DÜĞÜN HAZIRLIKLARI

1759 Words
Bugün Şeyda’nın düğün alışverişine çıkacağız. Sabah kahvaltıdan sonra mutfağa uğradığımda Şeyda camın önünde durmuş, dışarıyı seyrediyordu. Gözlerinin altında hafif morluklar vardı, gece pek uyuyamamış gibi. Elinde bir bardak su, ama içmiyor, sadece tutuyor. Sessizliği bozmamak için yavaşça yanına yaklaştım. Gözlerini bana çevirdiğinde, dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi ama içinin gülmediğini anlamak zor değildi. “Bugün çarşıya gideceğiz,” dedi, sesi dalgındı. “Cihan da gelecek, annesi de… Ben yalnız gitmek istemiyorum, sen de gelir misin benimle?” Elini bile uzatmadan, sanki utana sıkıla sordu bunu. İçimde hemen bir koruma duygusu belirdi. Onu yalnız bırakmak istemedim. “Tabii ki gelirim,” dedim. Elimi karnıma koyarak hafifçe gülümsedim. “Yürüyebildiğim sürece düğün alışverişlerinde bile varım.” Dört buçuk aylık hamileyim artık. Karnımın yuvarlaklığı, bol elbiselerin altında bile kendini gösteriyor. Sarvan, sabah evden çıkarken “çok yorulma” diye defalarca tembih etti. “Şeyda’nın hatrı olmasa, bırakmazdım seni oralara gitmeye,” demesi hâlâ kulağımda. Ama bir yandan da bu evin içinde olmak, bu hayatın içinde yer almak iyi geliyor bana. Karnımdaki can, her adımda biraz daha gerçekleşiyor. Saat tam on birde Cihan arabanın önüne yanaştı. Camdan baktığımda lacivert tişörtünün kollarını dirseğine kadar kıvırmış, saçlarını geriye doğru taramıştı. Arabadan inip kapıya kadar geldi. Şeyda dışarıya çıktığında birbirlerine selam verir gibi baktılar sadece. Ne sıcak bir karşılaşma ne de soğuk bir mesafe… ama o aradaki kırılgan boşluk bana bile dokundu. Arabaya bindiğimizde Cihan’ın annesi önde oturuyordu. Dönüp bize gülümsedi. “Hoş geldiniz kızlar,” dedi. Sesi nazikti, kelimeleri ölçülü kullanıyordu. Gözleri önce Şeyda’ya sonra bana kaydı. Benim yüzüme bir an fazla takıldı, sonra dikkatle karnıma baktı ama belli etmeden… O bakıştan sonra yüzüme yeniden döndü. “Sen Meryem olmalısın Sarvan ağanın karısı değil?" Hafifçe başımı eğip tebessüm ettim. “Evet, benim. Tanıştığımıza memnun oldum.” Kadının adını hâlâ bilmiyorum, kimse söylemedi ama sesinde bir oturmuşluk, bir görmüş geçirmişlik var. Mardinli kadınların o tanıdık vakur hâli. Çarşıya vardığımızda ilk durağımız kumaşçılar oldu. Gelinlik için özel diktirme kararı alınmış. Renkler, dokular, tüller, danteller... Hepsine bakarken Şeyda genelde sessiz kaldı. Sorulara kısa cevaplar verdi. En çok annesiyle Cihan konuştu. Ben de bir yandan kumaşlara bakıyor, bir yandan Cihan’ın annesinin göz ucuyla beni izlediğini fark ediyordum. Nihayet bir ara yanıma yaklaştı. “Kaç aylık?” diye sordu kibarca. “Dört buçuk,” dedim. Karnıma bakıp başını salladı. “Belli oluyor artık, çok güzel taşıyorsun.” “Teşekkür ederim,” dedim gülümseyerek. “Kız mı, erkek mi?” diye sordu bu kez. “Erkek,” dedim, “doktor öyle dedi en son kontrolde.” Gözleri yumuşadı. “Allah sağlıkla kucağınıza almayı nasip etsin. Sarvan ağa güçlüdür, çocuğunuz da ona benzer herhalde,” dedi. Hafifçe güldüm. “Umarım benim yumuşak tarafımı da alır biraz.” O an gerçekten içten konuşuyordu, içinde herhangi bir sertlik hissetmedim. Ama gözleri Şeyda’ya her döndüğünde bir soru işareti beliriyordu sanki. Daha sonra takı bakmaya geçtik. Bilezikler, küpeler, kolyeler… Herkes bir şey söylüyordu ama Şeyda çoğu zaman sadece başını sallıyor, “fark etmez” diyordu. Cihan sabırla uğraşıyordu ama annesi çoktan fark etmiş gibiydi bu gönülsüzlüğü. Dükkan çıkışında yanıma yaklaşarak fısıltıyla, “Şeyda biraz içine kapanık bir kız gibi geldi bana… Sizinle daha rahat gibi,” dedi. “Bazen öyle olur,” dedim nazikçe, “ama güvenini kazandığınızda çok kıymetli bir kalbi vardır.” Kadın başını yavaşça salladı. “İnşallah mutlu ederler birbirlerini,” dedi sadece. İçinde ne hissettiğini bilemedim ama kötü bir niyet sezmiyordum. Gün boyunca poşetler elimizde, dükkân dükkân gezdik. Ayaklarım şişmeye başladı ama içimde tatlı bir huzur da vardı. Şeyda’nın yanında olmak, sessizliğinde bile onunla yürümek bana iyi geliyordu. Öğle saatlerinde bir çay ocağında soluklandık. Benim için hemen bir sandalye çektiler, “hamilesin sen, şöyle otur da rahat et” diyerek. Cihan’ın annesi karşıma oturdu. Çayını karıştırırken yine gözlerini benden ayırmadan, “Meryem,” dedi, “ben gelinimle bu kadar kolay anlaşamadım ama seninle konuşmak iyi geldi bana. İçin sade, belli oluyor.” Teşekkür ettim. O an, onun da bu evliliğe karşı içinde bazı karışıklıklar olduğunu hissettim. Belki her şey Şeyda’nın gönlünce olmamıştı ama bu kadın da oğlunun karşısına huzurlu bir aile kurulsun istiyordu belli ki. Dönüş yolunda Şeyda yanıma biraz daha sokularak oturdu. Kucağında küçük bir kutu vardı, içine seçtiği duvağı koymuştu. Dalgın dalgın dokunuyordu ucuna. “Bugün iyi ki geldin,” dedi alçak sesle. “Yanımda biri olduğunu bilmek… iyi geldi bana.” Elimi onun elinin üstüne koydum. “Sen de benim yanımdasın hep,” dedim. “Unutma, bazı alışverişler sadece eşya değil, cesaret de taşır insanın poşetlerinde.” Gülümsedi. Gözleri doldu ama bu kez ağlamadı. Ama bu duygusal hamile ben ağlaya bilridim birazdan. bu halimi görüp hemen toparlandı. bende elimi karnımın üstüne koyup oğlumun tekmelerini hissetmeye çalıştım. ****** Şeyda Cihan arabayı konağın önünde durdurduğunda güneş çoktan batmak üzereydi. İçeride herkes akşam telaşına hazırlanırken dışarısı, yazın o son serinliğini taşıyordu. Meryem yan koltuktan ağır hareketlerle indi, elindeki poşetleri almak isteyen hizmetliye gülümsedi. Cihan kapıyı açıp bana baktığında, gözleri ciddiydi, ama içinde bir bekleyiş vardı. "Şeyda," dedi, "bir iki dakika konuşabilir miyiz seninle?" Gözlerim istemsizce Meryem’e kaydı. O da fark etti duraksadığımı. "Ben içeri geçiyorum," dedi hemen, yüzüme kısacık ama anlayan bir gülümsemeyle. Başımı salladım. Cihan'ın yanında birkaç adım yürüdüm. Konağın taş duvarına yaslandım, avlu kapısı açıktı ama içeriden gelen sesler uzaktaydı. Aramızda serin bir rüzgâr dolaştı. Cihan ellerini cebine soktu. “Bugün… zor geçti senin için.” Sözleri yargılamaktan çok tespit gibiydi. Bakışları dürüsttü, doğrudan ama nazikti. Başımı yana eğip, birkaç saniye yere baktım. “İstemediğimden değil,” dedim sessizce. “Sadece… kolay değil.” Gözleri gözlerime değdi. Bekliyordu, beni dinliyordu. “Bu evlilik… böyle olsun istemezdim,” diye fısıldadım. “Ama bazen insanlar istedikleri gibi değil, olması gereken gibi yaşamak zorunda kalıyor.” Sözlerim çıkarken boğazıma düğümler oturdu. İçimde yılların ağırlığı vardı. Gökhan’ın bir gün çıkıp da beni başka bir kadınla evlenmeye razı olması… bana “anlayışlı ol, barış için” demesi… O gün içimde bir şey koptu. Sevgi, yerini sessizliğe bıraktı. Aşk, yerini öfkeye. Ve artık, Gökhan benim için geçmişti. Cihan bunu bilmiyordu. O, sadece karşısında duran suskun bir kadının niyetini anlamaya çalışıyordu. “Biliyorum,” dedi. “Biliyorum bu kolay değil. İkimiz de istemedik belki, ama buna mecbur kaldık. Ailelerimizin geçmişini değiştiremeyiz. Ama belki geleceği farklı kurabiliriz.” Bir an sustu, gözlerini uzak bir noktaya çevirdi. “Ben seni üzmek istemem, Şeyda. Ne bu yolda ne de evliliğimizde. Sana saygım var. Kalbine, hayatına. İzin verirsen… sana iyi davranmaya, dostun olmaya çalışırım.” Gözlerim doldu. Gökhan'ın bana "Barış için yaptık biraz anlayışlı ol" dediği günle bu sözler arasında dağlar kadar fark vardı. Cihan bir şey vadetmiyordu, sadece anlayış. Yavaşça başımı salladım. “Teşekkür ederim,” dedim. Sesim inceydi, kırılgan ama içtendi. “Ben de elimden geleni yaparım.” O an içimde bir huzur oldu. Bu adam, en azından dürüsttü. Kendini pazarlamaya çalışmıyor, bir rol biçmiyordu bana. Dönüp arabanın kapısını kapatırken bir an durdu. "Deneyeceğim," dedi sadece, gözleri tekrar bana döndü. "Sana iyi gelmeyi… deneyeceğim." O gittikten sonra birkaç dakika daha avlunun önünde durdum. Rüzgâr yüzümü okşadı. İçimde hâlâ bir yerler ağrıyordu, evet. Ama artık o ağrıya iyi gelecek bir iyilik de vardı. Adı belki umut, belki sadece bir huzur. Ama gerçekti. ***** Sarvan Günün yorgunluğu omuzlarıma yerleşmişti ama içimde tatlı bir merakla odaya yöneldim. Meryem’in çarşıdan döndüğünü haber almıştım, Şeyda’nın yanında gitmişti. Hem yol yorgunluğuyla biraz dinlenmiştir, hem de mutlaka anlatacakları vardır diye düşündüm. Ama içeri girdiğimde beklediğim manzara bambaşkaydı. Odanın perdeleri aralık, içeriye gün batımının son ışıkları sızıyordu. Gölgeyle ışık arasındaki o ince çizgide, Meryem pencerenin önünde mindere oturmuş, elindeki küçük cam kaseden sütlaç yemeğe koyulmuştu. Öyle bir iştahla, öyle bir zevkle kaşığı dudaklarına götürüyordu ki, sanki dünya durmuş, zaman onun ağzındaki bir kaşıklık tatlıya sığmıştı. Tarçınla kaplı yüzeydeki her çatlağı izliyor, ardından minik bir “hımm” sesiyle kaşığı ağzına götürüyordu. Ben kapının eşiğinde durmuş, sessizce onu seyrettim. Saçları hafifçe dağılmıştı, alnına düşen birkaç tel, yüzünün yorgunluğuna çocukça bir tat katıyordu. Elbisesinin karnında bıraktığı o yumuşak yuvarlaklık, içimde tarifsiz bir duyguya dönüşüyordu. O an sadece karıma değil, içindeki küçük cana da aynı anda âşık olduğumu fark ettim. Hayat, gözümün önünde iki nefesli bir mucizeye dönüşüyordu. Adımlarımı usulca attım ama o hâlâ beni fark etmemişti. Kaşığını yavaşça sıyırıyor, sonra gözlerini kapatıp sanki içine tatlının ömrünü çekiyordu. Gülümsedim. Sessizliği bozmak istemedim ama bir yandan da kendimi tutamayıp yanı başına çömeldim. Eğilip kulağına hafifçe fısıldadım: “Hanım… beni de bu kadar güzel yeseydin hiç şikayet etmezdim.” Bir anda irkildi. Gözleri kocaman açıldı, kaşığı havada kalmıştı. “Sarvan!” dedi, sonra utangaç bir gülümsemeyle başını eğdi. “Sessizce izledim seni. Bu kadar güzel yemek yemene ilk kez şahit oluyorum,” dedim gülerek. Meryem hafifçe mahçup oldu. “Canım çok çekmişti,” dedi, sesi neredeyse çocuk gibiydi. “Elbette çeksin, ben de zaten o yüzden mutfağa özel yaptırdım.” Kaşığa uzandım, “Ama yeter bu kadar. Şeker fazla kaçarsa seni de oğlumuzu da şişirir,” dedim. Kaşığı elimden bırakmak istemedi. Ama nazla değil, sanki içinde büyüyen duygularla bir inat vardı. Yavaşça kaseden tutup çekince, gözlerinde bir şey parladı. Önce başını çevirdi, ama sonra o tanıdık parıltı gözpınarlarında birikti. Dudaklarını sıkıp sustu ama dayanamadı, gözyaşı yanaklarına doğru ağır ağır süzüldü. “Kıyamam ben sana,” dedim hemen. Kaseden vazgeçip ellerimi onun yanaklarına uzattım. “Yavrum, ne oldu? Bu kadar mı dokundu sütlacı elimden almam?” Başını yavaşça salladı. “Ben… ben ne zaman böyle oldum Sarvan? Bir tatlı için bile ağlıyorum artık. Duygularım darmadağın. Her şey beni ağlatıyor.” Kucağıma aldım onu, başını göğsüme yasladı. Parmaklarımı saçlarının arasına daldırıp usulca okşadım. “Senin içinde büyüyen bir can var. Onun her dokunuşu kalbini büyütüyor, o yüzden gözyaşların da büyüdü. Ağlaman da sevmenden, sevmeyi çoğaltmandan…” O an dayanamadım, kasedi tekrar eline verdim. “Tamam, son üç kaşık,” dedim. “Ama söz ver, sonra biraz meyve yiyeceğiz. Tatlının hakkını verdik diye düşünürüz, olur mu?” Gözleri parladı. Hem duygulandı hem güldü. “Sen bana böyle güzel konuşunca… dünyayı veririm oğluna,” dedi kısık sesle. “Elimizdekiler yetiyor zaten,” dedim. “Senin varlığın, oğlumun kalp atışı, şu kasedeki sütlaç… fazlası fazla.” Son kaşığını ağzına götürdükten sonra kaseyi kenara koydum. Onu kollarıma daha sıkı aldım. Burnumu yanağına yasladım, nefesini içime çektim. Teninden gelen o sıcaklık, huzur kokuyordu. “Biliyor musun,” dedim fısıltıyla, “sana her baktığımda Allah’a bir kere daha şükrediyorum. Kadınım olduğun için, oğlumun annesi olduğun için, kalbime iyi geldiğin için…” Yanaklarına birer öpücük kondurdum. Uzun, usul, sevgiyle. “Oğlum bence çoktan anladı seni nasıl sevmem gerektiğini. Her gün yeniden öğretiyor bana.” Meryem başını göğsüme sıkıca yasladı. Birlikte sessizliğe gömüldük. Gözleri kapanmıştı, içindeki çocuk mışıl mışıl hareket ediyor, dışındaki kadın ise onun sıcaklığında yavaşça eriyordu. Benim için dünya o an, onun karnındaki bir tekmeydi. Ve onun yanaklarındaki bir damla.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD