düşüş
Siktirsin bu soğuk.
Gerçekten… siktirsin.
Yok yani, kıyamet sonrası dünya dedikleri şeyin böyle çatır çatır ilik söken bir bok olduğunu kimse söylemedi. Film gibi düşünüyorsun başta. Hani karlar romantik, nefesin buhar çıkarıyor, fonda dramatik piyano çalıyor falan. Yok öyle bir dünya. Yok.
Ben şu an, o dramatik piyano çalan kadın değilim.
Ben şu an, helikopterin sağ tarafı parçalanırken, kabin içini kan ve benzin kokusu sararken, kemiklerim zangır zangır titreyerek ölmeme bir tık kala donan bir kadınım.
Avukat Deren Sualp.
Savaş suçlarını kovalamaktan kendi savaşımı unutmuş, buzun ortasına fırlatılmış, çipli, lanetli, yarım kalmış bir kadınım.
Ve bu helikopter… düşüyor.
“Yavaşla lan!” diye bağırdım, pilotun kulağının dibinden.
Ama o sırada cam çatladı.
Kafamı çevirdim. Dışarıda hiçbir şey yoktu.
Sadece... beyaz. Sonsuz beyaz.
İnsan bu kadar renksizlikte nasıl boğulur, onu da öğrendim o an.
Kemerim koptu. Omzum çatladı mı, bilmiyorum. Bir sıcaklık yayıldı içeriye ama bu mecburi sıcaklık, düşüşün son sigarası gibi yandı içimde.
Saniyeler sonra... her şey sessizleşti.
Sadece bir cümle yankılandı kafamın içinde.
“Seni hep bulurum, tamam mı?”
Ne alaka?
Neden şimdi?
O ses.
O sesin sahibi.
Kartal.
Yekta Savran.
Onu yıllardır duymamıştım. Görmemiştim. Hakkında haber bile almamıştım. O bir çocukluk hatırasıydı.
Kar fırtınasında saklambaç oynarken beni bulan, üzerime montunu atan, "Nefesini tut, düşman sesini duymasın" diyen o oğlan.
Şimdi ben yine karda kayboldum.
Yine biri beni bulacak mı?
Bilincim karanlığa doğru devrilirken, tek bir şeyi düşündüm:
“Eğer beni bu sefer de bulursan… bu defa seni öperim.”
---
Göz kapaklarım ağır. Ama içimde bir şey beni dürtüyor.
Soğuk mu?
Hayır.
Biri bana dokunuyor.
Tenimde… eldivensiz bir elin sertliği.
Bileğimden tutuyor. Nabzımı mı ölçüyor? Yoksa hala canlı mıyım diye mi bakıyor?
Soluk alıp verişim bozuk. Göğsüm inip kalkmıyor, sıçrıyor resmen.
Dudaklarım donmuş. Çatlamış. Belki kanıyor. Ama hissim yok.
Sonra bir şey oldu.
Sanki biri, beni… kaldırdı.
Kaldırmadı aslında, kavradı.
Omuzlarımın altına bir kol girdi, bacaklarım boşlukta.
Göğsüme bir şey değiyor.
Sert. Kaslı.
Birinin vücudu.
O an içimden geçen şey şu:
“Eğer bu bir hayalse, vücudunu kaybetmiş bir tanrının hayali olsun.”
Ama hayal değildi.
---
Bir süre sonra açtım gözlerimi.
Göz bebeklerim ışık aradı ama... hala karanlık.
Bir çadır mı bu?
Termal kumaşlar, titrek bir ışık kaynağı.
Yanımda biri var. Duruşu… askeri. Nefesi sessiz. Ama varlığı duvara çarpıyor sanki.
Kafamı çevirdim.
Omzumun üstünde bir gölge.
Boynuna kadar kapalı askeri içlik, üzerinde puslu termal mont. Kafasında yüzünü saklayan termal bir maske.
Ama göğsüne yaslanırken hissettiğim şeyi unutmamıştım.
O ten. O ısı.
Yekta.
“Kartal…” dedim.
Sadece fısıltı.
Kıpırdamadı.
Bir süre ses bile çıkarmadı.
Sonra.
Sadece tek bir kelime.
“Konuşma.”
Sesi... tanıdık.
Ama buz gibi.
Yekta, bu muydu?
Yıllar sonra buluşmamız böyle mi olacaktı?
Ben donmak üzereyken, o bana adımı bile söylemeden tenini bastırırken?
Ağzım kurumuştu. Yine de sordum.
“Neden buradasın… sen… hayal değil misin?”
O an maskesini çıkardı.
Yanaklarına kadar inen keskin hatlar. Gözleri... beni hatırlamayan gri bıçaklar.
Ama dudakları... bir zamanlar bana “Seni hep bulurum,” diyen çocuğun dudaklarıydı.
Yutkundum.
“Sen... Kartal mısın?”
Sustu.
Sonra dudaklarını hafifçe oynattı.
“Yekta. Artık adım bu.”
Benim için ne fark ederdi?
O yine oydu.
Ve ben yine... onunla aynı çadırda, aynı yatakta, çıplak tenimde onun teniyle yaşıyordum.
Ve soğuk olmasa bile…
Yanıyordum.
---
Şu an nefes alışım bile rezil.
Göğsümün tam ortasında bir taş var sanki. Bastırıyor. Ama soğuk değil bu. Soğuk olsa ölmüş olurdum.
Bu... bir varlık.
Üzerimde.
Yanımda.
İçimde dolaşan bir ısı gibi. Tenimi sarsıyor, beynimi tırmalıyor.
Ve ben, saçlarım hâlâ buz tutmuşken, ıslanmış iç çamaşırım vücuduma yapışmışken… ona sürtünüyorum.
“Kalk, Deren. Topla kendini.”
Ama kıpırdayamıyorum.
Ne zaman nefes alsa, göğsü benim sırtıma değiyor.
Tenim, onun tenine değiyor.
Teni… lanet olasıca sıcak.
“Termal battaniye yetmezdi,” demişti az önce.
“Vücut ısısı paylaşımı gerekiyor.”
Siktir git ya.
Ne yani, bilimsel açıklama diye mi bu kadar yakındasın?
Göğsün sırtıma, bacağın kalçama, nefesin enseme…
Hadi oradan.
Ama yine de bir şey demedim.
Çünkü sesim çıksa, titrerdi.
Titrediğim anlaşılırsa… zayıflık gösterirdim.
Ve ben zayıf değilim.
Ama ıslanmışım. Hem de içten içe.
Sıcaklık vücudumun alt noktalarına akıyor.
Ben fark ettikçe daha çok utanıyorum.
Utanınca daha çok hissediyorum.
Ve hissedince...
“Siktir,” dedim içimden.
“Siktir git beynim, beni sabote etme.”
Ama beynim bana ait değil.
Bu lanet çip...
Sinyal veriyor.
İçgüdüleri uyandırıyor.
Arzuları bastırmak artık imkansız.
İşte bu yüzden annem o çipi beynime taktırırken bana sormadı.
Çünkü kadınlar savaşmaz, kadınlar dayanırdı.
Ama ya dayanamazsam?
---
Yekta, hareket etti.
Göğsü sırtımdan kalktı.
Omzumun üzerinden baktı.
Göz göze geldik.
Bir saniye. Belki iki.
Ama içimden geçen süre:
“Bu bakışta bacaklarım açılır.”
O gri gözler… ne hissediyor bilmiyorum. Belki hiçbir şey.
Ama vücudu yalan söylüyor.
Altımızdaki zemine baskı yapan o sertlik… tesadüf değil.
Ve bana en son on yaşında sarılmış biri… şimdi donmuş gövdemi çıplak teniyle sarıyor.
Kasığı, kalçama bastırılıyor.
Bunu ben mi uyduruyorum?
Çip mi uyduruyor?
Yoksa...
“Kıpırdama,” dedi aniden.
Tiz ama buğulu bir sesle.
Sesinin tonu… emir değil, ricaydı bu defa.
Bu daha tehlikeliydi.
Çünkü ben emirlerle değil, duygularla yıkılırdım.
“Üşüyorsun hâlâ. Vücut şokta.”
Yekta, ellerini omuzuma koydu.
Parmak uçlarıyla cildimi ısıtıyordu.
Parmak uçları diyorum ama...
Her dokunuşu, dil gibi.
Nefesim hızlandı.
Tepki vermemek için içimi ısırdım.
Dişlerimi sıktım.
Ama yine de...
“Eğer bir daha omzuma dokunursa... parmaklarını ısıracağım.”
Çünkü...
Ya ben bu hissi durduramazsam?
---
Birden... gözlerim karardı.
Beynime bir elektrik şoku gibi bir görüntü düştü.
---
> Flaş
10 yaşındayım.
Laboratuvarda annemin bağırışları.
“Çok güçlü olacak. O yapabilir!”
Sonra bir karanlık.
Kafama yerleştirilen metalin sesi.
Ve Yekta.
Saklambaç oynarken sesimi duymuştu.
“Deren, saklanma artık. Kayboluyorsun.”
Flaş bitiyor.
---
Gözlerimi açtım.
Nefes nefeseyim.
Ter içindeyim.
Ama... çadırın içi hâlâ buz gibi.
“Çip aktive oldu.” dedim.
İçimden değil. Bu kez sesli.
Sesi ben bile tanıyamadım.
Yekta kıpırdadı.
Bir şeyler biliyordu.
Ama yine konuşmadı.
Sadece gözlerini kaçırdı.
Gövdesi sertleşti.
Ve hâlâ bana dokunuyordu.
“Seni tanıyorum,” dedim.
“Sen bana dokunmadan önce de, senin dokunduğun yerde yanmıştım.”
---
Yekta
Bu kadını unutmuştum sanıyordum.
Unutmak istememiştim belki, ama unutturmuşlardı bana.
Çocuklukta olan, çocuklukta kalmalıydı.
Ama karın altında donmak üzere olan, çatlamış dudaklarıyla nefes almaya çalışan bu kadının adı… hâlâ o buz gibi içimde yanıyordu.
Deren.
Deren Sualp.
Şimdi önümde.
Nefesi kısa. Teninde morarmış damarlar.
Ve ben, bir emirle, onu sadece kurtarmakla yükümlüyüm.
Ama elim titriyor.
Bu, eğitimde öğretilmedi.
---
İlk gördüğümde…
Helikopter parçaları çevreye dağılmıştı.
Termal tarayıcı ölü gösteriyordu.
Ama ben...
Ben hissediyordum.
Karın altındaydı.
Sanki koku gibi, eski bir anı gibi… onun vücudu çürük sistemlerin arasından sızmıştı.
Kazıdım. Ellerimle.
Kar soğuktu. Ama avucuma ilk değen şey... onun beli oldu.
İçgüdüsel bir şeydi bu.
Dokunur dokunmaz geçmişe bastım.
On yaşındaydık.
Saklambaç oynuyorduk.
Deren saklandığında, ben her şeyi unutuyordum.
O sesi duymadığım her saniye... içimde bir şey eksiliyordu.
O yüzden, karların altından çıkardığımda vücudu buz gibi olmasına rağmen... ben terledim.
Çünkü bu sadece bir kurtarma değildi.
Bu, lanetli bir yanık noktasına parmağımı tekrar bastırmaktı.
---
Çadıra getirdiğimde, vücut sıcaklığı kritik altıydı.
Medikal protokol devreye girmeliydi.
Ama ben...
O protokolleri unuttum.
Sadece vücudumu onun sırtına bastırdım.
Kıyafetlerimizi çıkardım.
Yavaşça.
Profesyonelce.
Ama içimdeki bir parça, her düğme açılışında daha çok çatladı.
İlk ten temasında nefesini duydum.
İncecik.
Ama... ıslak.
Vücudu... tepki veriyordu.
Ve ben, içimden şu cümleyi söyledim:
"Yapma."
Ama ona değil.
Kendime.
Çünkü onun sıcağı bana akarken…
Benim kasığım...
Sertleşti.
Savaşın ortasında, ölümün dibinde, ben hâlâ ona tepki veriyordum.
Bu, sadece arzuyla açıklanamazdı.
Bu... iptal edilmemiş bir bağdı.
---
Yüzünü çevirdi.
Göz göze geldik.
Gözlerinin kenarında kan vardı. Dudakları çatlamıştı.
Ama o dudaklar...
O dudaklar on yaşında yanağıma dokunmuştu. Şimdi ise boynuma bakıyordu.
“Kartal mısın?” dedi.
Tüylerim diken diken oldu.
O kod adımı... kimse yıllardır söylememişti.
Bu kadının sesiyle yeniden duymak…
Beni içimden bıçakladı.
“Yekta,” dedim.
Sesim sanki biri ağzımdan aldı da konuştu.
Ben değildim.
Olamazdım.
Ama Deren sustu.
Tenim sırtında.
Kalçam kalçasında.
Ve... ben hâlâ kıpırdamıyordum.
---
"Seni tanıyorum," dedi.
Beni tanımıyorsun Deren.
Ben artık ben değilim.
Seni bulmak için o kadar çok şeyden geçtim ki, sen hâlâ sıcaklık ararken, ben duygularımı gömdüm.
Ama bu lanet çadırda, tenin tenime değince…
O gömü, mezarından çıktı.
---
O an... bir ses.
“Tık.”
Silah emniyeti.
Dışarıdan.
Yakında.
Ayağa fırladım.
Elim silahımda.
Çadırın bir köşesine, Deren'i örterek geçtim.
Çok yakın.
Biri geliyor.
İzleniyoruz.
Termal kamuflaj çadırı delmiş biri.
“Siktir.”
Ama elimdeki silahtan daha tehlikelisi… hâlâ dikleşmiş kasığımdı.
Ve Deren... hâlâ bunu fark etmemişti.
Ya fark ederse?
Ya bana sırtını değil, yüzünü dönerse?
---
---
YEKTA –
Tetiğe dokunduğumda, onun nefesini duyuyordum hâlâ.
Arkamda.
Titreyen.
Kıpırdamaya korkan.
Bu boktan kar fırtınasında, termal kamuflaj çadırın içinde bile o kadar canlıydı ki…
Kendimi ondan değil, kendimden korumaya çalışıyordum.
Çünkü silahı tutan elim sabit, ama onun sıcağı sırtımda zonkluyordu.
“Sakin.” dedim.
Kime bilmiyorum.
Belki Deren’e.
Belki kendime.
Belki dışarıda kim varsa, ona bile olabilir.
Bir adım.
Sonra bir tane daha.
Dışarıdan gelen ayak sesi kesildi.
Rüzgâr araya girdi.
Kar homurdanır gibi yutkundu.
Ve sonra…
“Tık.”
Susturuculu bir silah sesi.
Hemen yanımızda.
---
DEREN –
Kulağım uğulduyor.
Çipin içinden sanki sivri şeyler beynime batıyor.
Her nabız atışımda yeni bir görüntü:
Annemin laboratuvarı.
Yekta’nın on yaşındaki hali.
Benim bağıran sesim.
Bağırmıyorum şimdi.
Ama içimde çığlık var.
Sıcaklık.
Vücut sıvılarım hareket ediyor.
İdrar değil bu.
Korku değil.
Bu...
Ateş.
“Alev alevim. Bu nasıl olur?”
Kafamda bu soru.
Ama dilim yok.
Bacaklarım istemsizce geriliyor.
Kalçam titriyor.
Ve Yekta’nın avucunun altına doğru kayıyor.
İçimdeki ses:
“İstemiyorum.”
Ama ikinci ses:
“Ya istiyorsam?”
Ve üçüncü:
“Ya bu ben değilsem?”
---
YEKTA –
Dışarıdaki adım sesi sağ tarafa kaydı.
Tam o sırada, arkamda bir hareket.
Deren, dizlerini büküyor.
Sırtı bana yaslanıyor.
Ama bu, bilinçli değil.
Kendini kaybediyor.
“Hayır.” dedim.
Fısıldadım.
Ama geç kaldım.
Birden, vücudu gerildi.
Titredi.
Bacaklarıma bir sıvı temas etti.
Ter.
Ama... başka bir şey daha.
Çip tepki veriyor.
Cinsel uyarılma tetiklenmiş.
Ve bu... kriz seviyesinde.
Eğer şimdi müdahale etmezsem, beyin hasarı alabilir.
Siktir.
Silahı yere bıraktım.
Onu yere doğru yatırdım.
Vücudu kaskatı.
Gözleri arkaya kayıyor.
Ama dudakları... hâlâ aralık.
Nefes alıyor.
İçgüdüsel.
---
DEREN –
Yekta'nın eli... boynumda.
Avuç içiyle ensemi bastırıyor.
Parmakları kulaklarımın arkasında.
Dizlerim yana kayıyor.
Vücudum hâlâ sıcak.
Ama bu defa...
Ben istemiyorum.
Bedenim istiyor.
Çipim emir veriyor.
Bir şeyler mırıldanıyor.
Sakinleştirici cümleler.
Ama sesi flulaşmış.
Onu duymuyorum.
Ama hissediyorum.
Yanaklarımda bir şey var.
İki başparmak.
“Deren, buradasın. Deren, beni dinle. Derin nefes al.”
Nefes almaya çalıştım.
Ama vücudum Yekta’yı istiyor.
Daha doğrusu... Yekta’nın üstüme çıkmasını.
Yekta’nın içime...
Siktir. Dur.
Bu ben değilim.
Bu çip.
Ama bu çip… bana ait.
Ve bu his... doğru gibi.
---
YEKTA –
Parmaklarımı boynuna bastırdım.
Nabzı normale dönmeye başladı.
Ama... bacaklarının arası hâlâ ıslaktı.
Bu kadın...
Bu kadın benim yıkımım.
Ama onu bir daha yalnız bırakamam.
Kafasını göğsüme bastırdım.
Saçları ter içinde.
Kirpiklerine don yapışmış.
Dudaklarımdan çıkan tek cümle:
“Bir daha kaybolma.”
---
YEKTA –
Sesi duydum.
Kar üstünde ezilen bot sesi değil bu, bu…
“Tık-tık-tık.”
Hafif. Hızlı. Eğitimli biri.
Çevreyi tarıyor.
Konum alıyor.
Avcı.
Dışarıdaki adam bizim çadırı bilerek dolaşıyor.
Tesadüf değil bu.
Bu adam... bizi biliyor.
Silahımı elime aldım.
Emniyet zaten açıktı.
Tetik parmağımda, nefesim kontrollü.
Ama kalbim?
Onun değil, Deren’in yüzünden hızlandı.
Az önce kollarımda kriz geçiriyordu.
Ama şimdi...
“Yekta…”
Duydum.
Deren fısıldadı.
Sesi çatlamıştı, ama içinde… emir vardı.
“Silah ver.” dedi.
Döndüm.
Yüzüme baktı.
O buz mavisi gözler – şimdi mermi gibi netti.
“Sen... sen yeni uyanmadın mı?”
Cevap bile vermedi.
Doğruldu.
Kalçasındaki sargıyı çözdü.
Altından... gizlenmiş küçük bir Glock çıktı.
Benim bile fark etmediğim bir şey.
Kahrolası kadın...
Beni kandırmış.
“Sen... silah mı sakladın?”
“Sana güvenmediğimden değil,” dedi.
“Onları bekliyordum.”
---
DEREN –
Onlar... gelecekti.
Zaten bekliyordum.
Mahkemeye çıkmamı istemeyen herkes biliyor:
Çipimdeki kayıtlar patlarsa, o kıyamet öncesi dönemin paçaları zincire vurulur.
Generalinden doktoruna, anneme kadar… herkes açığa çıkar.
Ve o yüzden… beni ortadan kaldırmak gerekiyordu.
Ama benim annem sıradan bir bilim insanı değildi.
O çipi yerleştirirken beni laboratuvara kilitlemedi sadece.
Beni...
öldürmek üzere eğitti.
“Hayatta kalmak yetmez,” derdi.
“Önce sen vurmazsan, seni sike sike öldürürler.”
İşte bu yüzden…
Ben artık sadece bir avukat değilim.
Benim parmaklarım tetikte doğdu.
---
Çadırı delip gelen ilk kurşun sağ üst köşeden girdi.
Yekta hızla sağa atladı.
Ben sola.
İçimde bir korku yoktu.
Sadece... içgüdü vardı.
Ve bu, haz veren bir şeydi.
“1, 2…”
Nefesimi tuttum.
“3.”
Hareket ettim.
Çadırın yırtık kenarından süzülen gölgeyi gördüm.
Sırtı dönüktü.
Karakalpak kamuflaj.
Susturucu.
Omzunda damga.
Bunlar... şirket tetikçileri.
Özel ajanlar.
Sözleşmeli katiller.
Amaç: Deren Sualp’i asla mahkemeye ulaştırmamak.
Ama hesaplayamadıkları tek şey:
Ben, anasının elinden çıkmış bir silahım.
---
Glock’u kaldırdım.
Bileğim sabit.
Gözüm tetikte.
Ve tetiğe bastım.
“Tak-tak-tak.”
Üç mermi.
Üçü de gövdeye.
Adam sendeledi.
Geri dönerken Yekta onu yere serdi.
Boğazını tek elle kavrayıp yere bastırdı.
Ama iş işten geçmişti.
Ben öldürmüştüm.
---
YEKTA –
Kadına bakıyorum.
Ellerinde silah.
Omuzları dik.
Nefesi sabit.
Gözlerinde panik yok.
Ter yok.
Sarsıntı yok.
Bu kadın...
bu bir avukat değil.
“Sen…” dedim.
“Ne zaman eğitildin?”
Omzuna kan sıçramıştı.
Çevirdi yüzünü.
“Bilmiyorum,” dedi.
“Belki o laboratuvarda, belki annemin uykusuz gecelerinde. Belki senin beni bulamadığın yıllarda.”
O cümle içime saplandı.
“Ben seni... bulamadığım için mi böyle oldun?”
Cevap vermedi.
Sadece yürüdü.
Silahını kontrol etti.
Mermiyi yeniledi.
Emniyeti tekrar açtı.
O an...
Ona baktım.
Ve içimden geçen şey:
“Ben bu kadını sevişirken değil, savaşırken daha çok istiyorum.”
Ama ağzımdan çıkan tek cümle:
“Bir daha beni kandırırsan seni bağlayıp sorgularım.”
Deren döndü.
Gülümsedi.
“Söz veremem. Kandırmak çok zevkli.”
---
YEKTA –
Silahı temizliyor.
Parmakları hâlâ hafif titriyor ama yüzü… buz gibi.
Sanki az önce üç adamı gözünü kırpmadan vurmadı.
Sanki çadırın içi hâlâ barut, ter ve ölüm kokmuyormuş gibi.
Ben ayaktayım.
O yerde çömelmiş.
Dizleri aralık.
Kahrolası mermi çekirdeği gibi vücudu hâlâ önümde.
Ama elimdeki bez, namluyu değil… kendi sabrımı temizliyormuş gibi.
“O silah sende ne zamandan beri vardı?”
Sesim sert.
Belki fazla.
Ama yapacak bir şey yok.
“Sence söylemem gereken her şeyi söyledim mi?”
Başını kaldırmadan cevap veriyor.
Bakmıyor bile yüzüme.
Bu daha da delirtiyor beni.
Yavaşça yanına çömeldim.
“Sakladığın başka ne var?”
Sonunda kafasını kaldırdı.
O mavi gözler.
İçine bakınca… kar fırtınası değil, yangın görüyorsun.
“Beni bağla da sorgula istersen.”
Donakaldım.
“Ne dedin?”
Omzunu silkti.
“Sana güvenemem dedin ya. Güvenmeyene güven verilmez. Bağla beni. Belki hoşuma gider.”
Ve...
göz kırptı.
...
Sanki alnıma mermi yedim.
Sanki o göz kırpış tek emir gibiydi.
Ayağa kalktım.
Boğazımda öfke değil, arzu yumruğu var.
“O göz kırpmanı bir daha yapma.”
Dizimi yere koydum.
Ellerini tuttum.
Bileklerine kapattım parmaklarımı.
Hafif baskı yaptım.
O... gülümsedi.
“Neyi? Bunu mu?”
VE...
YİNE GÖZ KIRPTI.
İşte orada koptum.
Vücudumu onun üstüne attım.
Sırt üstü düşürdüm.
Dizlerim kalçalarının iki yanına geldi.
Ellerini başının üstüne bastırdım.
O hâlâ gülümsüyor.
O LANET GÜLÜMSEME.
“Sana n’apmak istediğimi bilmiyorsun, değil mi?”
Fısıldadım.
Burnum onun burnuna değdi.
“Biliyorum.” dedi.
“Ama sen yapamayacak kadar kontrollüsün.”
Ve ben… kontrolümü kaybettim.
Ağzına kapandım.
Öpmedim.
Saldırdım.
Dudaklarını ısırdım.
Diliyle karşılık verdi.
Dizleri kalçama sarıldı.
Yumruğu göğsüme indi ama çekmedi.
Bir daha vurdu.
Bir daha.
Ben tuttum.
Nefeslerimiz birbirine karıştı.
Terimiz karıştı.
Ve ben… onu orada istedim.
Şu an.
Hemen.
Yatarken.
İnlerken.
Silahlar başucumuzda.
Kıyamet dışarıdayken.
Ama…
“ÇAT!”
Fermuar sesi.
Gözüm çadır girişine döndü.
Ellerim hâlâ Deren’in bileklerinde.
Deren’in dudakları ıslak.
Boynunda diş izim var.
Ve içeri biri girdi.
Kafasını kaldırdı.
Omzunda askeri armamız.
Teni rüzgârla yanmış.
Sol gözünde eski dikiş izi.
Ve dudağında yarım bir sırıtış.
“Yine sorgulama yöntemi mi bu, Kartal?”
Teğmen Kasırga.
Benim eski timimden.
Beni en iyi tanıyan kişi.
Sessizlik.
Deren bakıyor.
Ben... hâlâ onun üstündeyim.
Kasırga ise karşımda dikiliyor.
“Amına koyayım,” dedim.
“Kırk çadır vardı, bu ne zaman seninki oldu?”
Kasırga güldü.
“Seninkinin ne zamandır ‘seninki’ olduğunu bilseydim girmezdim.”
Deren fısıldadı.
“Seninki olmadım.”
Ama sesinde…
“Henüz” vardı.
---