(Mustafa İpekçioğlu/ Şu benim divane gönlüm)
Dağ evinden çıktığımda, Cemil yine kapıdaydı.. Elinde sigara, gözlerinde o sabahki durgunluk.. Şimâl’i benden sonra gören ilk kişiydi..
Bu dağ evinin kapısına benimle zincir vuran tek kişiydi.. Herkes temiz çarşaftan sonra namusumu temizledim sandı.. Kimisi sırtımı sıvazladı..
Kimisi bir canavara bakar gibi baktı ardımdan.. Herkesin dili lâl’di, ama bakışlarıyla çok şey söylemişlerdi o sabah bana.. Bir tek Cemil, bir tek o sormamıştı.. Ne ‘neden’ demişti , ne ‘ne oldu gece..’ demişti. Çünkü bir tek o biliyordu benim iki damla kan uğruna bir kadına kıymacağımı..
Benimle beraber o da sustu.. Suskunluğuma yoldaş oldu..
“Soğudu mu için ağam.?” dedi.. Gözlerinde aynı durgunluk..
Cevap vermedim.. sadece salladım basımı iki yana, hayır anlamında..
Büzdü dudağını, biliyorum der gibi baktı yüzüme. Ardından da uzaklaştık mezarımdan..
Arabaya biner binmez çalan telefonla sıyrıldım beynimin içinde dönen geçmişten.
Babam..
Defalarca aramıştı, derin bir soluk alıp açtım telefonu..
“Hani gelecekti ulan Raşit.. Senin sözüne itaat eden kafamı sikeyim..! Ne zaman adam olacaksın lan sen..” diye bagırdı..
o an öfke ile elimdeki telefonu nasıl sıktığımı anlamamışım, avuçlarımın altında çatırdayan ekranla farkına vardım..
“Mardin’e sür..” dedim Cemil’e sadece.. Dikiz aynasından kesişti bakışlarımız.. Kısa bir an kendimi sakinleştirdikten sonra, Cemil’in telefonunu aldım, tüm adamlara Mardin’e yola koyulmaları için haber verdim.
Mardin sınırına gelince, Cemil’i geri gönderdim Amed’e, ve devam ettim yoluma..
Geceden kalma geçmişin yükü omuzlarımda, elimde Şimalden kalan, ama bana ait olmayan eski bir mektup, kulağımda ise babamın zehir zemberek sözleri..
insan kaç ikilemde kalırdı ?
Sonunda Mardin’e vardığımızda içimde tarifsiz bir sıkıntı vardı. Biliyordum..
İçimde geceden beri yanan geçmişin ateşi ile ben bu Mardin’i yakardım.. Ama..
Kan ile değildi benim hesabım, kan dökmemeliydim.
“Çocuğu alıp çıkacağız, kimse silah kullanmasın.” dedim adamlara.
Çok geçmeden de dar sokakların arasında görünmüştü tüm heybetiyle Kozdağlı kalesi..
Kozdağlı konağına girdiğimde avluda dikilen Nihat’la göz göze geldim. Beni görür görmez yine gözlerini yıllar önceki o öfke kaplamıştı.. Tıpkı Şimalin mezarının başında karşı karşıya geldiğimiz o gün gibi.. Benimde ondan farkım yoktu zaten..
İki nefret dolu adam.. İkimizde yaralı..
yara aynı..
yaralayan aynı..
Birde arkasında korkuyla gözlerime bakan o tanıdık gece Karaları..
Nedendir bilmiyorum bu kadının bakışları bana tanıdık geliyordu. Baksam şöyle uzun uzun belki hatırlardım. Ama bakmadım, çevirdim gözlerimi onun gözlerinden. Başkasının kadınına bakmak, heleki uzun uzun bakmak yakışmazdı..
Zaten çok geçmeden “yukarı çık Hale..” diye gürlemişti Nihat.. ve dikildi karşıma.
“Canına mı susadın lan it..” derken yılların öfkesini yüzüme vuruyordu nefesi.. O an farkettim elini beline atmıştı.. Refleksle bende attım elimi belimdeki silaha ve yankılandı o silahın sesi avluda.. Oysa kan dökmeye gelmemiştim bugün buraya. Kanımdan olanı alıp sessiz sedasız gidecektim Amed’e.. nasıl oldu anlamadım, benim silahımdan çıkan kursun delmişti Nihat’ın omzunu. Belkide beynim benden bağımsız, benim içimden atamadığım yılların zehrini salmıştı..
Ve birden ince bir çığlık sesi işitti kulaklarım..
Hale.. Kocasının başına çökmüş, öyle içten öyle derinden ismini haykırmıştı ki göğe.. O sabah Şimâl’i bulduğumda ki kendi çaresizliğimi anımsattı sesi bana.
Şimâl’i anımsadığım gibi kan’sız yeminimi unutmuştu kalbim..
“Sana topraklarına üçüncü gelişim sizden akacak kan için olacak dedim değil mi Nihat ağa..! Ben sözümü tutarım..” dedim. Ne sesim titredi, gözbebeğim..
Evet sözümü tutmustum, ama kendime verdiğim sözü çiğnemiştim işte. Öfkeme yenilmiştim..
Yanımda emrimi bekleyen adamlara işaret verdiğimde, hemen koştular taş merdivenden yukarıya. Çok geçmeden de Ardil’i alıp gelmişlerdi.. Evladının acısıyla karşıma dikilen Sultan hanımla, göz göze geldik bir an. Elinde olsa beni parçalayacak gibi bakıyordu yüzüme.
Anneydi işte..
“Bu yaptığın olmadı Agir, kan davası başlatmak mı amacın..” dediğinde bi gülme almıştı beni.
İçimden ince bir gülme yükseldi. Daha dudaklarıma varmadan düğümlendi boğazımda.
İçini bilmesem, kandan davadan korktuğunu sanacaktım. O kandan, savaştan, ölümlerden korkmazdı. Ama ben herseyi biliyordum, Sultan hanımın bu kan için neleri göze aldığını bile.. Ama sustum.. bazı şeylerin yeri zamanı vardır..
O, benim gözümde hâlâ Kozdağlı konağının gururlu kadınıydı ya…
Bunu en iyi ben bilirdim.
Kalesini korumak adına, soyadını korumak uğruna kimleri yaktığını…
Kimlerin canına gözünü kırpmadan kıydığını…
Ve şimdi karşıma geçmişti de, “Bu yaptığın olmadı,” diyordu.
Bir tek bilmediği vardı:
Benim her şeyi bildiğim.
Benim sustuklarımla o sırrını mezar oldu sandı hep..
Oysa ben sustuğumda geçmiş konuşurdu, onun geçmişi..
Ve o sırlar elbet dökülecekti ortaya.. sadece biraz zaman. bazı şeylerin yeri zamanı vardı..
O bakışlarında hâlâ bir yargı, hâlâ bir üstünlük vardı.
Ne gariptir… İnsan bazı gözleri hayatı boyunca unutamaz.
Yıllar önce, annemin arkasından bakan gözlerdi bunlar.
Bir odaya sıkışmış, nefesi daralmış bir kadının üzerine kapanan gölgeler gibi…
Zara Hanım’dan farkı yoktu gözümde..
İkisi de evlatları için başka evlatları kurban etmekte bir an bile tereddüt etmemişti.
Ama ben onlara benzemeyecektim.
Benim yolum onlardan geçiyordu, ama aynı yolda yürümeyecektim.
“Sen karışma xalti(teyze).. Kan davası istesem, direk oğlunun kafasına sıkardım.. Ben kardeşimi istiyorum..!” dediğimde gözlerinde gördüm o korkuyu.. çünkü oda biliyordu yapardım.. Perwân kanını taşıyan herkesin merhametsizliği bilinirdi tüm güneydoğuda.. Bende bir Perwân’dım.. Mecbur olduğumdan taşıdığım bu kan, ömrüme ziyandı, ama inkar edemezdim işte..
Adamların Ardil’i arabaya götürmesi ile Nihat düştüğü yerden kalktı, yine dikildi karşıma aynı öfkeyle.. O daha ağzını açmadan ben tıkadım hemen tüm sözleri kursağına.
“Fırat’a söyle, akşam ezanına kadar kardeşimi sağ olarak Amed’e getirmezse, bir daha Ardil’in ne izini bulabilirler, nede yüzünü görebilirler..” diyip döndüm ardımı. Ve yine göğü delen o ses yankılandı avluda. Bu defa kanayan taraf bendim.. Nihat’ın kurşunuyla kana bulanmıştı beyaz gömleğim.. Sol omzuna isabet eden kurşunla sendelemiştim önce, ama toparlanmam bir kaç saniye mi almıştı.
Acı varmıydı ? Yoktu..
İnsan vurulunca canı acımaz mı? Acımadı..
Yürekteki acı büyük olunca, diğerleri sinek ısırığı gibi geliyormuş meğer insana. Baktım Nihat’a, gözlerimin içi güle güle..
Sanki omzumda bir kurşun yatmıyormuş gibi..
O ; “Beni öldürmeden o çocuğu bu konaktan çıkaramazsın Agir ağa..” dedi ben yine güldüm.. Ama ardından öyle bir laf etti ki..
Kabuk tutmayan yarayı deşti sanki..
“Şimâl’i aldın, dönüşü tabutla oldu..! Bu defa olmaz..! Bu sabiye de sebep olmana ölürüm izin vermem Agir ağa..!” dedi, sesi fısıltılı, ama kulağımı sağır eden bir fısıltı..
O an…
O an var ya…
Zaman durdu sanki.
Damarlarımda akan kan bile bir anda soğudu.
Benim dokunamadığım,
benim yıllarca adını dilime haram kıldığım kadının adı dolandı diline..
Yıllardır içimde mühürlediğim, adını bile ağzıma alamadığım ismi onun dilinde duymak…
Şimâl..
Adı bana yasaklı, teni bana haram..
Yılların suskunluğu ile omuzlarıma binen yük..
Sırtıma kambur..
Kısa bir sessizlik oldu aramızda.. İkimizin de gözlerinde derin bir sessizlik vardı..
Ölüm sessizliği..
O an bitti hersey benim için, sildim attım tüm yeminleri..
“Öl o zaman..” dedim ve sıktım göğsünün tam orta yerine.. Ne elim titredi, ne gözüm..
“ Şimâl’e ben kıymadım..! Onu sen kendi elinle gönderdin ölümün kucağına.. Öl o zaman..” diye fısıldadım solup giden yüzüne, ve çıkıp gittim konaktan.. Ardımda ise iki kadının feryadları kaldı sadece..
Oysa ben kan dökmeye gelmemiştim buraya.. Ama.. Ama’lar var işte insanın içine pişmanlık dolduran..
Nihat’a sıktığıma pişman mıyım ? Asla..
Tenine Dokunduğu, kendine helal kıldığı kadına sahip çıkamayan, başkasının nikahına gönderen bir adama saygı duyulur mu?
Ben duymam..
Ama bir ananın yüreğine yangın olmuştum..
Bir kadının sevdasına belkide mezar olacaktım..
işte bundandı pişmanlığım.
Kendi düştüğüm suskunluğa belki bugün,
o kadınıda sürüklemiştim..
Tüm soğukkanlılığımla o konaktan çıkmıştım, ama daha dışarı adımımı atar atmaz ciğerime bir bıçak battığını hissettim. Ardımı dönmedim, dönüp bakmadım arkamda ki enkaza ama
Adımlarım ağırlaştı. İçimden bir ses çığlık çığlığa bağırıyordu..
‘Dön arkanı, bak bi kere..’ ve yenildim o sese..
Arkamı döndüğümde, o kadının bakışlarıyla kesişti gözlerim. Öylesine öfkeli, öylesine nefret dolu.. En çokta korku.. Kocasını kaybetmenin korkusu yerleşmişti gecelerine..
O gözlerde ne olduğunu hâlâ çıkaramıyorum.
Ama tanıdık bir şey vardı.
Bir sızı.
Bir yarım kalmışlık.
Bir suskunluk.
Başı dik, bakışları ateş..
Eğdim başımı,çevirdim bakışlarımı.
Bir daha bakmadım. İçimdeki pişmanlık yansımasın gözlerime diye, hızla bindim arabaya.
Ve ben…
İçimde ölen bir adamla, arka koltukta oturan bir çocukla, kaldım yapayalnız.
Ardil.. Canımdan öte tuttuğum çocuk.. Ama bakışları benden uzak, hatta benim kanımdan olan herkesten uzak o çocuk..
Elimi uzattım başına..
“Nasılsın amca kurban ..” dedim. Ama beni hatırlamayacağına emindim. Çünkü en son üç yaşında görmüştü beni. Oda Mevâ’yı kardeşim olan kansızın zulmünden alıp , kendi ellerimle Azad’a teslim ederken.
“Sende mi canavar oldun Agir amca?” dediğinde cevap veremedim, yalnızca yutkundum.. Çünkü biliyordum, canavardan kastının kim olduğunu da, benide neden o sıfata koydugunu da..
Verecek cevabım yoktu çocuğa, ne diyecektim ki? Zaten oda cevap beklemiyordu? Sorusunu sorup çevirmişti başını camdan dışarıya.
Amed’e yaklaşırken, beynimde hala Nihat’ın son sözleri yankılanıyordu..
“Şimâl’i aldın, tabutu geldi..” belkide haklıydı..
Ama yüreğimde hâlâ Şimâl’in adı yankılanıyordu. Vicdan yükü..
Dilime yasak olan o isim.
Bir fısıltıydı.
Suskunluğun bedeli ve koca bir ömürlük yas..
Bir lanet..
Bir günah..
Bir yemin…
Kan bir kere dökülmüş, yemin bir kere bozulmuştu.. Ve artık, hiçbir yemin tutmazdı beni..