GECENİN ATMOSFERİ

1491 Words
Gecenin bir vakti, sadece camdan süzülen Ay ışığı ve yıldızın aydınlattığı bir salonda, üvey kuzenimle baş başa, üstelik üstümde saten gecelik varken, sehpada yeni boşaldığı belli olan iki içki kadehi dururken, üvey kuzenimin sevgilisiyle karşılaşmamın sebep olacağı trajediyi saniyeler içinde öngörebiliyordum. Cenkay da ben de panikle birbirimize bakarken, merdivenden inen Güzide’nin ‘’Cenkay, orada mısın?’’ diyen sesinin giderek yaklaşması, zamanımızın ne kadar kısıtlı olduğunu bize fark ettiriyordu. Beni birden kolumdan çeken Cenkay’ın ani hareketi neredeyse çığlık atmama neden olacaktı ki, diğer eliyle ağzımı kapayıp beni resmen geri geri sürüklemeye başladı. Bu mesafede onun nefesinin yakınlığını ensemde hissediyordum ve her adımımızda bedeni, sırtımı belli belirsiz sıyırıp duruyordu. Onun yakınlığı mı yoksa içinde bulunduğumuz adrenalin mi, bilmiyorum ama içimde bir şeylerin hareket ettiğini hissediyordum. Belki de saniyeler içinde mideme yolladığım iki kadeh içkiden dolayıydı, bilmiyorum. Tek bildiğim, beni kuvvetli kolları arasına alan Cenkay’ın, beni daha da sıkı bir şekilde sarıp, kendine katmasını ve tenini tenime mühürlemesini içten içe istememdi. Ama bu doğru değildi. Ona karşı ne hissedersem edeyim, onu ne kadar arzularsam arzulayayım, o başka bir kadının erkeğiydi. Değil ona dokunmak, ona dokunmayı arzu etmek bile bana yasaktı. Bu çok yanlıştı. Hem bana hem de Güzide’ye haksızlıktı. Ama Cenkay’ın kollarındayken hislerime, arzularıma engel olamıyordum. İçimdeki şehvet resmen bir başkaldırı, bir nümayiş gibi oradaydı ve ben onu bir günah gibi bastırmanın, saklamanın yollarında kayboluyordum. Cenkay beni salonun avluya bir merdivenle açılan balkonuna bıraktı. Kışın ortasında, gecenin ayazında, üstümde incecik bir gecelikle, yalnayak bir şekilde, kendi evimden kapı önüne konmuştum resmen. Bir de bana sus işareti yapıp içeri girdi. Kendi de pek ala dışarı çıkabilirdi aslında. Ben de Güzide’ye Cenkay abiyi görmediğimi, onu arayabileceğini filan söyler, odama çıkardım. Sıcacık yatağıma gömülür, yastığıma ve yorganıma sarılır, ne güzel uyurdum ya… Soğuktan titremeye başlamıştım, dişlerim birbirine çarpıyordu. Ellerim kızarmaya başlamıştı. Dikkatimi dağıtacak bir şeyler aradım… Gözüm Cenkay’ın odasının balkonuna takıldı. Odanın ışığı yanıyordu. Güzide açık bırakmış olmalıydı. Aklıma Cenkay’ın buraya ilk taşındığı zaman geldi. Ben tam liseye başlamak üzereyken annemle babamı bir kazada kaybettim. Tek çocukları olduğum için her şeyleri bana kalmıştı, bu yalı dahil… Yasal olarak hiçbirini idare edemediğim için bana vasi olan dayım her şeyi idare etti. Canım benim… Eğer babam hayatta olsaydı, ancak onun yapabileceği bir ebeveynlik yapabilirdi bana. Dayım olmasaydı ne yapardım, nasıl yaşardım, bilmiyorum. Hayattaki en büyük korkum onun emeklerini boşa götürmek, onu hayal kırıklığına uğratmak, onu utandırmak… Ben liseyi bitirmek üzereyken, (Fransız lisesinde okuduğum için liseden on dokuz yaşında mezun oldum) dayım bir kadınla evlendi. Dünyanın en sevimli, en şeker, en yardımsever kadını olabilir… Evlenmeleri için resmen dayımla aralarını ben yaptım hatta. Yoksa dayım bütün hayatını bana adamaya yemin etmiş gibiydi… Onlar evlendikten yaklaşık bir buçuk yıl sonra, yani ben üniversitede üçüncü döneme yeni başlamışken, yeğeni Cenkay da İstanbul’da yüksek lisans için halasının yanına, yani bize taşındı. Onu ilk gördüğüm gün, yazdan kalma sıcak bir gündü. Tenis antrenmanından gelmiştim. Salonda piyano çalan çok yakışıklı birini görmeye alışkın değildim genelde. Hatta annemden sonra o piyanoya kimse dokunmamıştı. Karşımda o kadar büyüleyici bir manzara vardı ki, o piyanoya her baktığımda içimde sızlayan annesizliğimi bile bana unutturmuş, bir afyon gibi acımı uyuşturmuştu. Sonra gözleri bana takıldı ve yavaş yavaş piyano çalmayı bıraktı. Ardından bir centilmen gibi ayağa kalktı. ‘’Merhaba, ben Cenkay.’’ dedi gülümseyerek. Gülümsemesi gergin veya usulen takınılan, sahte bir gülümseme değil, gerçekten içten bir gülümsemeydi. Gözleri yıldız yıldız parlıyordu. Sanki beni gördüğüne memnun olmuş gibi… ‘’Hoşgeldin Cenkay, ben de Ra-’’ ‘’Rana, değil mi? Halam söylemişti.’’ ‘’Evet, Rana… Biz seni bu akşam bekliyorduk, kusura bakma lütfen. Seni kim karşıladı?’’ ‘’Halam beni yanlış anladı sanırım. Ona bugün öğlen burada olacağımı söylemiştim ama sanırım o, bu saatlerde yola çıkacağımı düşündü.’’ ‘’Olabilir… Sana odanı gösterdiler mi?’’ ‘’Beni karşılayan çalışanınız teklif etti ama ben evin sahipleriyle karşılaşmadan çıkmak istemedim.’’ ‘’Seni karşılamayan evin sahipleri için çok ince düşünceli değil misin? Gel, hadi seni odana çıkaralım. Yengem ve dayım gelene kadar dinlenirsin.’’ Ben de antrenmandan yeni gelmiştim, banyo yapmam lazımdı sonuçta. Onu öylece salonda bırakamazdım. ‘’Taha abi, rica etsem Cenkay Bey’in eşyalarını odasına taşır mısınız? Bir de mutfağa söyleyin-’’ Cenkay’a dönüp sordum ‘’Ne içersiniz? Eğer açsanız yiyecek bir şey de söyleyebiliriz.’’ ‘’Hiç gerek yok, zahmet vermeyelim. Ben yemek saatine kadar bekleyebilirim.’’ ‘’Ben de odama bir şeyler söyleyeceğim. Sana da bir şeyler hazırlayabilirler.’’ ‘’Peki o zaman, bir kahve içebilirim.’’ ‘’Espresso mu?’’ ‘’Aslında biraz daha büyük bir şey istiyorum. Filtre kahve olabilir.’’ ‘’Duydun Taha abi. Cenkay Bey’in odasına French press seti hazırlayın. Yanına tatlı ve tuzlu petit four da koyun. Süt veya krema da ister misin kahvene?’’ ‘’Hayır, sadece içerim. Bir fincan yeterdi.’’ ‘’Taha abi soğuk içecekler de çıkarın. Bana da iced white tea servisi hazırlayın her zamanki gibi…’’ ‘’Peki Ranakuş, sen nasıl istersen.’’ Taha abi doğduğumdan beri buradaydı. Abi diyordum ama aramızda neredeyse otuz yaş vardı. Ellilerine gelmişti ve Cenkay geldiğinde emekliliğine birkaç ay kalmıştı. Cenkay’ın odasının önüne gelmiştik. Taha abi kapısını açıp, odayı ona gösterirken, ben de kendi odama geçip, soyunup dökülmüştüm. O akşam yemeğinde Cenkay, ben ve dayım tanışmıştık. Cenkay’ın dört tane müzik enstrümanı çaldığını, lise boyunca heykel yaptığını, şiir denemeleri olduğunu o yemekte öğrenmiştim. Üniversitede ekonomi okuduğunu ve ekonometri yüksek lisans programı için geldiğini de… Onunla sabaha kadar oturup evrendeki her şey hakkında konuşabilirdim, o kadar donanımlı ve çok yönlü biriydi. Beni her haliyle etkiliyordu. Titreye titreye gözümün takıldığı balkonunda keman çalıyordu bir gece. Tabii o zaman hava bu kadar soğuk değil, yazdan kalma o son, tatlı günlerin aroması duruyordu hâlâ… Ben yine salonun bu balkonunda oturmuş, kitap okuyarak kendi kendime çay saati yapıyordum. Onun çaldığı kemanla gecenin atmosferi değişmişti resmen. Sanki orada İbrahim Paşa, ben de Hatice Sultan… Yaklaşık bir saat kadar onun keman çalışını dinledim, gözlerimi ondan ayırmadan. O da benim gözlerime aynı şekilde bakıyordu. Onun da aklına aynı sahne gelmiş olacak ki, parçayı bitirdikten sonra bana gülümseyerek ‘’İyi geceler sultanım…’’ dedi ve içeri girdi. Midemde uçuşan kelebekler beni sabaha kadar uyutmamıştı. Geldiğinden beri aramızdaki yaş farkından dolayı ve kuzenim sayılması nedeniyle, ondan her ne kadar etkilensem de, Cenkay abi diyordum. Ama o gece yaptığı kur nedeniyle, ona abi dememe kararı almıştım. Sabah kahvaltıda yoktu. Erkenden kalkıp okula gittiğini öğrendim. Ben de kahvaltı yapıp okula gitmiştim. Okuldan sonra da kızlarla sinemaya gitmiş, oradan bir şeyler içmeye gitmiştik. Eve geldiğimde saat gece yarısına geliyordu. Cenkay’ın sinirli bir şekilde yengemin çalışma odasından çıktığını gördüm. O kadar sinirliydi ki, bana çarpana kadar benim bile farkıma varmamıştı. ‘’Cenkay, iyi misin?’’ diye sordum endişeyle. Sinirden resmen burnundan soluyordu. Tıpkı bir boğa gibiydi… ‘’Cenkay? Cenkay kim küçük hanım? Abiye ne oldu? Beşiğimi mi salladın sen benim, hayırdır? Abi diyeceksin bana! Anladın mı?’’ Benim cevap vermemi beklemeden çıkıp gitti. Ondan sonra eve doğru düzgün gelmez oldu. Geldiğinde de ben yokmuşum gibi davranıyor, muhatap olduğunda da buz gibi bir tavır takınıyordu. Zaten kısa bir süre sonra Güzide’yle birlikte olduğunu söyledi. İşte bir sene sonra da onur konuğumuz(!) meşhur Güzide’yle tanışmış olduk. Kendi evimde, kışın bu ayazında, neredeyse çıplak bir şekilde, kendisinden saklandığım, pek sayın(!) konuğumuz Güzide Hanım… İlk defa geldiğin bu evde, sevgilinin yatağında tek başına beklerken, evin salonunda sevgilin tarafından baştan çıkarılan evin kızıyla evin merdivenlerinde karşılaşsan ne olurdu acaba? Cenkay beni burada unutmamıştı umarım. Ya onunla sevişmeye başlayıp, beni burada unuttuysa? İçeri girsem mi acaba? Belki de odalarına çıkmışlardır. Bu gerçeği kabul etmek, soğuğun tenimde yarattığı acıdan bile keskin. Ben bunları düşünürken nihayet Cenkay geldi. ‘’Neredesin sen be? Buz kestim burada kaç saattir.’’ ‘’Kızım beş dakika oldu, olmadı sen balkona çıkalı. Ne dayanıksız çıktın sen de!’’ Gerçekten sadece beş dakika kadar mı buradaydım? Zaman algısı, gerçekten de göreceliymiş. Gözlerim Cenkay’ın üstünü çıkarmasıyla fal taşı gibi açıldı. ‘’Ne yapıyorsun ya balkonda?’’ Bana umursamadan çıkardığı kazağını başımdan geçirdi. ‘’Kollarını da geçir bakayım.’’ Onun dediği gibi kollarımı da geçirirken ‘’İçeri giremiyor muyum hâlâ?’’ diye sordum. ‘’Üşümüşsün. Giy şunu, öyle girelim.’’ Cenkay’ın beni umursadığı ender anlardan biriydi sanırım. Kazağını bana giydirip, kazağın altında kalan saçlarımı da çıkardıktan sonra beni belimden sararak salona yönlendirdi. ‘’Bu kadar kısa sürede bu kadar üşümeyi nasıl başardın, inanılır gibi değil…’’ ‘’Kolaysa sen dursaydın. Hem sen neden beni çıkarıyorsun ki? Kendin çıksaydın benim yeri- AY!’’ Cenkay bir eliyle ağzımı kapattı hemen. ‘’Sussana kızım! Bir çuval inciri berbat edeceksin!’’ ‘’Ayağıma bir şey battı, çok acıyor.’’ Betona kırık çinileri karıp, özle bir zemin yaptırmıştık. Sanırım çinilerden birinin kenarı ayağımı kesti. Zımpara attırmanın zamanı gelmişti demek ki. Önümde diz çöktü ve ayağıma yakından baktı. ‘’Kesmişsin, kanıyor. Aferin sana! Böyle yalnayak gez sen hep tamam mı?’’ Bir yandan söylenirken, beni kucağına aldı. Şaşkınlıkla bir elimi boynuna attım ve diğerini göğsüne koyup, düşmemek için dengemi sağladım. Yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Burunlarımız birbirine değiyor, dudaklarımız resmen bir mıknatıs gibi birbirine çekiliyordu. Ne havanın soğuğu, ne ayağımın kesiği, hiçbir şey beni etkilemiyordu o anda… Tek hissettiğim, kalçamın altında terleyen bir el, benim ellerimin altında bütün sıcaklığıyla içimdeki ateşi körükleyen o çıplak beden ve her ne pahasına olursa olsun tadına bakmak için kavrulduğum o dudaklardı. Bir ateşböceği gibi, o parlak, yaldızlı ışığa aldanıp, ateşe doğru kanat çırpıyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD