Bir ay sonra
Bir sabaha daha yine aynı sessizlik, aynı hüzün ve aynı acıyla uyanmıştım. Artık daha az aklıma gelse de istediğim tek bir şey vardı. Unutmuş olarak uyanmak…
Hep böyle değil midir? Severiz, mutlu oluruz, ilişki biter ve acı çekeriz. O acıyla boğuşuruz. Belki günlerce belki aylarca.. Hatta belki de yıllarca unutamaz özleriz eski günleri. Sonra bir sabah kalkarız ve bakmışız ki artık özlemiyoruz. Ve hep de o zamanlarda, artık yalnızlığına alıştığın zamanlarda geri gelir gidenler. Ben de belki bir gün geri geleceği umudunu taşıdığım için unutamıyordum Arda’yı.
Anneme göre durum başkaydı. Bir sürü sevgilim olmuş olsa da ilk defa bu kadar aile olmayı hayal etmiştim biriyle. İlk defa bu kadar yanaşmıştım ömrümün sonuna kadar aynı yüzü görmeyi dilemeye. Yarı yolda bırakılmışlık, bir yalana inanmışlık ve sevilmemişlik hissiyle aynı anda boğuşuyor olduğum için zorlandığımı düşünüyordu. Belki de haklıydı. Belki de gerçekten birden çok şeyin acısıyla aynı anda baş etmeye çalışıyordum.
Kimseye belli etmesem de, sürekli gülümsesem de canım o kadar yanıyordu ki, konuyu konuşmak hatta aklıma dahi getirmek istemiyordum. Sanki beynimin ucundan hızlıca düşüncesi geçiverse, aynı uçurumdan geri yuvarlanacakmışım gibi hissediyordum. Aynı uçurumdan yuvarlanma korkum, içinde bulunduğun anda taşıdığım en büyük korkuydu. İnadına da herkes bana onu soracakmış gibi hissediyordum. Adı geçmesin diye özenle herkesten kaçıyordum.
Neden ikiden bir çıkınca bir kalmıyordu ki? Biriyle biz olunca iki kişi olmuyormuşsun meğer, bir kişi oluyormuşsun. Eksik yanların tamamlanıyormuş. O gidince de yarım kalıyormuşsun. İkiden bir çıkınca yarım kalıyormuşsun meğer. Bir tecrübe edinmek için neden bu kadar acı çekmek zorundaydık ki?
Hazırlanmak için yataktan çıktım. Artık sabahları erkenden kalkamıyordum. Kendimi enerjik hissedemiyordum. Halbuki Arda, benim az uyusam bile enerjik oluşuma hayrandı hep. Ruhumda açılan yaraları sarmanın tek yolunun uyku olduğuna inanıyordum artık. Demek ki mutsuz insanlar bu yüzden bu kadar uyuyordu. Başka hiçbir şeyin bana iyi geldiğine inanmıyordum. Saate bakmak için telefonumu elime aldığımda telefonum çalmaya başladı. Arayan numara kayıtlı değildi. Normalde kayıtlı olmayan numaraların çağrılarını yanıtlamazdım. Ama içimden bir ses bu defa bu çağrıyı yanıtlamam gerektiğini söylüyordu.
“Alo?” dedim sorgulayan bir ses tonuyla.
“Alo, Zeynep Şahin, değil mi?” dedi. Sanki kiminle konuştuğunu biliyor, ama bilmezden geliyor gibiydi.
“Evet, buyrun lütfen.” dedim. Ses tonumdan tedirgin olduğumun okunduğuna emindim. İyiden iyiye merak etmeye başlamıştım kimin aradığını.
“Zeynep hanım, başvurunuz için aradık. Akşam dokuzda ilettiğim konuma gelirseniz, size detayları bildireceğiz. İyi günler.” dedi ve telefonu kapattı telefonun diğer ucundaki kişi. Henüz ayılamadığımdan olsa gerek, hangi konum ne başvurusu diye aptal aptal düşünmeye başlamıştım. Elimde tek bir ihtimal vardı. Onun olmasını umarak banyoya koştum. Aylar sonra ilk defa kendimi enerjik hissetmeye başlamıştım. Aptal aptal gülmelerime engel olamıyordum.
Gün benim için hiç de kolay geçmiyordu. Arda’dan sonra ilk kez zaman yavaşlamıştı. İlk kez akmıyor ama akmazken de acıtmıyordu canımı. Aksine, merak ettikçe geçen zamanlar uzuyor gibiydi. Hiçbir şeyle vakit geçiremiyordum. Heyecanlıydım. Daldan dala atlayarak sözde iş yapmaya çalışıyordum. Rafların tozunu alıyor, ilaçları yeniden diziyor, sürekli bir şeylerin yerini değiştiriyordum. En sonunda annem halime dayanamayıp elimdeki toz bezini çekti.
“Ay Zeynep yettin artık! Ne bu hali? Sakın bana Arda’yla barıştım deme!” dedi.
“Hayır hayır, artık olmaz. Gel dese giderim, ama eskisi gibi olamayız.” dedim. Gözlerimdeki hüznü ben bile hissedebiliyordum. Bir an uzaklara dalacak gibi olsam da kendimi hızla toparladım. Kendi kendimi daha fazla incitmek istemiyordum.
“Anne ben..” dedim ve durakladım. Gözlerinde bir tepki arıyordum. Annem bana ve aldığım kararlara her zaman güvenen bir kadındı. Yine de ne kadar güvenirse güvensin, anne yüreği, telaşlanırdı.
“Kızım çatlatma aaaa. Ne oldu anlat bakayım?” dedi. Ne olduğunu söylemeden meraktan başka gözlerinde ne görmeyi bekliyordum ki? Gözlerini ve hislerini araştırmayı bıraktım.
“Anne ben, istihbarata başvuru verdim.” dedim. Tepkisini merak ediyordum. Onu incitmek istemiyordum, ama artık çocukluk hayalimin de önünü kesmeyecektim.
“Bu kararı bir anlık acıyla almadın değil mi?” dedi. Gözleri sorgulayıcı bakıyordu. Sanki gözlerimde bir şeyler arıyor gibiydi. Vereceğim cevabın doğruluğundan emin olmaya çalışıyordu.
“Hayır, anne biliyorsun bu tarz bir meslek benim çocukluk hayalimdi.” dedim. Gözlerim dolmaya başlamıştı.
“Asker olamadım. Zaten yaşım da geçti artık geri dönüşü yok. Ben de bunu denedim.” dedim.
“Hayat senin hayatın güzel kızım, yolunu kendin çizeceksin. Ben her zaman arkandayım. Ama bu meslekle omuzlarına nasıl bir yük aldığını bilip bilmediğini sormak da benim anne olarak boynumun borcu.” dedi. Haklıydı da. Sormazsa belki de ileride ben diyecektim bana niye yol göstermedin diye. O yüzden sormalı, hatırlatmalıydı.
“Biliyorum. Bir ay önce başvurdum. Bugün bir arama geldi. Anne ne olur nasıl olur bilmiyorum. Ne şekilde alırlar nasıl alırlar. Ama seni çok seviyorum.” dedim.
“Ben de seni seviyorum güzel kızım.” dedi sıkıca sarılarak. Gözleri dolmuştu. Sevmenin en zor şekli, sevdiğin insanı mutlu ve huzurlu olacağına inandığın yere göndermekti. Yanında ve güvende olmasını istediğin herkes yanında ve güvende olmadan mutlu olabiliyordu ve bunu kabullenmek, hele ki bir anne için eminim ki çok ama çok zor olmalıydı.
“Tamam hanımefendi bağyan kadını hadi bu duygusallık yeter.” dedim gülerek ve yavaşça uzaklaştım. Yüzündeki hüzünle karışık gururu okuyabiliyordum. Siyasi görüşlerimize hiç karışmamıştı annem. Ama bizi vatansever yetiştirmek için elinden geleni yapmış, tarihimizi öğretmiş, milli değerlerimizi korumanın önemini her saniye, her dakika beynimize değil, kalbimize işlemeye özen göstermişti. Şimdi bu işlediklerinin başarılı olduğunu görmenin gururu ve evladını tehlikenin göbeğine göndermenin hüznünü birlikte yaşıyordu.
Günün kalanında birlikte çok daha güzel vakit geçirmeye başladık. İş yerinde hiç bu kadar eğlendiğimizi hatırlamıyordum. Müzikler çalıyor, temizlik yapıyor, belki de geçirdiğimiz son iyi vakitleri değerlendiriyorduk. Arda’dan beridir ilk kez hayata dönüyordum. Kendimi ne kadar bir tehlikenin göbeğine bırakmış olsam da, bu beni hayata döndürdü diye kabul ediyordu annem. Biliyordum.
Saat en nihayetinde sekiz buçuk olmuştu. Evde annemle otururken telefonuma gelen mesaj bildirimi ile kendime geldim. Tam 15 dakika uzaklıkta bir yeri gösteriyordu. Kalkıp hızlıca üzerimi değiştirdim. Yanıma her ihtimale karşı Ati’nin bana bıraktığı çakıyı aldım.
“Anne ben çıkıyorum.” dedim. Koşarak gelip sarıldı.
“Belki veda etmeye vaktimiz olmaz gel sana sıkı sıkı sarılayım. Ati’yi de arayalım.” dedi. Haklıydı. Ati’ye ne kadar anlatmış olsam da o benim herşeyimdi. Veda etmezsem canı acırdı.
“Güzel ablam, bal ablam. Seni seviyorum. Sana oralarda zarar gelmesin diye elimde geleni yapacağımı bil.” dedi telefonu kapatırken. O da az değildi. Teknoloji kurduydu bir kere. Elbet ki elinin kolunun uzandığı bir yerler vardı. Vardı da, onun o taraklarda bezi yoktu pek. Kendi yağında kavrulmayı daha çok severdi. İstese dünyayı fethedecek bir hali vardı. Ama dünyayı fethetmek büyük sorumluluk getirir diye uğraşmazdı. Bilirdim.
Bir taksi çağırmak üzere internetten bulduğum numarayı hızlıca çevirdim. Arabamı alıp gitmek yerine, bir taksiye binip kendimi civarında bir yere bıraktırarak son konuma doğru yürümeye karar vermiştim. Kimsenin beni ortalıkta görüp dedikodu yaratmasını istemiyordum. Dedikodulardan korktuğumdan değil ama kaçırıldı derlerse işler sarpa sarardı. Eğer bir istihbaratçı olacaksam, görünmez olmayı öğrenecektim. Havanın serinliğinden istifade, saçlarımı bir bir bere ve üzerinde göktürkçe Türk yazan bir buffla dudaklarımı örttüm. Taksici ile yol boyunca konuşmadım. Sadece konumu verdim. Ne olur ne olmaz diye geri dönerken kullanmak üzere taksi durağının numarasını telefonuma yazmayı da ihmal etmedim.
Konuma yakın bir yerde kendimi bıraktırıp, iletilen konuma doğru yürümeye başladım. O kadar tenha bir yerdi ki, yaban domuzları bile inmiyor olabilirdi. Ağaçların arasından bir patika gidiyordu. En ufak çıtırtı, en ufak rüzgar sesine bile refleks verecek kadar tedirgindim. Sessizlik ve karanlık, öten baykuşların sesiyle bir araya gelince korku filmi etkisi yapıyor, tüylerimi ürpertiyordu. Hala beremi çıkartmamış, buff ımı indirmemiştim. Orman karanlık ve mevsime göre hayli soğuktu. Takıldığım çalılara baktıkça, herhangi olası bir boğuşmada kolayca yaralanmamak için sweatshirt giydiğime şükreder haldeydim.
Biraz daha yürüdükten sonra önümde bir açıklık gördüm. Beni bu açıklıkta bekliyor olmalıydılar. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın herhangi bir ajanı ile aşık atacak bilgiye sahip değildim. Ama ormanın ortasında bir açıklığa girip de kendimi açık hedef edecek kadar da salak değildim. En yakın ağaca tırmanıp, çıkabileceğim kadar yükseğe çıkıp beklemeye başladım. Tam 15 dakika açıklığa birilerinin çıkmasını bekledim. En son biri açıklığa geldi. Simsiyah giyinmişti. Siyah tişörtü kolundaki kasları açıkça belli ediyordu. Maksimum 30 yaşında bir adamdı. Fiziği çok fitti. Bacak aparatında bir Glock 19 duruyordu. Eğer mafya değilse, MİT mensubu olduğu kesindi.
“Gelmedi müdürüm. Emin miyiz evden çıktığına?” dedi. Muhtemelen kulaklığa doğru konuşuyordu. Sorduğu soruya cevap vermek için ağaçların arasından biri daha çıktı. Takım elbise giyiniyordu. Daha tıknaz olan bu adamın silahı ceketinin altında, belinde olmalıydı.
“O ne biçim soru lan. Taksiden indiğini bile gördüler.” dedi diğer adam.
“O zaman gelmedi müdürüm. Vazgeçmiş olmasın?” dedi.
“Belki de.” dedi müdürüm dediği tıknaz adam. Düşünceli görünüyordu. Sanki gelmediğime inanmamış gibiydi. Sanırım artık çıkma vakti gelmişti.
“Beni mi arıyordunuz?” dedim. Ama henüz ağaçtan inmemiştim. İkisi birden etrafı kesmeye başladı.
“Zeynep Şahin?” dedi tıknaz olan adam.
“Benim, 15 dakikadır da sizi bekliyorum.” dedim kolumdaki saate bakarak.
“Çık ortaya!” diye emir verdi daha irice olan adam.
“Emirlere riayet etmek için bir sebebim olmalı.” dedim. İnadım tutmuştu. Tıknaz olan adam kahkaha attı. Emri veren adam sinirlenmişti. Derin bir nefes vererek müdürüm dediği adama baktı.
“Ne düşünüyorsunuz?” dedi. Tıknaz olan adam elini cebine soktu. Ve bir kimlik çıkarttı. Kimliği gösterecek şekilde karşısına tutuyordu. Yavaşça kendi etrafında dönmeye başladı.
“Zeynep Şahin, Milli İstihbarat Teşkilatı Ege Bölge Müdürü Ali Erdem. Ön mülakatı geçtin. Çık ortaya.” dedi. Yanındaki adam itiraz etti.
“Daha fiziğini bile görmedik müdürüm. Uygun mu değil mi nasıl anlayacağız yapma Allah aşkına!” dedi. Tıknaz olan adam kaşlarını çatmış bakıyordu.
“Zekası ön mülakatı geçmeyi hak ediyor. Ediz! Uzatma.” dedi. O anda çıktığım ağaçtan indim. Atletik bir fiziğim olduğunu biliyordum. Fiziğimin uygun olup olmadığına önyargılı yanaşmasına izin vermeye hiç niyetim yoktu. Ağaçların arasından yavaşça çıktım. Ediz dediği adam aniden bacağındaki silahını çekince henüz yüzümü açmadığımı fark ettim. Korkusuzca hareket etmeye devam ettim. Zaten o anda sıksalar da umrumda olmayacak kadar ölümden korkum kalmamıştı. Elimi bereme götürüp yavaşça beremi çıkarttım. Kahverengi saçlarımın omzuma dökülmesine izin verdim. Daha sonra da buff ımı aşağı çektim. Yüzüm ortaya çıkınca Ediz silahını yavaşça indirerek bir nefes verdi. Belli ki silahı sıkmaya hazır nefesini tutuyordu.
“Merhaba.” dedim gülümseyerek. Ali müdür yüzüme baktı beni inceliyordu.
“Umarım fiziğimle ilgili gördüklerimden memnun kalmışsındır.” dedim Ediz’e bakarak. Ali müdüre yanaşıp elini sıktım.
“Kusura bakmayın, sizi beklettim. Ama bir ormanlık alanın içindeki bir açıklığa heyecanla atılıp açık hedef olmaya niyetim yoktu.” dedim. Gülümseyerek yüzüme baktı.
“İşte bundan bahsediyordum.” dedi Ediz’e bakarak. Ediz başını sağa sola sallayarak güldü.
“Nereye saklandın?” dedi.
“Şu ağacın tepesine çıktım.” dedim arkamdaki ağacı işaret ederek. Kendimle gurur duyuyordum. Arkamdaki ağacı işaret ettikten sonra önüme döndüğümde Ediz’in sinirlerinin bozulup gülmesiyle karşılaştım. İlk defa yüzüne dikkat ettim. Ediz çok ama çok yakışıklı bir adamdı. Gülüşü bile her kızı düşürürdü. Ama benim gözümde Arda’yla kıyas bile edilemezdi.
Derin bir nefes verdim. Cevaplarını bekliyordum. Heyecanlıydım. Kalbimin sesi dışarıdan duyulacak kadar, titrememi kontrol edemeyecek kadar heyecanlıydım. Çocukluk hayalim, yıllardır düşlediğim şeyin az sonra gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görecektim. Ali müdür Ediz’den onay bekliyor gibiydi. Belli ki kararlar tek başına alınmıyordu. Gülmesi bekleme süremi artırıyordu. Bu da benim için işleri bir hayli zorlaştırıyordu. Bunca yıl beklediysem biraz daha bekleyebileceğime dair kendimi teskin etmeye çalışsam da hiç başarılı olamıyordum. Ediz’in iki dudağının arasından çıkacak kelimeyi sanki daha hızlı duyacakmış gibi dudaklarına bakmaya başladım. Gülerken inci gibi dizilmiş dişleri ve biçimli dudaklarının şeklini görüyordum. Yüzünü incelerken gamzelerini gördüm. Tam bir esmer güzeliydi. En sonunda gülmeyi durdurdu.
“Aramıza hoşgeldin çaylak!” dedi. Sevinç çığlıklarımı bastırmaya çalışmak zorunda olmasam bütün orman çığlıklarımla inlerdi. Çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırarak gülümsedim. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım.
“Hoşbuldum.” dedim. Ali müdür eliyle bir yön gösterdi.
“Daha fazla ortalıkta gezmeyelim, arabaya geçelim. Detayları orada konuşuruz.” dedi. Arkasını dönerek gösterdiği yöne doğru yürümeye başladı. Gösterdiği yöne gitmekte tereddüt ettim. Bu kadar kolay olmamalıydı. Bu kadar kolay olması güven vermiyordu.
“Demek hala güvenmiyorsun çaylak.” dedi Ediz. Hemen arkamda olduğunu biliyordum. Ancak beni bu kadar iyi okuyabildiğini bilmiyordum.
“Bu kadar kolay olamaz.” dedim.
“Kolay olmadı zaten çaylak, tam 15 dakikadır ağaç tepesinde kuş gibi tünüyorsun.” dedi. Yavaşça karşıma geçti. Aramızdaki mesafe çok yakındı. Duygularımı ölçüyor olma ihtimallerini unutmamalıydım. Benden uzun olan bu iri adama doğru kafamı kaldırdım. Gözlerinin içine dik dik baktım.
“Yani?” dedim.
“Yanisi bir çaylak için bu kadarı yeterli. Üzerine 10 adam salıp dövüş yeteneklerini falan ölçeceğimizi mi düşündün?” dedi.
“Hayır ama daha farklı bir sınav olmalıydı bu çok kolaydı.” diye inat ettim. Bakışlarımda meydan okuma vardı. Biliyordum. Kahverengi gözlerinin derin ve dik bakışından bakışlarımda bir inat ya da meydan okuma olduğunu anlamak da mümkündü.
“Eğer ortaya çıksaydın sana bir bilgi verilip vatan sevgin test edilecekti zaten. Ama zekanla beklentilerimizin üstüne çıktın.” dedi ve işaret parmağını çenemin altına koydu.
“Bu zekayla elde edemeyeceğin hiçbir şey yok.” diye fısıldadı. Bu kadar yakın olması hem hoşuma gitmiş hem de beni rahatsız etmişti. Hala bir sınava tabii tutuluyor olabilirdim. Duygusal bir boşlukta birine, bir şeye sığınacak türden bir insan olmadığım için Ediz’e de düşecek değildim. İkinci parmağınıda çenbnemin altına koyduğu anda ani bir hareketle elini arkasına aldım. Çocukken öğrendiğim dövüş tekniklerinin tamamına şükrediyordum. Benden daha güçlü olduğu için elimden her an kurtulabilirdi. Hızlı bir hareketle belindeki plastik kelepçelerden birini alıp diğer elini de yanaştırarak bağladım. Bacağındaki silahı çektim.
“Bana bir daha bu kadar yanaşırsan, devletin memuru demem, vatan için çalışıyor demem sıkarım kafana. Şimdi yolu göster.” dedim. Gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. Yavaşça ağaçların arasına yürüdü. Bir patikaya çıktık. Etraf karanlık, sessiz ve soğuktu. 50 metre kadar ileride, camları siyah filmli bir vito duruyordu. Arabayı çenesiyle işaret etti. Silahın namlusunu yere eğmiştim. Ege bölge müdürünü falan öldürüp kendi canımdan olmaya niyetim yoktu. Daha yaşayacak hayallerim vardıu.
“İşte. Hadi beni çöz de gidelim.” dedi.
“Yok ya! Çözeyim de yine burnumun dibine gir dimi! Hadi önden önden yürüyorsun!” dedim. Homurdanarak yürümeye başladı. Arabaya yanaşınca Ali müdür arabadan indi. Ceketini çıkartmış, gömleğinin kollarını sıvamıştı. Ellerini beline koymuş bize bakıyordu. Ediz’i elinde kelepçeyle görünce kahkahayı basmaktan geri durmadı.
“Zeynep sen varya tam bir belasın!” diyerek gülmeye devam etti.
“Müdürüm gülme Allah aşkına. Duygularını da deneyin dedin el kadar kız bizi maymun etti.” dedi. Cevabını dilimi çıkararak verdim. Ali müdür hala gülüyordu.
“Aa! Tüh! Bak sana Zeynep’in CV’sindeki küçük bir detay söylemeyi unutmuşum. Allahın işi işte.” dedi. Gülerek yeniden lafa girdi.
“Zeynep’in lisanslı-lisanssız 6 dalda dövüşebildiği gibi bir küçük detayı atlamışım. Bir de eski milli sporcu olduğunu da unutmuşum.” dedi. Hala kıs kıs gülüyordu. Sahte bir üzgünlükle unuttuğuna dair açıklamalar yapmaya devam ediyordu.
“Bu muydu abi bana sürprizin harbi? Ben de sanıyorum ki masum bir küçük kızı deneyeceğiz. Sen beni bildiğin ölüm makinesinin ellerine bırakmışsın.” dedi. Arabaya geçtik. Birbirine dönük 4 koltuk bulunuyordu. Koltukların hepsi siyah deridendi. Ortada, camın hemen altındaki bölmeden açılmış bir sehpa duruyordu. Plastik kısımların tamamı griydi. Oturduğumuzda Ediz’in ellerindeki kelepçeyi kesmek için birşey aradığı belliydi. Etrafına bakınıp duruyordu. Ali müdür ise hala yardımcı olmamıştı. Cebimdeki çakıyı çıkarttım.
“Koskoca MİT araba gönderirken içine çakı koymamış olamaz ama yine de arayıp durma gel keselim şunu.” dedim alaycı bir tavırda.
“Eyvallah terminatöriçe.” dedi. Ediz’in iyiden iyiye sinirleri bozulmuştu. Yüzü,ü kulaklarına kadar kırmızıydı. Ses tonundan öfkesini okumak için MİT mensubu olmaya gerek yoktu. Ali müdür kıkırdayarak bana bir A4 kağıdı uzattı.
“Al bunları bir oku bakalım. 1 hafta içinde seni Ankara’ya götüreceğiz. Yarın gelip seni alacaklar. Ege bölge ana merkezine, İzmir’e gidiyoruz. Ailenle vedalaş Zeynep, bir daha ne zaman görürsün, görebilir misin Allah bilir.” dedi. Elindeki kağıdı alıp okumaya başladım. Yanıma hiçbir şey almamam söyleniyordu. Zaten gittiğim yerde benim için her şey hazır olacaktı. Kimseye birşey söylememem gerekiyordu. Zaten etrafımda çok fazla insan da yoktu. Bu da sorun değildi. Bilmem gereken ekstra bir şey de yoktu. Cüzdanımı telefonumu falan alıp gezmeye çıkıyor gibi çıkacaktım. Basit bir işti.
“Okey yarın saat 9 da görüşürüz.” dedim. Tam arabadan inmek için arabaya doğru yöneliyordum ki kapıları kilitlediler.
“Mensubumuzu yürütecek değiliz küçük hanım. Biz seni eve bırakırız.” dedi Ali müdür. Tavrı artık emir verir gibiydi. Mensubumuz demeleri hoşuma gitmişti. Gülümsedim.
“Emriniz olur müdürüm.” dedim ve arkama yaslandım.
Eve geldiğimde, yanan ışıklardan annemin uyumayıp beni beklediğini anlamıştım. Eve ilk kez geç gidiyor veya ilk kez gece dışarı çıkıyor değildim. Ama bu defaki farklıydı. Başıma bir iş gelir ya da aniden götürürler diye ödü kopmuştu belli ki. Kapıyı yavaşça tıkladım. Annem kapıyı açtığında bana sıkı sıkı sarıldı.
“Ohh tek parça evindesin.” dedi. Gülümsedim.
“Biraz daha sıkarsan parça parça olacağım.” dedim kıkırdayarak. Gülerek geri çekildi.
“Eşek sıpası. Geç içeri de anlat. Ay sen gidince ben napcam dedikodu arkadaşım da kalmayacak. Otur da çay koyayım.” diye söylene söylene çay koymaya gitti. Derin bir nefes alıp beremi ve buff ımı sehpanın üstüne atarak ayaklarımı uzattım. Annem çayları koyup heyecanla yanıma geldi. Beyaz teni ve ela gözleri her duyguya tepki veriyor, anında renk değiştiriyordu.
“Minik bukalemun yine renk değiştirmişiz bakıyorum.” dedim işaret parmağımla burnunun ucuna vurarak.
“Bana bak anneye düzgün davran çarpmayım ağzının üstüne bir tane.” dedi sahte bir kızgınlıkla. Güya kendisini ve beni neşelendirmeye çalışıyordu. Televizyonda komik bir program açıktı. Kafasını dağıtmaya çalışıyor, vakit öldürüyordu. Her akşam tam da böyle yapardık zaten. Vakit öldürür, zaman geçirirdik. Beraber güler eğlenirdik. Anneme nasıl yarın sabah gidelim diyeceğimi kara kara düşünüyordum. En iyisi aniden söylemekti. Ağdayı yavaş yavaş çeker gibi lafı sündürmenin anlamı yoktu.
“Yarın sabah İzmir’e gidiyorum. Sonra da Ankara’ya gideceğim. Sonra da eğitime gideceğim.” dedim. Gözlerini kocaman açarak yüzüme baktı.
“Hemen mi?” dedi. Sonra aniden mimikleri değişti. Annem zeki kadındı. Aniden fikir değiştirir, hızlı karar verir, tepkilerini de ona göre ayarlardı.
“Gerçi tabii hemen, sündürmeye gerek yok daha eğitime gideceksin.” dedi.
“Her şeyi de biliyon anne he maşallah.”
“Sen bizi ne sandın heheytt!” dedi ve güldük. Son cümleden sonra her geceki rutinimize geri dönmeye başladık. Komedi programı izleyip abur cubur yiyip gülüyorduk. Ben de bir yandan oraya gidişimi, konuşulanları anlattım. Heyecanla beni dinliyordu annem. Hep böyleydi. Hep en yakın arkadaşım olmuş, beni hep dinlemiş, hep bana yol göstermişti. O varken ben herşeyi başarabilirdim. Onsuz, görevlerimi nasıl başaracağıma dair en ufak bir fikre de sahip değildim.