Bölüm 1
Giriş...
Sonbahar mevsiminin doğaya kattığı renkler... Tabii tek kelimeyle muhteşem bir manzara. Meşe ağaçlarının yere döktüğü büyük yaprakları kahve renginin tüm tonlarını içeren bir halı gibi her yeri kaplıyordu. Yine de soğuğa rağmen renginden asla vazgeçmeyen çam ağaçları yemyeşil duruşuyla sonbahara renk katarken, günlük yürüşüm için üzerimi sıkıca giyinmiş kalın botlarımıda ayağıma geçirmiştim. Adımımı daha ilk merdivene atmadan elimde hissettiğim boşlukla kapıdan geri döndüm ve az ilerde ki vestiyerde asılı bulunan ceviz ağacından yapılmış bastonu elime alarak bedenimde hissettiğim eksikliğimi giderdim. Bana büyük babamdan kalan bu bastonun bir gün vazgeçilmezim olacağını bir sene önce söyleseler güler geçerdim. Ama hayat bu masum bir gülümseyişi bile affetmiyor... Sekiz yaşlarında olduğum bir gün büyük babamın dokunulmaz bastonunu, koltukta uyukladığı bir zaman alarak onun yürüyüşünü taklit ederken yakalanmış ve büyükbabamı çok kızdırmıştım. "Oyun dahi olsa alma eline bastonumu! Bu bastonu elinde bir daha görürsem üzerinde kırarım." demişti. Gözlerinde gördüğüm şiddetten korkarak "Senin olsun pis bastonun,"dedim ve kendimi bahçeye attım. Aslında melek gibi yüreğe sahip olan insandı büyükbabam. O gün bana kızdığı için günlerce konuşmamış ona küsmüştüm.
Şimdi anladığım gerçekse kaderinin bana bulaşması için o gün bana öyle davranmıştı. Bir av macerasında dağdan yuvarlanmış iki gün boyunca düştüğü yerden kalkamadan yatmış. Onu bulduklarında ilk öldüğünü sanmışlar ama şükürler olsun ki sakat kalsada yaşamış. Ona taktıkları "Topal!" lakabıyla bir ömür yaşamak zorunda kalmasının acısıyla kızmıştı bana.
Adı gibi, yeşil gözleri gibi, bastonu gibi, lakabı da miras kalmıştı...
Kafamı sallayarak sıyrılmak istesemde geçmişin izinden, olmadı. Botlarımın altında ezilen gazellerin hışırtısında yürümeye devam ederken aklımı kurdalayan, gözümün önünde, bir saniye dahi benden gitmeyen hayatımın içine eden o gün, o yemyeşil sahanın ortasında yaşadığım karanlık gün vardı. Tüm statdan "OĞUZ" sesleri yankılanırken sol bacağımdan beynime doğru hızla yayılan acı... Maç başladığı andan itibaren peşimi bırakmayan savunma oyuncusu sonunda istediğini yapmış sol bacağımla birlikte tüm hayatımı en önemlisi hayallerimi de param parça etmişti...
Yanağımda hissetim üşüme hissi gözlerimden kaçan damlaların eseriydi. Erkekler ağlamaz diye saçma sapan bir söz mü daha 28 yaşında hayallerimin yok olmasıyla ağlıyor olmama engel olacaktı? Hırslandım. Hırslandıkça aksak yürüyüşüm hızlandı. Ağzımdan çıkan buhar havanın gittikçe soğuduğunu gösterirken her gün geldiğim ırmak kenarında durmaktan vazgeçerek bugünkü yürüyüşümü biraz daha uzatmaya çoktan karar vermiştim. Suyun aktığı yöne doğru hâlâ hızla yürüyordum. Sonunda durmama neden olan soluk soluğa kalan nefesim değildi. Suyun üzerinde fark ettiğim şey... "Allah kahretsin! Lütfen ölmüş olma..." Diyerek attım kendimi suya ayağım zorlasada önemi yoktu. Belime kadar suyun içindeydim ve dedemin bastonuyla suyun üzerindeki kadının kolundan tutup kendime doğru çektim. Kollarımdaki kadının yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için olabildiğice toprağa ulaşmaya çalışıyordum. Kalbim panik içinde hızla atıyordu. Sonunda sudan çıkardığım kızın kalp sesini duyma ümidiyle sol göğsüne kulağımı dayayıp dinlemeye başladım.
"Kahretsin..! Kahretsin..!"
Yoktu hiç bir ses yoktu. Beyazlar içindeki kıza suni teneffüs ve kalp masajına başladım. Kaç dakika yaptım bilmiyorum ama sonunda kalbi zayıfta olsa yeniden atmaya başlamıştı.
"Şükürler olsun Allah'ım sana..." Derken boğazımdan gökyüzüne doğru şiddetli bir kahkaha çıktı.
Oyalanacak bir saniyemin olmadığının farkında kabanımı çıkartıp kızı sardım ve sağ omzuma aldım. Sol elimde ki kurtarıcımız bastondan kuvvet alarak eve doğru yürümeye başladım. Bacağımın kırıldığı o ilk anlarda bitip tükenmeyen saniyeler yaşadığımı bir daha da böyle yaşayamayacağımı düşünürdüm hep. Yani bu ana kadar. O anlardan daha uzun gelen bir yol vardı önümde. Bir türlü bitip tükenmeyen bir yol...