TANITIM | Bir Adım Cesaret
Mardin / Kızıltepe / Günümüz...
Kışın Eşiğinde Bir Akşamüstü
Gökyüzü kurşuni bir renge bürünmüş, kışın haberini veriyordu. Hava, yağmurla kar arasında sıkışıp kalmış, hangi yönü seçeceğine karar veremeyen bir kararsızlıkla örülmüş gibiydi.
Ağaçların yaprakları çoktan dökülmüş, çıplak dallar titrek bir yalnızlıkla göğe uzanıyordu.
Bahçedeki beton zemin hafif nemli.
Arada bir esen rüzgarla kuru yapraklar yer yer zeminde sürükleniyor, Mardin’in soğuk havası insanın iliklerine kadar işliyordu.
Karakolun ön kapısındaki nöbet kulübesinde duran genç asker, omzuna sımsıkı sardığı montunun yakasını yukarı çekmiş, elleriyle silahını sıkıca kavramıştı. Gözleri yol boyunca dikkatle çevreyi tarıyordu.
Şule, ağır adımlarla bahçe kapısına kadar geldi. Uzun siyah paltosunun eteği rüzgarla hafifçe dalgalanıyordu.
Kapıya gelip durduğunda nöbetçi asker ona sorgulayan bir bakış gönderdi.
Şule, bu bakışın ne anlama geldiğini sezmiş olacak ki, bekletmeden konuştu:
“Kolay gelsin. Erdem Karaca burada mı?”
Genç asker bir an duraksadı. Gözleri Şule’nin yüzünde gezindi; saygılı ama içten içe sorgulayıcı bir ifadeyle... Daha önce karakolda görmüştü ama bu saatte burada ne arıyor diye geçirdi içinden. Soruyu yine de sakinlikle yanıtladı:
“Komutanım görevdeydi. Yolda olması lazım. İsterseniz içeride bekleyebilirsiniz.”
Şule tebessümle başını salladı.
“Teşekkür ederim, dışarıda bekleyeyim. Birazdan gelecekse sorun olmaz.”
Asker, başını hafifçe eğdi ve gıcırdayan rayların kulak tırmalayıcı sesi eşliğinde kapıyı açtı.
Şule, bahçedeki bankalardan birine doğru yürüdü ancak bir kaç saat önce yağan yağmurun etkisiyle nemli olduğunu görünce oturmaktan vazgeçip duvarın kıyısında ayakta beklemeye başladı.
Ellerini paltosunun ceplerine sokmuş, başını hafifçe eğmişti. Sanki düşüncelere dalmıştı.
Nefes alışverişiyle birlikte ağzından çıkan buğu, havada kısa bir iz bırakıp kayboluyordu.
“Böyle bir kararı vermek kolay mıydı? Elbette değildi. Ne gönül vardı bu işin içinde, ne düş. Ama bazen kader, insanın sessizce eğilip bir yükü omuzlamasını istiyor...” diye geçirdi içinden.
Rüzgar biraz daha sert esmeye başladı. Bahçedeki direğin tepesindeki bayrak hışırdıyor, rüzgârda hoyratça savruluyordu.
Kapının o tanıdık gıcırtısı tekrar kulaklarına doldu. Ardından yaklaşan bir araç sesi duyuldu.
Bir askeri araç, karakol bahçesine girdi. Çamurlu lastikleri beton zemini dövüyor, taşıdığı ağırlığı sarsıntıyla birlikte yere bırakıyordu. Araç durdu, kapısı açıldı. İlk inen kişi… O tanıdık siluet.
Astsubay Başçavuş Erdem Karaca.
Omuzlarında görevden dönmenin verdiği yorgunluk, yüzünde soğuğun ve çetin geçen görevin bıraktığı sertlik… Yürüyüşü dik, adımları ölçülüydü.
Araçtan inince gözleri Şule’ye takıldı. Kaşları bir an çatıldı.
Erdem'in gelişinin ardından Şule ona doğru birkaç adım attı.
“Hocam? Hayırdır? Her şey yolunda mı?” diye sordu Erdem, merakla.
Şule başını kaldırıp ona baktı. Gözlerinde bir kararlılık vardı. Ne aceleciydi, ne de çekingen.
“Bir mesele için geldim.”
Erdem başını hafifçe eğerek onu dinlemeye hazır olduğunu belli etti.
“Belki saçma gelecek, biliyorum… Ama buraya gelmeden önce çok düşündüm. Cesaretimi toplamak zor oldu. Lafı uzatmayacağım...” dedi ve gözlerini onun gözlerine dikti.
Ellerini önünde birleştirdi. Birbirine kenetlediği ellerini sıkarak güç toplamaya çalıştı.
Sonra bir nefeste:
“Benimle evlenir misiniz?” dedi.
Erdem, olduğu yerde bir anlığına donakaldı. Gözlerini ondan kaçırmadan ama ifadesiz bir yüzle baktı Şule’ye.
İçinde bir yerde durumu sorgulamaya başladı:
“Bunu gerçekten söyledi mi? Şule mi? Böyle bir karar… Hem de bana?”
İçinden ihtimalleri taradı Erdem.
Kadının gözleri sabit, duruşu netti. Şaka yapmıyordu. Beyni suskundu ama kalbi nabzını bastıramıyordu.
Erdem, ne evet diyebiliyordu hemen, ne de hayır.
Çünkü bu söz, basit bir teklif değildi. Bir yükümlülüktü. Ve Şule, bunu tek başına omuzlamıştı.