Kayıp Kız

759 Words
Konağın ağır ahşap kapısı hızla açıldı. Yusuf ve hizmetçiler, korkarak da olsa içeri girdiler. İbrahim, gölgeler içindeki salonda tek başına bir volkan gibi ayakta duruyordu. Koyu renk gömleğinin kollarını sıvamıştı, güçlü ve damarları belirgin kolları, içinde biriken öfkeyi zorla bastırmaya çalışıyor gibiydi. Esmer teni, öfke ve hiddetin aleviyle daha da koyulaşmıştı. Geniş omuzları gerilmiş, güçlü gövdesi her an patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi tehditkâr bir biçimde kasılmıştı. Karanlık bakışları, Yusuf'un üzerine sabitlendiğinde, Yusuf istemsizce yutkundu. İbrahim ağır bir adım attı. Ayaklarının altındaki taş zemin sanki titredi. "Simya nerede?" Sesi tok, derin ve buyurgandı. Bir yargıç gibi değil, bir cellat gibi konuşuyordu. Yusuf başını eğdi. Terlemişti. Sesini dengelemeye çalışarak konuştu: “Ağam, biz...” İbrahim önündeki masaya sert bir yumruk indirdi. Gözleri şimdi öfkeyle parlıyordu. "Ağam biz ne !?!" diye kükredi. “Göt kadar çarşıda bir kadını mı kaybettiniz?” Yusuf, İbrahim’i daha önce öfkeli görmüştü, ama bu bambaşkaydı. Bu, şiddetin sınırında duran bir adamın öfkesiydi. Kaslı kolları daha da gerildi, göğsü hızla inip kalkıyordu. Esmer teninde, şakaklarında atan damarlar belirginleşmişti. "Simya’yı nasıl kaybettiniz?" dedi, sesi sakin olmaya çalışsa da soğuk bir bıçak gibi Yusuf’un üzerine indi. Yusuf’un korkuyla geriye doğru bir adım atarak, “Ağam, biz çarşıda gözümüzü ondan ayırmadık. Gümüşçüye girdi, ama bir daha çıkmadı. Her yere baktık. Sora sora her yeri taradık ama... izini bulamadık.” İbrahim derin bir nefes aldı. Dişleri sıkılmış, çenesi kasılmıştı. Göğsü bir fırtınayı içinde tutmaya çalışan bir dağ gibi kabarıyordu. Sonunda başını iki yana salladı, altın kahve gözlerinde alevler dans ediyordu. “Dua edin, düşündüğüm gibi olmasın!” "Yoksa hepinizin canına okurum!" Ve sonra, arkasını dönüp yürüdü. Gömleğinin kumaşı kaslarının gerilmesiyle hafifçe dalgalandı. Şimdi onun için tek bir şey vardı: Simya’yı bulmak. ... İbrahim’in güçlü bedeni, salonun tam ortasında bir öfkeli bir aslan gibi yürüyüp duruyordu. Omuzları gerilmiş, kasları tetikteydi. Yüzünde derin bir ciddiyet vardı. Ela gözleri, altın kahve halkalarla çerçevelenmiş, içlerinde fırtınalar kopuyordu. Kaşları çatılmış, esmer teni öfkeden gerilmişti. Kıvırcık saçları, geriye atılmış olmasına rağmen birkaç buklesi öfkeyle kıpırdanıyormuş gibi alnına düşmüştü. İçinde fırtına kopmak üzereydi. Mihriban Hanım, onun bu halini göremeyecek kadar körleşmiş, hırsına yenik düşmüş bir sesle konuştu: “O soysuz kız için bu kadar üzülme,” dedi, sesi alayla karışık, küçümseyici bir tondaydı. “Belki başkasına kaçmıştır.” Salon bir anda buz kesti. İbrahim başını yavaşça kaldırdı. Ela gözleri, soğuk çeliğe dönüşmüştü. Yüzündeki her kas gerginleşti. Öfkesi, bir bıçak gibi keskinleşti. Mihriban Hanım, onun buz gibi bakışlarını gördüğünde ne söylediğinin farkına vardı. Sadece birkaç saniye süren o bakış, içinde sessiz bir tehdit taşıyordu. İbrahim'in dudakları aralandı ama tek kelime etmedi. Söze gerek yoktu. Bakışları yeterliydi. Annesi başını eğdi. İbrahim dişlerini sıktı. Avuçları yumruk olmuştu. Ama asıl fırtına, sadece birkaç saniye sonra koptu. Telefonu titredi. Bilinmeyen bir numara. İbrahim bir an duraksadı, sonra parmağıyla ekranı kaydırıp gelen mesaja baktı. Ve o an, kanı damarlarında kaynar lav gibi akmaya başladı. Simya. Bir depoda kolona bağlanmıştı. Ellerini arkasından bağlamışlardı. Başını kaldırmış, korkuyla bakan iri gözleri, çaresizliğin aynası gibiydi. Arkasında iki adam. Biri İsa’ydı. Ama diğeri? İbrahim onu tanımıyordu. Gençti. Gözleri tıpkı Simya’nınki gibi altın kahveydi ama içinde merhamet yoktu. İbrahim, daha bu görüntüyü hazmedemeden telefonu çalmaya başladı. Titreşim, odadaki havayı delip geçen bir hançer gibiydi. Gözlerini kısmış, kasılmış çenesini hafifçe sıktı. Parmakları, telefonu öfkeyle kavradığında gücüyle camı çatlatacak gibiydi. Derin bir nefes aldı. Öfkesini kontrol altında tutmaya çalışıyordu ama içindeki yangın büyüyordu. Sonunda parmağını ekrana dokundurdu. “İsa” dedi, sesi soğuk, derin ve ölümcül bir yankı gibiydi. Telefonun ucundaki alaycı ve küçümseyici ses, İbrahim’in tüm damarlarında bir bıçak gibi dolaştı. “İbrahim Ağa…” İsa’nın sesi, kibir ve nefret doluydu. İbrahim’in kaşları çatıldı. Kaslı göğsü, öfkeden hızla inip kalkıyordu. Ela gözleri, adeta alev alev yanıyordu. “Şerefsiz köpek, ibne pezevenk” diye tısladı. Dişleri kenetlenmişti. “Söyle! Karım nerede?” İsa ise rahat ve umursamaz bir kahkaha attı. “Konuşacağız, İbrahim,” dedi, sesi zehir gibi soğuktu. “Bunların hepsini konuşacağız. Ama karın benim elimdeyken… önce sözlerine dikkat etmeyi öğreneceksin.” Ve telefon aniden kapandı. İbrahim’in yüzü öfkeden nar gibi kızardı. “Şerefsiz piç!” diye haykırdı ama telefonu çoktan kapanmıştı. Derin derin nefes aldı. Ama öfkesini kontrol edemiyordu. Gözleri karardı. Göğsü hızla inip kalkarken,elindeki telefonu hızla havaya kaldırdı. Ve bütün gücüyle duvara fırlattı. Telefon sert bir çatırtıyla paramparça oldu. Cam kırıkları, duvar boyunca dağıldı. Öfkesinin yankısı, odada uzun süre titreşti. Ama bu bile yetmedi. İbrahim hızla döndü, güçlü yumruğunu masaya geçirdi. Kalın ahşap, darbenin şiddetiyle çatırdadı. Öfke, tüm kaslarını gerdi. Damarları belirginleşti, kıvırcık saçları terden alnına yapıştı. Nefesi hızlı, gözleri kızıl bir intikamla parlıyordu. İsa haddini çoktan aşmıştı. Bu bir savaştı. Ve ne olursa olsun İbrahim asla kaybetmezdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD