tende yer edinmek… yakışmazdı bize. O yüzden geceyi içeride geçiremedim. Sobanın çıtırtısı, onun nefesinden daha yakındı bana. İçeride kalırsam kırmaktan, yanlışa düşmekten korktum.. O yüzden ceketimi aldım sırtıma, çıktım kapının önüne. Ayaz suratımı tırmaladı. Gecenin soğuğuna değil… içimdeki sessizliğe yenildim. Evin önündeki taşlığa oturup, Sırtımı duvara verdim. Başımı geriye yasladım, gözüm kapalı ama uyku yok. Bir ses bekliyorum belki… Bir adım, bir ağlama, bir itiraf. “Agir.. ben istemedim.. ” “Agir.. sevmedim seni.” “Agir.. başkası var..” Desin istedim. Susmasın istedim. Ama içeriden hiçbir ses gelmedi. Ne yanan sobanın çıtırtısı… Ne bir adım… Ne bir fısıltı. Sanki ev bile iç çekmeyi unutmuştu o gece. Saatler geçti, Ay gökyüzünde ilerledi. Bense kıpırdamadım yerimden. Her saniye biraz daha ağırlaştı üzerimde. Dizlerim uyuştu, parmak uçlarım karıncalandı. Ama içimde başka bir sızı vardı. İnsan bilmediği bir hikâyenin kahramanı olunca… Susmak tek çare olurmuş bazen. Ben sustum. O da sustu. Ama ikimizin susuşu birbirini öldürdü o gece. Sabah geri geldiğimde… Evin içi soğuktu. Soba çoktan sönmüş,soğuk yayılmış her yere. Sessiz adımlarla çıktım merdivenleri, Odanın kapısı aralık. O gece hiç yaklaşmamıştım o odaya. Ama şimdi… şimdi mecburdum. Kalbim boğazıma tırmanmış gibi nefesim kısa. Kapının eşiğinde durdum. Yalnızca bir an. Sadece bir an. Gözüm yatağın üzerine kaydı. Yatak boştu. Ayakları yerden kesik… İp boynuna dolanmış… Gözleri kapalıydı. Şimâl, ipi kendi eliyle seçmiş, Boynuna değil, kaderine geçirmişti o ipi.. Ama ben gördüm, yüzündeki huzuru gördüm. Sanki babasının dayatmalarından, törenin zincirinden, Nihatın kalbine ağır gelen sevdasından ve benim suskunluğumdan… Hepsinden kurtulmuş gibi. Bir çığlık atmadım. Elim titredi ama dokunamadım.. Sadece başımı yere eğdim. Dizlerim çöktü, Ve orada kaldım. Onun ayaklarının altında, ben o sabah ezildim. Sabah olmak üzereydi. Gözüm saate ilişti. 04:50.. Şimâl’in öldüğü saat.. Tıpkı o sabah gibi, tıpkı o sabah gibi boğazım düğüm, nefesim yarımdı. Koltuktan kalktım. Son bir kez baktım odaya. Gözlerim nemliydi ama ağlamadım. Çünkü bazı acılar ağlamaya bile izin vermez. Kapıyı arkamdan kapatırken bir şey fısıldadı içimden: “Şimâl… bana ardından koca bir suskunluk bıraktın.” Bitti sanmıştım.Ama bazı geceler, bitmez.Bazı acılar, kabuk tutmaz, Sadece susarmış.. Ve biz yaşadıkça, içimizde yeniden yankılanırmış.. Tıpkı o dağ evinde olduğu gibi. Yıllar geçti. Ama o sabah hâlâ içimde. O temiz çarşaf, o kanın eksikliği, o suskunluğun bedeli… Hepsi burada. Bu duvarlarda. Bu taşlarda. Ben oradan bir ceset değil… Bir ömrün yarısını aldım çıktım. Şimâl’in değil sadece, kendimin de cenazesini taşıdım o sabah. İkimiz de öldük aslında. Biri bedenen, biri içinden içinden. Şimdi buradayım işte. Aynı ev. Aynı duvarlar. Aynı yalnızlık. Cemil haklıydı. Yara, kabuk tutmamıştı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD