Bölüm 2

2250 Words
ZEYNEP “Kırılmanı istemiyorum, ama benim ne nişan için ne de düğün için hiçbir hevesim kalmadı. Yaşanan her şey çok özel ancak ben dayanamıyorum. Özetle, ben kendi karanlığımın içinde boğulurken seni de tüketmek istemiyorum.” Okuduğum bu mesajla neye uğradığımı şaşırmıştım. Hayatımın en mutlu 1 yılı, sonsuza dek mutlu olacağıma inandığım ilişkim böyle son bulmamalıydı. Tek bir mesajla son bulacak kadar mı anlamsızdı her şey? Gerçekten mutlu olabildiğim her anın bir sonu mu olması gerekiyordu? Gözlerimin dolduğunu hissederken kafamı telefondan kaldırıp anneme baktım. Bana neler olduğunu sormuyor, sadece tuttuğum nefesimi bırakmamı bekliyordu. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Göğsümde büyük bir acı vardı. Şaşkınlıkla aralanan ağzımı kapatamıyordum. Kalbim sanki binbir parçaya ayrılmış, adeta her bir parça göğsüme saplanıyormuş gibi hissediyordum. Sanki, derin derin nefes verirsem göğsüme saplanan her şeyi atacakmışım gibi derin derin nefes veriyordum. Gözyaşlarım durmuyordu. Kafamın içinde bir otoban dolusu gürültü var gibiydi. Hiçbir şey duymuyor, düşünemiyordum. Öfkemi kusmaya ihtiyacım vardı. Ama aksine gıkımı çıkartamıyor, yalnızca etrafa bomboş bakıyordum. Kimsenin bir kelimesine bile tahammülüm yoktu. Zoraki kafamı kaldırıp anneme baktım. “Ayrıldık.” diye fısıldadım. Gözümden süzülmeye başlayan yaşları durduramıyordum. Bağıra bağıra ağlamak isterken, yalnızca gözümden yaşlar süzülüyordu. Saf acı böyle bir şeydi işte. Bağırıp çağıramazdın saf acıyı yaşarken. İçinde fırtınalar koparken dışında yaprak oynamazdı. Annem bile ayrıldığımıza inanmak istemiyordu. “Hadi canım!” dedi ağzının kenarıyla gülümseyerek. “Sana adam gibi evlenme teklifi edememişti diye evlenme teklifi edecekti bu hafta sonu. Haftaya da nişanınız var zaten. Belki de sana şaka yapıyor.” dedi. Kafamı sağa sola umutsuzca salladım. “Şaka olmadığını o kadar derinden hissediyorum ki..” diyerek ağlamaya başladım. Annem, teyzelerim… İçeri giren herkes beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Bense nöbet yatağına uzanmış, gözümden akan yaşları durdurmaya bile çalışmadan tavanı izliyordum. Söyledikleri hiçbir şeyi duymuyordu kulağım. Tek düşünebildiğim, içimdeki acıdan nasıl kurtulacağımdı. Zaman bile durmuş gibiydi. 1 saatlik süre zarfı bile bana 1 yıl gibi geliyordu. Geçen her saniye bir bıçak gibi göğsüme saplanıyordu. Artık acıma tahammülüm kalmamıştı. Bir noktada durması gerekmiyor muydu gözyaşlarımın? Telefoum sürekli çalıyordu. Belli ki Ege'de duymuştu olanları. Ege’nin belki yirminci çağrısını reddedince artık delirmiş durumda olduğumu hissettim. Bir yere kusmam gerekiyordu içimdeki acıyı. Ne yapacağımı da bilmiyordum. İçimdeki saf acı, saf bir öfkeye bırakmıştı yerini. Aniden yerimden fırladım. Herkes beni durdurmaya çalışırken, annem elini kaldırdı. “Bırakın gitsin. İçindeki zehri atmak zorunda.” dedi. O benden daha üzgün görünüyordu. “Dikkatli sür kızım, benim başka kızım yok çünkü.” dedi. Yüzümü sevip göz yaşlarımı sildiğinde içim bir kere daha parçalandı. Anne yüreği, nasıl dayanabilirdi ki evladının gözyaşına? Bir hışımla kalkıp eve gittim. Dolabımdaki nişan elbisesini, yüzükleri kaldırdım. Atmaya mecalim yoktu. En iyisi ona hepsini geri götürmekti. Ama bunu yapacak gücü kendimde nasıl bulacağımı bilmiyordum. Ne onu unutacak kadar güçlüydüm ne de onu görmeye dayanacak bir kalbe sahiptim. Öylece kırılan kalbim ve yıkılan hayallerimin nişanesi olan eşyaları elimdeki poşete koyup yatağın ortasına oturdum. Koydum başımı kendi dizlerime, hıçkıra hıçkıra ağladım. Ne kadar ağladığımı bilmiyordum. Gözümden yaş akmayana dek ağlamaya devam ettim. Kafamı dizlerimden geri kaldırıp etrafıma baktım. Odamda bile onun izleri vardı. Yatağın, dolabın yeribi bile beraber seçmiştik. Dokunduğum her yerde izlerinin olduğunu görünce iyice zıvanadan çıkmıştım. En çok da yapabilecek hiçbir şeyim olmamasına üzülüyordum. Her çift kadar bile tartışmamız yoktu. O kadar azdı ki, 5 dakika geçmeden çözülürdü her sorunumuz. Biz birbirimize kıyamazdık. Belki de ben öyle sanıyordum. En azından ben ona kıyamıyordum. Öyle ya, demek ki o bana kıyabiliyordu. Belki de bunca zaman yalnızca kendimi kandırmıştım. Sevildiğime inanmışlığım, beni terk edilmekten daha çok üzüyordu. Akşam annemi almaya geri eczaneye gittim. Teyzelerim de oradaydı. Herkes bana moral vermek için toplanmıştı. Onlar en içten şekilde bana destek olmaya çalışırlarken, ben hayatıma ve yaşadıklarıma o kadar öfkeliydim ki, bana acıyan 4 çift gözden başka hiçbir şey görmüyordum. Annem, benim en iyi arkadaşım… Gözümdeki öfkeyi ve kırgınlığı okur okumaz kalkıp yanıma geldi. Bana sıkı sıkı sarıldı. O sarıldıkça ben kırıklarımın birleştiğini, parçalarımın bütün olmaya çalıştığını iliklerime kadar hissettim. Annem bile birleştirememişti parçalarımı. Bu canımı daha çok yakmaktan başka bir şeye yaramadı. “Bunca yıllık eczacıyım. Her derde çarem var da gönül yarana bir yarabandı bile yapıştıramıyorum.” dediğinde sesi ağlamaklıydı. Herkes, en az benim kadar duygu yüklüydü. Hepimiz ağlamaklıydık. Derin bir nefes alıp, öfkemi dindirerek etrafıma baktığımda bana acıyan 4 çift göz değil, beni anlayan ve acımın benzerini, belki de daha kötülerini tecrübe etmiş 4 çift göz gördüm. 3 gün.. 3 koca gün geçtiğinde ben 3 yıl geçmiş gibi hissediyordum. Canım yanıyordu ve boşluktaydım. Ancak hayata da dönmek zorundaydım. 3 gece boyunca annem beni ağır ilaçlarla zar zor uyutabilmişti. Kimse, hiçbir sözle beni avutamıyordu. Kimseyle konuşamıyor, derdimi anlatamıyordum. İlk iki gün Ege gelip beni toparlamaya çalışsa da sarılmaktan başka hiçbir şey yapamadığını görüp vazgeçti. Yemek yiyemiyor, su içemiyor, uyuyamıyor, uyursam da uyanmak istemiyordum. Her gece tek bir yakarışım vardı. “Ya sök al kalbimden bu acıyı ya da al canımı da kurtulayım.” Zar zor yatağımdan çıkıp aynaya baktım. Yüzüm çökmüştü. Üç günde kaç kilo verilebilirse ben çok daha fazlasını vermiştim. Toparlanmak, hayatıma devam etmek bir zorunluluktu. Böyle yaparak kendimi ve çevremdeki herkesi incitmekten başka bir işe yaramıyordum. Zaten bir işe yaradığıma dair bir inancım da yoktu. Segvdiği adamı bile yanında tutamayan bir insandım ben. Kendi yarama çare bulamıyorsam, en azından işimi yapıp insanların yaralarına çare olabilirim diye düşünerek yatağımdan çıkıp hazırlanmaya başladım. Odamı bile görmek istemediğimi fark etmiştim. İnternetten bir ton alışveriş yaptıktan sonra, anneme odalarımızı değiştirmeyi teklif etmeye karar verdim. Hazırlandıktan sonra aynaya bakarak kendimi motive etmeye çalıştım. “Bugün yeni hayatının ilk günü Zeynep Şahin.” dedim. Şifonyerin üzerindeki anahtarlarıma uzandığımda, birlikte seçip aldığımız anahtarlıkları gördüm. Yine bir anıya çarpıp enkazıma geri dönmüş hissettim. Doldu gözlerim. Makyajımı akıtmamak için derin bir nefes alıp, evden çıktım. Üç gündür ilk defa evden çıkıyor olmak bana garip hissettiriyordu. Sanki kuşların nasıl cıvıldadığını bile unutmuş gibiydim. Yaz güneşi tenimi ince ince yakarken içimde Arda’yla karşılaşma korkusu vardı. Bir yandan da çok istiyordum uzaktan da olsa görmeyi. Bir insanın en büyük korkusu ile en büyük isteği nasıl aynı şey olabilirdi ki? Aşk gerçekten böyle bir şeydi demek ki. Canını acıtan kişiyle içini ısıtan kişinin aynı kişi olması durumunun normalleştiği yerde, aşk başlıyordu belki de. Arabayı çalıştırıp, telefonumu CarPlay’e bağladığımda otomatik olarak son kaldığım müzik çalmaya başladı. Bir şarkı ne kadar yaralaybilirse bir insanı bu şarkı da o kadar yaralamıştı beni. “Şişelerin dibindekiler gibi biter sandım ama sürecek şarkın, Bir ömür sana mahkum etse beni adaletinle yargın.” diyordu şarkının sözleri. Gözümden yaşlar süzülmesinin sırası olmadığından değiştirdim şarkıyı. Belki biraz daha hareketli bir şeyler bulurum umuduyla çalma listelerimi karıştırdım. Neyse ki, aşık olmadığım bir zamandan kalan bir liste bulmuştum da, içim rahatlamıştı. Eczanenin kapısından içeri girdiğimde annem şaşırdı. “Hoş geldin prensesim.” diyerek beni kucakladı. Teyzelerim de içerdeydi. Herkes hoşigeldin diyordu ama kimse nasıl olduğumu sormuyordu. Sormamaları hoşuma gitmişti. Kimse yaramı deşmek istemiyordu belli ki. Aramızdaki bu sessiz anlaşma benim için bir çok şeyden daha kıymetliydi. Kendimi oyalayacak bir şeyler arıyordum. Bazı heveslerimi kaybetmiş olsam da, hayata dair umutları kolay kolay sönecek bir insan olmadığımı biliyordum. Her zaman güçlü durmuştum ve yine öyle olacaktı. Başka şansım yoktu ve olmayacaktı da. Bir an aklıma çocukluk hayalim geldi. Ne kadar da çok istemiştim asker ya da istihbarat mensubu olmayı.. Babam izin vermediği için asker olamamıştım. Ama istihbarat mensubu olmak için hala şansım olduğuna inanmak istiyordum. Arama motoruna girip araştırmaya başladım. Nasıl başvurulur, nasıl yapılır neler gerekir hepsini didikledikten sonra istedikleri tüm bilgileri verebilmek için her şeyi hazır etmiştim. Artık sadece internet üzerinden başvuru aldıklarını öğrenince de başvuru formunu doldurmaya başladım. Kimseye, ama hiç kimseye söyleme niyetim yoktu. Bir hayalimin daha engellenmesini kaldıracak güce sahip olmadığımı biliyordum. Aynı gece yatağıma uzandığımda, gelecekteki kendim ilk defa sonsuza dek yalnız geldi kendi gözlerimin önüne. Gözlerimden süzülen yaşlarla birlikte içimdeki acıyı son kez dışarı akıtmayı ve sabaha iyileşmiş kalkmayı umarak uykuya daldım. Geçmiyordu. Ne içimdeki acı, ne de kalbimdeki derin sızı geçmek bilmiyordu. Her sabaha bir öncekinden daha kötü uyanırken, canımın acısı dinmek bilmiyordu. Artık ilaçlarla uyumuyordum. Acı bir kabulleniş hissi bütün ruhumu sarmıştı. Ama yaralarım iyileşmiyordu. İyileşmek kabullenmekle başlasa da, her kabulleniş anında iyileşmeye neden olmuyordu. Zamana ihtiyacım olduğunu kabullenmek bana acımı kabullenmekten daha çok koyuyordu. Aklıma No.1 in o meşhur şarkısının sözü geldi. “Zaman en iyi ilaçsa, sikeyim eczaneleri.” Hala sadece alışveriş yapıyor ve kendimi mutlu etmeye çalışıyordum. Unutma girişimlerim devamlı başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Aylar olmuştu ben hala acısını çekiyordum. Evden çıkmamaya karar verdiğim günlerden biriydi. Kapıda bir motosiklet sesi duydum. Gelenin Arda olmasını istiyordu duygusal yanım. Ancak mantıklı yanım, kardeşimin geldiğini biliyordu. Motorun sesi kesildikten birkaç saniye sonra kapı çalınca, gelenin gerçekten kardeşim olduğunu anladım. Birkaç ay önce yaptığım başvuruyu öğrenmeye en çok onun hakkı vardı. Kardeşimle, çevremdeki birçok insanın aksine, mükemmel bir bağ vardı. Zaman zaman canımızdan çok sevdiğimiz annemize karşı bile ortak oluyor, bir şey saklanacaksa birlikte saklıyor ya da ortak aksiyon alıyorduk. Çocukluğumuz nasıl birbirimizi kollayarak geçtiyse yetişkinliğimiz de aynı geçiyordu. Bunun sonsuza kadar böyle gitmesini umut ettim. Kapıyı açar açmaz her zamanki zevzekliğini yaptı. “Balımsss. Duydum ki üzgünmüşsün.” dedi ve yanağımdan bir makas aldı. “Aman! Sen de her şeyi bilme.” dedim gülerek. Uzanıp elindeki valizi aldım. İçeri girdiğinde sıkı sıkı sarıldık birbirimize. Bu hayattaki en değerli varlığım, her şeyim kardeşimdi benim. Saçının teline dünyayı yakacak kadar çok severdik birbirimizi. “Senin üzülmeyeceğini bilsem şimdiye öldürürdüm o iti biliyorsun değil mi?” dedi çenesi başımın üstündeyken. “Aman kankam ona değil sana üzülürüm siktir et.” diye cevap verdim. Boşuna kendimi kandırıyordum. İçimdeki acıya bakılırsa onun için de üzüleceğim ayan beyan ortadaydı. “Hadi geç dinlen, akşama annemi de alır, yemeğe çıkarız. Ben anneme haber vereyim.” dedim. Mezuniyet senesinde sadece üzgünüm diye 500 kilometre yol yapmıştı benim için. En azından o buradayken üzülmeye hakkım olmadığını düşünüyordum. “Annemin haberi var salak sana sürpriz yaptık.” dediğinde şaşırmıştım. Yüzüne boş boş bakıyordum. “Siz arkamdan iş çevirdiniz he!” diye ciyakladım. En fırlama kahkahasını atarak valizini de alıp odasına girdi. Toparlanmaya, elimi yüzümü düzeltmeye ihtiyacım olduğunu bildiğim için odama doğru ilerledim Ailecek sakin ve huzurlu bir akşam geçiriyorduk. Kardeşimin yanıma gelmesi bana iyi gelmişti. İçimdeki acı sönmese de en azından geçirdiğim iyi vakitle oyalanıyordum. Atilla, biricik kardeşim, eğlenmem için her şebekliği yapıyordu. Uzun boyu ve yakışıklı yüzüyle hala yalnız olmasına şaşırıyordum. Yine bunu dile getirerek yapacağı şebekliği görmek istedim. “Eee Ati, hala yalnız mısın?” dedim lokmamı yutarken. Yüzünü bir bebeğin yüzüne benzeterek buruşturmuştu. “Anne ya zayıf yerimden vuruyor!” diye yalandan ciyakladı. Annem ikimize de gülerek ve gururla bakıyordu. İyi ki doğurmuşum ifadesini yüzünden okuyabiliyordum. Son dönemlerde sürekli birlikte olduğumuz için artık ortak beyinli olmuştuk. Birbirimizin duruşunan kafasının içini okuyabiliyorduk. “İyi ki doğurmuşsun dimi?” dedim gülerek. “Evet iyi ki doğurmuşum.” dedi. Atilla da gülüyordu. Bizim kafalarımızın aynı çalışmasına o da alışmıştı. Aniden telefonumun çalmasıyla gerçekliğe döndüm. Ege arıyordu. Annem kim dercesine göz kırparak kafasını salladı. Telefonun ekranını ikisine doğru çevirerek gösterdim. Hiç havamda olmadığım için Ege’yle konuşasım yoktu. Açıp açmamakta kararsızdım. Ati, sol eliyle boşver dercesine bir hareket yaptı. Annem meraklı görünüyordu. “Aylardır aramıyor, lafta arkadaş olacak. Aç bakalım ne diyormuş.” dedi. Söylediği her bir kelimede haklı olduğunu bilsem de sert ve keskin tavrı gözlerimi devirmeme neden olmuştu. Arda’dan ayrıldığımdan beridir bırak kavgayı gürültüyü, keskin ve net tavırlara dahi tahammülüm kalmamıştı. Buna rağmen, herşeye öfkelenerek en keskin tavrı da benim gösteriyor oluşum ironikti. Her şeye rağmen annemin sonsuz sabrı ve Ati’nin karşılıksız sevgisi bu hayatta tutunduğum tek şey olabilirdi. İsteksiz isteksiz telefonu açıp kulağıma götürdüm. Ege neredeyse nefes nefese kalmıştı. “Zeynep..” dedi. Sesi tedirgindi. Birşeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibiydi. “Ege çabuk dökül. Artık sıçtığın boku biliyorum.” dedim kıkırdayarak. Tamamen hoşlandığı kızla ilgili bir şey olduğunu düşünmüştüm. “Şey Zeynep.. Yani bilmiyorum duymak ister misin ama..” dediğinde aklıma gelen ihtimaller yüzünden kalbime bir bıçak saplanıyor gibi hissetmiştim. İstemsizce elimi göğsüme koyup nefes almaya, gelecek kötü habere kendimi hazırlamaya çalışıyordum. Ya hayatında başkası varsa? Ya başkasıyla evleniyorsa? Ya biriyle gördülerse? Tüm bu düşünceler beynimde dönüp dururken, Ege bombayı patlattı. “Zeynep, Arda tayinini istedi. 1 ay içinde gidiyor.” dedi. Korktuklarımın hiçbiri olmaması iyi birşey olsa da, bu da en az onlar kadar kötüydü. Ayrılıktan sonra bir kere bile görmemiştim. Görmek istemiyorum, hazır değilim diye kendimi kandırsam da onu özlediğim aşikardı. Telefonu hiç birşey demeden kapattım. Annemle Ati’ye baktım. Gözümden süzülmek isteyen yaşlara engel olmaya çalışıyordum. Gerçekten gidiyordu. Görmek bile istemiyordu. Belki de ona hiç kötü birşey yapmamış olmama rağmen benden nefret ediyordu. İnsan, kendini sevmekten başka hiçbir bok yapmayan birinden neden nefret ederdi ki? Annemle kardeşime yeniden baktım. Meraktan ölecek gibi olsalar da sinirlerim daha çok bozulmasın diye soru sormadan sabırla bekliyorlardı. “Arda tayinini istermiş.” dedim almakta zorlandığım nefeslerin arasında. Ati, kolasından bir yudum alarak parmaklarının arasına bir sigara kıstırdı. Doğum gününde ona hediye aldığımız zippo ile yakarak bana baktı. “Siktirsin gitsin ibne. Yoksa elimden bir kaza çıkacak. O ibneye yüz verdim diye ablamı bu kadar ağlattı. Yedi sülalesinin içinden geçmediğime dua etsin.” dedi. Bir an kızacak gibi olsam da, onun yerine kendimi koyunca ona da hak veriyordum. Ben onun yerinde olsam ortalık çoktan yangın yerine dönmüştü. Annem daha sakindi. “Boşver senden uzak dursun da… Görünce üzülürsün zaten.” dedi. Onun içinden neler geçiyor dünyayı nasıl yakmak istiyordu kim bilir. Eve gidene kadar ağlamamı zar zor tutmuştum. Artık ailemin de beni üzgün görüp daha fazla üzüldüğüne şahit olmak istemiyordum. Omuzlarımın düşüklüğünden üzgün olduğum belli olsa da en azından ağladığımı görmelerini istemiyordum. Eve girer girmez, duşa girdim. Suyu sonuna kadar açıp ağlamaya başladım. Yapabildiğim en iyi şey buydu. O an banyoda sessizce ağladım. Kimse sesimi duymasın diye sonuna kadar açtığım sıcak suyun , gözyaşlarıma karışarak akmasına izin verdim. O gün canım çok acımıştı. Canım bile bana acımıştı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD