BEKLENMEYEN MİSAFİR

1476 Words
Sarvan bir an donup kaldı. Gözlerime baktı, bir şey demedi. Sanki söylediklerimi tam duymamış gibiydi. Ben başımı yerden kaldırdım, bakışlarımda kararlılık vardı. “Evet,” dedim tekrar. “Çocuk yapalım. Herkesin sesi dinsin, ben de bu evde bir yer kazanayım. Bu evlilik eksik kalmasın.” Sarvan bana baktı, gözlerinde bir şey geçiyordu ama ne olduğunu anlamak zordu. "Hayır," dedi. "Böyle olmaz. Bu şekilde bir çocuk istemiyorum Meryem. Sırf yengem seni sıkıştırdı diye gelip bana çocuk yapalım diyemezsin." Sözleri bir tokat gibi çarptı yüzüme. İçimde bir şey darmadağın oldu. “Sadece Yezda Hanım yüzünden değil,” dedim. “Bütün bu ev… bütün bakışlar… hepsi içimi kemiriyor. Kendimi ispat etmek zorundaymışım gibi hissediyorum.” “O yüzden mi?” dedi Sarvan. “Sırf ispat etmek için mi çocuk istiyorsun? Mesele seni bu eve kabul ettirmekse ben bin kez söyledim; bu evde senin yerin var. Ama sen hâlâ inanmıyorsun.” “Çünkü ben inansam da başkaları inanmıyor!” dedim sesimi biraz yükselterek. “Sen benim arkamda duruyorsun, evet. Ama senin dışında herkes beni eksik, yetersiz, geçici görüyor. Sanki bir kusurum varmış gibi. Sanki her an biri çıkıp yerime geçecekmiş gibi. Sanki ben, senin karın değilmişim gibi…” Sarvan başını eğdi, bir adım geri attı. Sessizliği içimizi örttü. Sonra başını kaldırdı, gözleri yumuşaktı ama kararlıydı. “Ben seni seçtim Meryem. O ağabeyini öldürmediysem bir sebebi de sensin. Herkesin karşısında, herkesin inadına. Ama bu evliliği taşıyacak olan biziz. İçimizde eksik olanı dışarının sesiyle tamamlayamayız. Çocuk… bir cevap değil. Çocuk bir sonuç. Ve biz daha kendimizi bile tamamlayamamışken...” “Ben tamamım,” dedim boğuk bir sesle. “Yaralıyım ama buradayım. Ne yaşadıysam, neye zorlandıysam… yine de buradayım. Senin karşındayım.” Sarvan gözlerimin içine baktı. “Ben de buradayım. Ama çocuk, korkudan ya da çaresizlikten doğarsa, o çocuk bizim kalbimizi değil yükümüzü büyütür. Bunu sana yapamam, kendime de.” Derin bir nefes aldı "Biraz düşün Meryem sırf her kesin sesi kesilsin diye bir çocuğumuz oldu sonra peki. Ne olacak o çocuk ona sevgiyle bakacak mısın. Kendini onu zorunluluk için değilde biz istediğimizin için doğduğuna kendini inandıra bilecekmisin" Sarvan’ın sesi odada yankılandı, gözlerimi kapattım. İçime işledi her kelimesi. Boğazım düğümlendi. Elimi karnıma götürdüm, olmayan bir çocuğun ağırlığını hissettim bir anda. O çocuğu sevecek miydim? Ona gerçekten “hoş geldin” diyebilecek miydim? Yoksa her baktığımda bu evin sessiz savaşlarını mı hatırlayacaktım? Başımı hafifçe salladım. “Haklısın,” dedim kısık sesle. “Belki de hazır değilim. Belki de ben bile bu fikri taşıyamam henüz. Çocuğu değil, gölgemi büyütürüm.” Sarvan yaklaşmadı. Sadece orada durdu, beni dinledi. İçimden ne koparsa dökülsün diye sabırla bekledi. Sonra bir adım attım ona doğru, yüzümde yorgun bir gülümseme vardı. “Çocuk işi sonra. Biz önce birbirimize alışalım. Yaralarımızı saralım. Kendi içimize çocuk getirecek kadar ışık dolduralım.” O sözümden sonra Sarvan’ın yüzünde beliren rahatlamayı gördüm. Gözleri hafifçe kapandı. Başını eğdi, alnını benim alnıma yasladı. “Teşekkür ederim,” dedi fısıltıyla. “Zorla değil, birlikte yürüyerek…” Ben cevap vermedim. Sadece gözlerimi kapattım. Sessizce yatağa uzandık. Ne fazladan bir söz, ne bir dokunuş… Yorgun ruhlarımızı susturmak için belki de en çok sessizliğe ihtiyaç vardı o gece. Ama bir süre sonra Sarvan usulca yana kaydı. Kolunu uzattı, beni kendine çekti. Başımı göğsüne yasladım. Elini saçlarıma daldırdı, parmaklarını yavaşça gezdirdi tellerin arasında. O dokunuş… sanki bin kelimeydi. Ne özür ne vaat, sadece kalmak… sadece yanımda olmak. Gözlerim ağırlaştı. Sarvan’ın nefesi boynuma vurdukça içimdeki kırgınlıklar usulca uykuya çekildi. O gece ne çocuk vardı aramızda ne kavga.Sadece iki yorgun insan, aynı yastığa baş koydu.Ve ilk defa aynı rüyaya uyandı. Sabah güneş yüzüme vurduğunda gözlerimi açtım. Odanın içi sessizdi. Sarvan çoktan uyanmış, hazırlanmıştı bile. Yüzümde geceye dair yumuşak bir his vardı. Sessizce yerimden kalkıp üstümü giyindim. Aynanın karşısında saçımı toparladım, göz altlarıma biraz su çarptım. Aşağıdan çay kokusu geliyordu. Kahvaltı hazırdı anlaşılan. Merdivenlerden sessizce indim. Sarvan sofraya yöneliyordu. Göz göze geldik ama konuşmadık. İkimiz de huzursuz bir sessizliğe razı gibiydik. Masaya oturdum, o da karşıma geçti. Daha çayımı yudumlamaya başlamıştım ki, dış kapı hızla açıldı. “Ulan bu muydu şimdi ha? Ha Sarvan?!” Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Kapıya döndüm. Tanımadığım biri girmişti içeri. Üzerinde biraz salaş bir ceket, yüzünde hem alıngan hem de muzur bir ifade… Biraz dağınık ama enerjisiyle evi dolduran bir adamdı. “Evlendiğini niye söylemedin lan bana?! Ben dışarıda düğün davetiyesi beklerken, sen nikâh defterine imza atmışsın bile!” Sarvan’ın kaşları çatıldı, hemen ciddileşti. "Gökhan…" Adam yürüdü, direkt sofraya geldi. Göz ucuyla bana baktı ama selam vermedi. Doğrudan Sarvan’a konuşmaya devam etti. “Bu muydu yani? Ciddi misin sen? Yıllardır ‘bensiz hiçbir şeye karar vermem’ diyen adam, ben yurt dışına çıkar çıkmaz evlenmiş!” Sarvan elindeki bardağı masaya koydu. Gergindi, bu belliydi. "Kendine gel. Ortamı boş buldun diye konuşma." Ben gözlerimi ikisinden ayırmadan oturuyordum. Tanımadığım biri, tanımadığım bir öfkeyle, ama belli ki tanıdığı bir geçmişle çıkagelmişti. Adam bana dönüp yarım yamalak bir tebessüm etti. “Sen misin gelin hanım? Vallahi bir şey diyemem, çok güzelsin. Ama bu adam beni düğününe çağırmadı. Beni ya! Çocukluk arkadaşını!” Sarvan derin bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp sabırla konuşmaya çalıştı. “Sen hâlâ çocuk gibi davranıyorsun Gökhan. Yapma.” Masadakiler gülüyordu, onların bu hâline bakınca belli oluyordu ki Gökhan denilen adamı tanıyorlardı. Demek ki sadece Sarvan’la değil, konakla da geçmişi vardı. Kahkahaların arasında biri, “Hoş geldin Gökhan Ağa!” diye seslendi, bir diğeri hemen boş sandalye çekip yanına oturmasını söyledi. Yüzünde hala o şımarık gülümsemeyle bana dönüp, “Sen kusura bakma gelin hanım, ben biraz fazla konuşurum. Ama bakma böyle görünüşüme, ben bu adamın en eski dostuyum,” dedi başıyla Sarvan’ı işaret ederek. Sarvan kaşlarını çatmış, çayını yudumlarken sabrını tüketmemeye çalışıyordu. “Gökhan, biraz sus. Gel, otur kahvaltını yap. Sonra konuşursun,” dedi ciddi bir ses tonuyla. Ama Gökhan oralı bile olmadı. Sandalyeye yerleşti, tabağına peynir aldı, bir yandan da anlatmaya başladı: “Biliyor musun gelin hanım, bu adam eskiden çok konuşurdu. Gülerdi, şaka yapardı. Sonra bir gün büyüdüm dedi, sustu. Ben ne yaptıysam eski haline döndüremedim.” Sarvan gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. “Gökhan, misafirsin diye susuyorum. Tadımı kaçırma.” “Misafirim diye mi?” dedi Gökhan. “Ben bu evde ne geceler geçirdim! Misafir değilim, konak sakinlerinden biriyim be . ayıp ayıp" Kahkahalar yine yükseldi. Gökhan sanki kahvaltıya değil de şenlik çıkarmaya gelmişti. Masanın etrafında dönen sohbet, onunla birlikte bambaşka bir hâl aldı. Ben ise hâlâ onun kim olduğunu tam çözememiş, sadece izliyordum. Tek bildiğim, bu adam Sarvan’ın sinirini bozsa da kalbinde bir yeri olan biriydi. Sonunda Gökhan bana döndü, ciddileşmeye çalışarak, “Seninle tanışamadık bile,” dedi. “Ben Gökhan. Sarvan’ın hem çocukluk arkadaşı, hem başının belası." Gülümsemekle yetindim. Çünkü bu evde ilk defa böyle neşeli bir kahvaltı sofrası görüyordum. Ve ilk defa Sarvan’ın geçmişinden biri gelmişti karşıma, hem de böylesine renkli bir karakterle. İçimden geçirdim: demek Sarvan böyle biriyle dost olmuştu… Demek içinde sakladığı başka bir yüz daha vardı. Şeyda ise Gökhan'ı görür görmez eli ayağı birbirine dolaşmıştı. "Hoş geldin" dedi sesi titriyordu. Gökhan Şeydaya bakıp gülümsedi. "Oo mizim minik büyümüş nasılsın Şeyda" Gökhan’ın o neşeli, umursamaz tavrı bir anda Şeyda’nın üzerinde darmadağın bir etki yaratmıştı. Kızcağızın eli bardağı tutarken titredi, yüzü kızardı, gözlerini kaçırdı. O neşeli, güçlü kız gitmiş, yerine içine kapanmış bir genç kız gelmişti sanki. Gökhan’ın “minik” demesiyle yüzündeki ifade daha da soldu. Şeyda başını eğdi, kısık bir sesle, “İyiyim, sağ ol,” dedi ve hemen boş bir sandalye bulup oturdu. Ne yüzüne baktı Gökhan’ın, ne de başka bir şey söyledi. Ama belli ki içi içini yiyordu. Ben yanımdan geçen duyguyu çok iyi tanıyordum: ilgisini kazanmak istediğin biri seni çocuk yerine koyarsa… yüreğin sıkışır, kelimeler boğazına dizilir. Sarvan bu durumu fark etti ama belli etmedi. Gökhan ise ya farkında değildi ya da umursamıyordu. Peynirin üzerine reçel sürüp neşeyle yemeye devam etti. “Bu konağın havası da bir başka ya! Vallahi iki gün kalsam beni evlendirmeye kalkarlar ha! Hele şu Yezda Hanım’ın gözü bana düşerse yandım!” Sarvan bile gülümser gibi oldu ama Şeyda hiç tepki vermedi. Gözlerini tabağına dikmişti. Sanki sesleri duymuyordu. Ben sessizce ona baktım. O an ne hissettiğini az çok tahmin ediyordum. Kendini küçük, değersiz, fark edilmemiş hissediyordu. Gökhan onun kalbinin ucuna değmişti ama bunu ya fark etmemişti ya da önemsememişti. Belki de bu ilgisizliği Şeyda’yı daha da yaralıyordu. Bir şey demek istedim ama sustum. Ne yapa bilridim ki o halde ama mutlaka Şeydayla konuşacaktım bu konuyu ona yardım etmeye çalışacaktım. Belki Gökhan da ondan hoşlanıyordur ama Sarvanın tepkisini bilemediği için susuyordur. bunu öğrenip ona göre hareket etmem lazımdı. Zaten bu konakta başka yapılacak bir şey yoktu hiç olmazsa çöpçatanlık yapardım. Sevmiştim bu fikri yapacaktım. Neşeyle tabağıma dönüp yemeye başladım. Baya bir acıkmıştım. iştahım açılmıştı. Sarvanın bana garip bakışlarını yok sayarak yiyordum. aslında neden öyle baktığını biliyordum. İlk defa bu kadar iştahla bir şeyi yerken görüyordu beni. Açtım ne yapayım yani iştahım açılmıştı. Artık ben onlara bela olacaktım Yezda hanım ve o sünepe kızı korksun benden. İçime bir hırs dolmuştu ama görelim neler olacak. Artık ben onlara belayım
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD