ATEŞLİ GECELER RANASU

3124 Words
Soğuk su tenimi ısırıyordu, ama içimdeki ateş hâlâ alev alevdi. Cenkay’ın kollarında, küvetin içinde, göğsüne yaslanmıştım. Gömleği sırılsıklam, tenine yapışmış, kaslı kolları beni sıkıca sarıyordu. Nefesi boynuma değiyor, sıcaklığı soğuk suyu delip geçiyordu. Başım omzuna düşmüş, gözlerim yarı kapalı, zihnim bir sis bulutunda kaybolmuştu. Ateşim öyle yüksekti ki, bedenim titriyor, ama onun varlığı, o yasak dokunuşu, içimdeki fırtınayı büyütüyordu. “Rana…” dedi usulca. Sesi endişeliydi. Sanki her kelime bir bıçağın ucunda dans ediyordu. “Beni duyuyor musun?” Cevap veremedim başta. Sonra kelimeler dudaklarımdan dökülmeye başladı, kırık, bulanık, bir sayıklamanın gölgesinde. Kalbim, onun kollarında paramparça olurken, içimdeki acı ve arzu birbiriyle çarpışıyordu. O sabah, yalıdaki kavgamızdan sonra odama kapanmıştım. Cenkay’a olan öfkemle kendime söz vermiştim: Onun gölgesinde daha fazla ezilmeyecektim. Ama bu söz, odamın duvarlarında boş bir yankı gibi kayboldu. Kahvaltımı odama istedim, çünkü Cenkay’ı görmek istemiyordum. Can’ı arayıp gece olanlar için özür diledim. Önemli olmadığını söyledi ve benimle haftasonu için randevulaştı. Söylediğine göre bana bir sürprizi vardı. Öğle saatlerinde başım ağrımaya başladı, bedenim ağırlaştı. Üşümeye, hatta titremeye başladım Ağustos sıcağında. Odamdaki küçük depodan yorganımı çıkardım ve yatağa uzanıp yorganı üstüme çektim, ama titremem durmadı. Saatler geçti, yarı uykulu, yarı uyanık bir halde titreye titreye yattım. Kulağıma dolan bütün sesler, uzak bir rüya gibi geldi. Hava iyice kararırken çalınan kapıyla irkildim. Yatakta cenin pozisyonunda, titrerken, kapının açıldığını duydum ama dönüp bakmadım bile. Azrail gelmiş olmalıydı, bu halde başka kimseyi beklemiyordum. “Rana?” diye tereddütlü ve endişeli bir ses doldurdu kulaklarımı. Demek gelen Azrail değil de zebaniydi. Cevap vermedim. Görüldü atarsam giderdi belki. Gözlerimi kapattım, onun varlığını yok saymaya çalıştım. Gaslighting yapana ghostingin kralını yapardık biz de burada. Kara toprağa iadesiz, taahhütsüz, aktarmasız uçardı. Yani tabii mevcut koşullarda kara toprak bana daha yakındı ama, sen yine de Ajda Pekkan’mışım gibi çek panpa… ‘’Rana, beni duyuyor musun?’’ dedi bu defa da zebanilerin başı… Millete tomurcuk memeli Huriler, kazık gibi damarlı Nuriler… Bana gelince cehennemden seçmeler! Adaletin bu mu dünya? Bir adım attığını duydum, sonra bir adım daha… Üç Kul Huvallah, bir Elham okusam gider miydi acaba? Yatağımın kenarına oturdu, elini alnıma koydu. “Allah kahretsin, yanıyorsun!’’ dedi, korkuyla. Korkma kral, ölüp de başına kalmam. “Rana, kalk, hastaneye gidiyoruz!” dedi. Sen beni direkt Zincirlikuyu Camii’ne götür, ne hastanesi? “Hayır.’’ dedim, cılız sesimle. “Bırak beni.” Cenkay, bir an duraksadı, sonra yorganı üstümden çekti. “Bu böyle olmayacak.” dedi. Kollarını bedenimin altına kaydırdı, beni kucağına aldı. Zayıf bir itiraz mırıldandım, ama gücüm yoktu. Başım göğsüne düştü, onun kokusu zihnimi daha da bulandırdı. Banyoya doğru yürüdü, küveti soğuk suyla doldurmaya başladı. “Ateşini düşürmemiz lazım.” dedi. Küvetin kenarına oturtmaya çalıştı, ama soğuk suya değdiğim an, bedenim isyan etti. “Hayır, istemiyorum!” diye itiraz ettim zayıf ama kararlı, sesimle. Ellerim küvetin kenarına tutundu, titreyerek geri çekildim. Ateşim zihnimi bulandırmıştı, soğuk su bir düşman gibiydi, tenimi yakacağını sanıyordum. Cenkay, kaşlarını çattı. “Rana, yapma, bu gerekli.” dedi. Sanki sesinde şefkat vardı. Ama beni ikna etmeye yetmedi, direndim, kollarımı göğsümde kavuşturdum, başımı salladım. “Soğuk... yapamam…” diye mırıldandım, gözlerim kapanırken. Olduğum yerde gözlerim kapanıyordu. Her an bayılmaya ve kendimden geçmeye çok müsaittim. Cenkay, bir an duraksadı, sonra derin bir nefes aldı. “Lanet olsun!” diye mırıldandı, ve beni kucağına alarak küvete oturdu. Ufak bir çığlık atıp, boynuna sıkı sıkı sarıldım. Aynı, banyo yaptırılan bir kedi gibiydim. Soğuk su, tenimi ısırırken, onun sıcaklığı beni sarıyordu. Gömleği tenine yapışmış, kaslı kolları beni sıkıca tutuyordu, göğsü endişeden mi, yoksa soğuktan mı, bilinmez; hızla inip kalkıyordu. Başım omzuna düştü, sıcak ve düzensiz nefesi boynuma değiyordu. “Rana, dayan lütfen.” dedi. Yavaşça pijamalarımı çıkarmaya başladı. İnce tişörtüm sırılsıklam, tenime yapışmış, bedenimin her hattını ortaya seriyordu. Parmakları, titreyerek yakasından tuttu, başımın üzerinden çekip çıkardı, yere attı, su damlaları taş zemine düştü. Sonra şortum, aynı şekilde yavaş ve dikkatli hareketlerle onu da çıkardı. Sanki her dokunuşu bir sınırı zorluyordu. Çıplak tenim, soğuk suya değdiğinde titredim, ama Cenkay beni göğsüne çekti, kollarıyla sardı. “Sakin ol…” dedi beni yatıştırmak ister gibi. Göğsüne yaslandığımda, onun kalp atışlarını hissettim. Hızlı ve düzensiz kalp atışları, sanki onun da bu anın ağırlığı altında ezildiğini söylüyordu. Bu zayıf anımda ondan başka kimsemin olmayışı, bana talihsizlikten başka bir şey ifade etmiyordu. Onun kollarının rahatlığının verdiği rehavete kapılarak, bulanmış zihnimden dudaklarıma dökülen kırık ve dağınık bir sayıklamaya engel olacak mecalim bile kalmamıştı. “Sana kin tutmak istiyorum... Ama içim izin vermiyor.” dedim cılız sesimle. Cenkay’ın nefesi kesildi, kolları beni daha sıkı sardı, göğsü bir an duraksadı. “Seni bağışlayamamak... Bu beni daha çok yaralıyor.” diye devam ettim. Sarhoşluk halimden bile daha kötüydü bu durum. Tam bir şuursuzluk haliydi. “Sen içimdeki seni öldürdün, Cenkay... O ateşi, o heyecanı söndürdün, bu acıtıyor.’’ Sesim çok sakin, çok cılız, tıpkı bir çocuk gibi çıkıyordu. Sesimde hiçbir duygu, vurgu veya tonlama yoktu. Suçlamıyordum, hesap sormuyordum… Sadece umami bir tatta sözcükler uçuşuyordu havada. ‘’Ben sana ne yaptım ki?” Kelimeler, içimdeki acıyı, öfkeyi, bastırılmış arzuyu taşıyordu, ama onları sayıklarken sesimin tınısında hiçbir ifade yoktu. Cenkay sessizdi, ama göğsünün inip kalkışı, onun da bu sözlerden sarsıldığını söylüyordu. “Rana…” dedi sonunda sıkıntılı sesiyle. ‘’Konuşma, lütfen. Sadece ateşin düşene kadar dayan.” Küvette, zaman kayboldu, dakikalar saatler gibi hissettirdi. Soğuk su, ateşimi yavaşça dindirdi, titremelerim azaldı. Cenkay, elini alnıma koydu. “İyi, düşüyor.” diye mırıldandı. Kollarından kayıp küvetten çıkmamı beklemedi. Beni kucağında tutarak ayağa kalktığında, üstümüzden su damlaları banyonun taş zeminine dökülüyordu. Beni odama taşıdı, yatağa oturttu, sırılsıklam gömleği tenine yapışmış, saçlarından damlalar çenesine süzülüyordu. Ateşim düşmüş olsa da, halim yoktu. Üstümdeki ıslak iç çamaşırlarımla yatağa tekrar uzandım. Kulağıma sesler geliyordu. Bir şeyler arıyordu galiba. Çok geçmeden tenimde bir havlu hissettim. Beni kurutmaya çalışıyordu. Sonra beni kaldırıp saçlarıma bir havlu doladı. O kadar kötüydüm ki, kendimi tekrar yatağa bıraktım. ‘’Uyuyacağım, beni rahat bırak!’’ dedim fısıltıyla. Sanki beni duymamış gibi üstümdeki çamaşırlarımı çıkardı ve kuru olanları giydirdi. Sonra da eşofmanlarımı… Başımdaki havluyu açıp, saçlarımı önce havluyla, sonra da saç kurutma makinesiyle kurutmaya başladı. Parmakları saç tellerime dolanırken, her hareketi hem şefkatli hem de dikkatliydi. Onun bu yakınlığını hissetmek bana kendime ihanet etmişim gibi hissettiriyordu ama o sırada da ondan başka kimsem yoktu. Neden şimdi bu kadar kibar, bu kadar yakındı? Yani, acıyordu tabii… Ya da insanlık namına mı yapıyordu? Cenkay’da insanatlık da mı vardı? Ateşim iyice başıma vurmuştu. “Hastaneye gidiyoruz.’’ dedi ve beni kucağına alıp, ıslak üstüne aldırmadan, hızlı ama dikkatli adımlarla merdivenlerden indi. Beni arabasına bindirdi. Koltuğa yaslandığımda gözlerim kapanıyordu. Yol boyunca sessizdi, ama elinin direksiyonda sıkılaştığını, çenesinin kasıldığını, yarı açık gözlerimle gördüm. Hastaneye vardığımızda, her şey bir rüya gibi geçti. Hemşirelerin telaşı, doktorların sesleri, koluma batan iğne... Sonra, karanlık beni yuttu. Gözlerimi açtığımda, hastane odasındaydım. Kolumda bir serum, damlalar yavaşça damarlarıma akıyordu. Başım hâlâ ağırdı, ama vücut ısımı normal hissediyordum, bedenim hafif bir rahatlama içindeydi. Odanın loş ışığında, yanımda oturan bir siluet fark ettim. Cenkay sandım başta ama değildi. Güzide… Onun yumuşak gülüşü, o tanıdık, şefkatli bakışları... Kalbim bir an için sıkıştı. Elinde tuttuğu bir bardak suyla, bana bakıyordu. ‘’Günaydın uyuyan güzel.” dedi. “Korkuttun bizi.” Şaşkınlıkla ona baktım, zihnim hâlâ bulanıktı. “Sen... neden buradasın?” dediğimde çatallı sesimden, boğazımın kuruduğu belli oluyordu. Güzide, gülümsedi, elini koluma koydu, nazik, sıcak bir dokunuşla. “Cenkay aradı, çok endişeliydi. Benden burada olmamı istedi. Seni yalnız bırakmak istemedi.” dedi. ‘’Ödünü koparmışsın, ben onu hiç bu kadar çaresiz görmemiştim.’’ Buna inanmak istemiyordum. ‘’Geldiğin için teşekkür ederim.’’ dedim sadece. Güzide sesimi duyunca elindeki bardağı bana uzattı. “İç, lütfen.’’ dedi. Verdiği suyu yudumlarken, gözlerim doldu. Güzide’nin şefkati, beni ona karşı daha da mahcup etti. “Teşekkür ederim.” dedim boş bardağı uzatırken. Güzide, elimi sıktı, parmakları sıcak, teselli ediciydi. “Enfeksiyon kapmışsın.’’ dedi. ‘’Kilyos’ta denize girdim. O yüzden olmalı.’’ Çocukluktan beri ne zaman İstanbul’da denize girsem, böyle hasta olurdum. Bu defa iyi bile dayanmış, tatilimin sonuna kadar hasta olmamıştım en azından. ‘’Kendini şimdi nasıl hissediyorsun?’’ ‘’Daha iyiceyim.’’ Biraz sessizce bekledik. Sanırım kolumdaki serumun bitmesini bekliyorduk. ‘’Cenkay’dan ayrıldığını zannediyordum.’’ dedim. ‘’Doğru hatırlıyorsun.’’ dedi. ‘’Ama nasıl gözü korktuysa, beni çaresizce aradı. Kendi bahçede bekliyor.’’ ‘’Söyle, beklemesine gerek yok. Gidebilir. Seni de işinden alıkoymuş boşuna. Ben arkadaşlarımı ararım, gelirler birazdan.’’ ‘’Cenkay’ı ben de göndermeye çalıştım Rana, ama gidemiyor. Gerçekten çok korkmuş sana bir şey olmasından. Geldiğimde neredeyse ağlayacaktı. Ben de senin yanında olmaktan şikayetçi değilim canım. Ne zaman ihtiyacın olursa, seve seve sana destek olurum.’’ ‘’Güzide, dayımlar gelene kadar sen kalır mısın benimle? Bu Cenkay beni katil edecek çünkü.’’ Gülmeye başladı. ‘’Sen bana taşınsana. Senin evin kadar gösterişli değil ama, dayınlar dönene kadar seni misafir edebilirim evimde. Dubleks bir dairem var. Bir katını kendi dairen gibi rahat rahat kullanırsın.’’ ‘’Güzide gerçekten çok tatlısın. Olur ya… Çıkınca eşyaları toplayalım, sana gidelim. Bu kendini iyice bekçi yaptı başıma çünkü. Dün gece yatak odamdan misafirimi kovdu, biliyor musun?’’ ‘’Nasıl yani?’’dedi merakla. ‘’Kim vardı ki yatak odanda?’’ ‘’Can diye bir çocuk. Kilyos’ta tanıştık. Gece beni eve bıraktı, ben de odama davet ettim. Tam yakınlaşacaktık ki, bu Cenkay gelip kavga etti ve kovdu.’’ ‘’Eee? Sonra?’’ ‘’Sonra sızmışım. Sabah kavga ettik ama. Gözlerini oymak istedim ya!’’ Kahkaha attı. ‘’Aferin sana! Amerika yaramış belli ki…’’ ‘’Bir de hâlâ inkar ediyor, biliyor musun?’’ ‘’Öyle mi? Vay namussuz! Sen de o zaman öyle davransana.’’ ‘’Nasıl yani?’’ ‘’Madem aranızda olanları yok sayıyor, sen de öyle yap. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davran ve eskisi gibi ‘Cenkay abi’ demeye devam et. Gözüne gözüne böyle oğlanları sok bakalım, ne yapacak korkak.’’ Güldürmüştü beni. Sonra bir an duraksadım, çünkü aklıma bir şey takıldı. ‘’Güzide, sen bu Cenkay’ın kaç yıllık eski sevgilisi olduğuna emin misin?’’ diye sordum. Bu kadar rahatlık ve umursamazlık fazlaydı çünkü. Özellikle aynı çatı altında aldatılan bir kadın için… ‘’Olmayacak adama bel bağlamadım diyelim… Yani Cenkay’dan beklediğim bir şeydi yaptıkları.’’ ‘’Ama ben de senin varlığını bile bile onunla birlikte oldum. Bana hiç mi kızmadın?’’ ‘’Dedim ya; bana sadakat borcu olan sen değildin Rana. Hem eminim; sen benim varlığıma ondan daha çok saygı duymuşsundur.’’ İçeri giren doktorla konuşmamıza ara verdik. Doktor beni muayene edip, serumu kontrol ettikten sonra, serum bitince çıkabileceğimizi söyledi ve reçeteyi bırakıp gitti. Güzide Cenkay’a mesaj atıp durumu bildirdi. Serumum bittiğinde, Cenkay odaya geldi. Islak duruyordu, tam kurumamıştı üstü daha. Üstünü değiştirmeye bile gitmemişti demek. Aman, ne büyük fedakarlık! Gözlerim yaşardı… Bana yürümem için destek olmaya yeltenince kendimi geri çektim. ‘’Ben varım, bana tutunur.’’ dedi Güzide. ‘’Arabamla geldim, ben bırakırım. Sen daha fazla programını aksatma.’’ dedi sanki beni ondan korur gibi… ‘’Akşamın bu saatinde ne programı Güzide? Rana’yı evde yalnız bırakamam.’’ ‘’Rana benimle kalacak bundan sonra. Ona bakıcılık yapmak zorunda değilsin.’’ ‘’Olmaz öyle şey!’’ dedi hiddetle. ‘’Sana ne Cenkay abi? Kendini iyice bana bekçi olarak atadın sen de! Bu hasta halimle bir de seninle uğraşamam!’’ Güzideyle beraber asansörlere gittik ve direkt olarak otoparka indik. Cenkay’ın yaptıkları için tabii ki minnettardım ama bu, yaptığı hatayı affettirmiyordu. Güzide önde, Cenkay arkada yalıya sürdük. Gelince Güzide arabada bekledi beni. Odama çıkıp eşyalarımı toparlarken, bir an elim ayağım boşaldı. Kendime gelmek için yatağa uzandım. Sonrasında uyuyakalmışım. ‘’Rana…’’ diyen bir sesle uyandığımda, gecenin ortalarında bir yerde olduğumu söyleyebilirdim. Karşımda Cenkay vardı. Üstüne kuru bir şeyler giymişti. ‘’Uyandırmak istemezdim ama bir şeyler yemelisin. Sonra da ilaçlarını alman lazım.’’ Bir yandan Cenkay’ın şefkatli sesi kulaklarımı doldururken, diğer yandan da yavaş yavaş ayılan zihnimle olanları hatırladım. ‘’Güzide!’’ dedim telaşla. Cenkay elindeki ateş ölçeri alnıma tutarken cevap verdi. ‘’Sen uyuyakalınca o da evine gitti. Sana konum atacaktı, telefonuna bakarsın.’’ Telefonuma baktığımda saat ikiyi geçiyordu. ‘’Yiyecek bir şeyler hazırlattım. Seni bekliyorum. Soğutmadan in.’’ dedi ve gitti. Kendini ne zannediyordu bu ya? Bana bakıcılık yapsın diye maaşlı eleman mıydı bu manyak? Elimi yüzümü yıkayıp, üstüme de bir elbise geçirerek aşağı indim. Bütün kemiklerim sanki ufalanmış bisküvi gibi hissettiriyordu, dişlerim ve tırnaklarım dahil. Aşağı indiğimde Cenkay’ın beni avluda beklediğini gördüm. Masayı oraya hazırlatmıştı. Gidip, karşısına oturdum. Tavuk suyuna çorba, kızarmış ekmek, biraz peynir ve haşlanmış sebze vardı. Bir de pesto soslu makarna yaptırmıştı. ‘’Otursana.’’ dedi. ‘’Ben de açım, seni bekliyorum yemek için.’’ Biraz sinirlerimi bozan bir durumun içindeydim doğrusu ama nankörlük de etmek istemiyordum. Sonuçta ben bu kadar hastayken bana gerçekten el uzatmıştı ve ilgi göstermeye devam ediyordu. Sessizce oturdum ve çorbamdan bir yudum aldım. Çorbanın o yumuşacık tadı damağımda gezinirken, duygusal olarak da iyi hissettirdi bana. Yüz ifademden anlamış olmalı ki ‘’Beğendin mi?’’ diye sordu. Bu halim onu memnun etmiş gibi görünüyordu. Sadece başımı sallayarak cevap verdim. Birkaç dakika sonra ‘’Nasıl anladın benim hasta olduğumu?’’ diye sordum. ‘’Akşam yemeği saatinde bana kaç kişilik servis açmaları gerektiğini sordular. Sonra senin bütün gün odandan çıkmadığını söylediler. Sana bakmaya geldim. Kapıyı çaldığımda cevap vermedin. Belki banyodasındır diye geri gittim. Yarım saat kadar bekledim, sonra yine kapını çaldım. Sen yine cevap vermedin. Ben de merak ettim.’’ ‘’Anladım…’’ dedim sadece başımı sallayarak. ‘’Sana da çok zahmet verdim.’’ ‘’Zahmet değil Rana ama ödümü kopardın. Çok korkuttun beni.’’ ‘’Korkma, ölmedim sonuçta. Dayıma hesap vermek zorunda kalmazsın, merak etme.’’ ‘’Rana ben senin için endişelendim.’’ Neyi deşiyordu bu hâlâ? ‘’Tamam, teşekkür ederim. Hayatımı kurtardın. Şimdi karnımı doyurabilir miyim?’’ Bu çıkışımdan sonra sadece başını salladı. Telefonuma gelen mesajlara bakarak yemek yemeye devam ettim. Can bana bir sürü mesaj atmıştı. Onları cevapladım. Hastalandığımı söylediğimde aradı. ‘’Efendim…’’ dedim cilveli bir ses tonuyla. Saçlarımla oynayarak konuşuyordum. ‘’Rana, neyin var?’’ ‘’Enfeksiyon kapmışım. Öğleden sonra ateşim çıktı. Hastaneye gittim, serum verdiler. Şimdi daha iyiyim. Yemek yiyorum, sonra da ilaç içeceğim. Sen neler yaptın bugün?’’ ‘’Ben çalıştım canım. Sen iyi misin şimdi? Neden beni aramadın?’’ ‘’Baygın bir halde buldular beni. Yoksa seni arar, çağırırdım tabii.’’ ‘’Olmayacak böyle ama ya… Bakamıyorlarsa seni bana versinler.’’ Bu dediğine hasta halime bakmadan şuh bir kahkaha atacak oldum ki, öksürüğüm birdenbire bütün şuh estetiğimi bozdu. Cenkay’ın yüzü aydınlandı resmen bu halime. Yüzünde şeytani bir gülümsemeyle bana bir bardak su doldurup uzattı. Gözlerimi devirerek elindeki bardağı sertçe çektim ve masaya koyduktan sonra ona ‘çekilebilirsin’ anlamına gelen bir el hareketi yaptım. Suyumdan birkaç yudum aldıktan sonra Can’la konuşmama devam ettim. ‘’Kıyamam, öksürük mü tuttu seni?’’ ‘’Boğazım kurumuş ama iyiyim.’’ ‘’Saat geç oldu ama seni görmezsem için hiç rahat etmeyecek. Gelebilir miyim?’’ Nazlanan kız çocukları gibi, işaret parmağımı dudaklarımın arasına götürerek şımarık şımarık konuştum. ‘’Ih ıh… Gelme…’’ ‘’Gelmeyeyim mi?’’ ‘’Gelme, çok çirkinim şimdi.’’ Resmen çocuk gibi konuşuyordum. Cenkay, karşımda yemeğini çatalla almıyor, resmen o çatalı yemeğin otuz sekiz yerine saplıyordu. ‘’Sen çirkin olamazsın Rana.’’ Cenkay karşımda ‘hah!’ diye bir nida atıp sıkıntıyla alnını ovuşturdu. Sanırım telefonumdan gelen sesi duyuyordu. ‘’Ama şimdi çok bakımsızım. Çirkin oldum.’’ dedim saçlarımla oynayarak. Cilvemin ses tonunu Can duyuyordu ama, cilvemi gören Cenkay’dı. Bunu onun için yapmamam da onu çok rahatsız ediyordu. ‘’Tamam işte. Ben gelir bakarım sana prenses.’’ ‘’Rana, yemeğini ye artık. Daha da geç olmadan ilacını al.’’ Cenkay’ın tok sesi bütün anın büyüsünü bozdu. ‘’Kuzenin mi var yanında?’’ diyen Can’ın sesi de ciddileşmiş, bozulmuştu. ‘’Dayımlar tatilde, biliyorsun. Evde sadece o vardı.’’ dedim kendimi açıklamaya çalışır gibi. ‘’Tamam güzelim, geliyorum o zaman. Daha fazla zahmet vermeyelim ona, bundan sonra ben ilgilenirim seninle.’’ Can’ın böyle davranması çok hoşuma gitmişti. Sözleri ve davranışları tutarlı bir erkekle karşılaşmıştım ve gerçekten de iyi gelmişti bu bana. ‘’Peki, sen nasıl istersen…’’ dedim ve telefonu kapattım. Cenkay’a bir şey demeden yemeğimi yemeye devam ettim. Çok geçmeden Can’ın arabasının sesini duydum. Hemen koşarak onu karşılamaya gitti. Ben avludaki taş merdivenleri inerken, o da arabadan iniyordu. ‘’Yavaş, yavaş… Düşeceksin…’’ diye uyardı gülerken. Hemen kollarımı boynuna sardım, o da belimi sardı. ‘’Uf mu oldun sen?’’ demesiyle dudaklarımı büzüştürüp başımı aşağı yukarı salladım. ‘’Seni bir gün görmeyince cıss oldum.’’ ‘’Öpeyim de geçsin o zaman…’’ dedi ama bu anı bozan tabii ki Cenkay oldu. ‘’Rana, yemeğini buz gibi yaptın. Gel ve karnını doyur!’’ ‘’Yemek yemedin mi sen daha?’’ dedi Can bu sefer de ilgiyle. ‘’Yiyorum şimdi. Sana da servis açsınlar mı?’’ ‘’Saat epey geç oldu. Bu saatte çalışanları uğraştırma şimdi. Hem ben yedim zaten. Sana da getirdim.’’ dedikten sonra arabasından bir paket çıkardı. ‘’Senin sevdiğin hamburgerci buydu, değil mi?’’ ‘’Can sen harikasın!’’ dedim. ‘’Abartma canım, alt tarafı bir hamburger. Hem içinde minik bir sürpriz de var.’’ Açıp bakınca mozarellalı kızarmış turşu gördüm. Kızarmış turşuları en sevdiğimdi. ‘’Gerçekten çok incesin, teşekkür ederim.’’ ‘’Hadi soğutmadan ye.’’ Masaya beraber döndüğümüzde Cenkay’ın o çakma mafya babası suratı bizi bekliyordu. Hamburgerlerin arasından bir paket daha çıktı. ‘’Bu ne? Yeni mi eklemişler menüye?’’ dedim açarken. ‘’O benim özel hasta çayı karışımım. Yemekten sonra kendi ellerimle demleyeceğim sana.’’ ‘’Sen anlar mısın böyle bitki çayı işlerinden. Genelde erkekler pek sevmez.’’ ‘’Ben sadece eğlence işi yapmıyorum prenses. Gıda mühendisiyim aynı zamanda. Medicae Aktar Zinciri bizim ve son beş yıldır reçetelerini ben hazırlıyorum.’’ ‘’Ben sizin üzüm çekirdeği yağınıza bayılıyorum. Çok iyi!’’ Kolumda parmağını gezdirmeye başladı. ‘’Bu teni nemlendirdiğini bilseydim, üzümlerini tek tek kendi ellerimle toplar, altından yapılmış bir pres makinesinde yağlarını sıkar ve elmas şişelere doldurturdum. Bu ten, her şeyin en iyisini hak ediyor.’’ ‘’Edebinle otur şurada oğlum. Aile evi burası!’’ Bu Cenkay yine asabımı bozuyordu. ‘’Benim misafirlerime karşı haddini ne zaman bileceksin Cenkay abi?’’ Can elimi tutup, ona dönmemi sağladı. ‘’Abilik yapıyor kendince. Beni tanıdıkça böyle davranmayı bırakır. Sen aç bakalım ağzını.’’ diyerek bir dilim patates kızartması uzattı. ‘’Senin anlata anlata bitiremediğin biftekten burgerden aldım. Şarapta beklemiş mantar sosuyla marine edilenden… Buz gibi oldu, ye artık.’’ ‘’Çok incesin, teşekkür ederim.’’ Cenkay’ın gözünün önünde afiyetle karnımı doyurdum. Arada Can’a kendi ellerimle garnitürlerden ve atıştırmalıklardan yediriyordum, arada o bana yediriyordu. Dudağımın kenarına bulaşan sosları parmağıyla alıp, gözlerime bakarak emiyordu. Cenkay’ın gözü önünde, sanki o yokmuşuz gibi davranıyorduk. Yemekten sonra Can’a bir şey içmek isteyip istemediğini sordum. Açıkçası benim canım getirdiği çayı denemek istiyordu. İçinde rengarenk kuru çiçekler ve meyveler vardı. Çok güzel görünüyor ve güzel de kokuyordu. ‘’Çayını istiyorsan hemen demleyebilirim. Mutfak nerede?’’ dedi. Elinden tutup onu mutfağa götürdüm. Bir gece önce yatak odam, sonraki gece mutfak… Bakalım Can’la birlikte olmak evin hangi odasına nasip olacaktı. ‘’Cenkay abin ne zamandır sizinle yaşıyor?’’ diye sordu. ‘’Ben üniversiteye başladığım zaman geldi. Neden sordun ki?’’ ‘’Sanki seni büyütmüş gibi çok korumacı davranıyor. Dayının oğlu muydu?’’ ‘’Hayır. Dayımın eşinin yeğeni. Nergiz yengem onun halası.’’ ‘’Kuzenin değil ki bu adam senin Rana. Seninle neden aynı evde kalıyor?’’ sonra sorduğu sorunun yanlış anlaşılacağını anladı. ‘’Yani, aile ilişkilerinizi bilmiyorum tabii, bana düşmez sorgulamak, ama seninle yalnız kalması ve bu kadar korumacı olması bana biraz garip geldi.’’ ‘’Bizimle çok kalmıyor aslında. Dayımla yengem evde yok diye böyle davranıyor.’’ Kettle’daki su kaynarken limonları sordu. Buzdolabına doğru gittim, limonları aldım, tam kapıyı kapattım ve arkamı döndüm ki, Can’la buzdolabı arasında sıkıştım, kaldım. Kokusu burnuma dolarken, gözlerimi kapattım. Kalbim ağzımda atıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD