"Zaman siler sanmıştım... oysa sadece ertelemiş."
***
Çekdar'dan...
İstanbul’a indiğimizde, istemsizce o anı uzattım. Uçakta kalmak istedim. Belki hala bu topraklarda nefes alıyordur dedim içimden. Bu muhtemeldi... Çünkü nerede olduğunu bilmiyorum. Kaybolmadı, kendini yok etti. Ve bunu öyle ustaca yaptı ki, ben bile izini süremedim. Oysa ben... Onu bulmak istedim. Aylar sonra, ilk kez bu kadar çok istedim. Ama nafile.
Yan koltuktan bir iç çekiş duydum. Başımı çevirdiğimde Nazya’yı gördüm. Bebeği kucağında, elleri güçsüz, gözleri donuktu. Yorulmuştu. O yorgunluk sadece bebeği taşımaktan değil... İçten içe çöken bir hastalığın işaretiydi.
Hiçbir şey demeden, uzanıp bebeği aldım kollarından. Göz göze gelmedik. Bir şey söylemedi. Gerek de yoktu. Bedenini ele geçiren hastalık, doğumdan sonra hızla ilerlemişti. Gözlerindeki parıltı solmuştu artık.
Havaalanından çıktığımızda, kapıda hazır duran siyah minibüsü gösterdim.
"Bebeği de alıp otele geçin. Adamlar sizi bırakacak. Benim birkaç işim var." dedim. Araca binerken bebeği tekrar uzattım. Kucağına aldığında başını salladı sadece. "Tamam ağam." dedi kısık bir sesle.
Kapıyı kapatıp arabama yürüdüm. Direksiyon başına geçtiğimde ne zaman yola koyulduğumu bile fark etmedim. Ellerim direksiyonu sımsıkı kavramıştı. Parmaklarımın eklemleri gerilmiş, kan çekilmişti sanki.
İçimde bir şey vardı. Ne olduğunu ben de bilmiyordum. Boğazıma oturmuş, nefesimi kesen, tarif edilemeyen bir his.
Acı değil, özlem değil, öfke değil...
İstanbul’a geliş sebebim ise ne bir gezi ne de rastgele bir işti. Sorun vardı. Mallarımdan haber gelmiyordu. Sınıra takılmışlardı ama bu kez karşımdaki devlet değildi. Eşkıyalık taslayan, kafasına hiç silah dayanmamış bir kaç şerefsizdi mesele.
Malların teminini üstlenenler Pusat ve onun kayınpederi Tuğra'ydı. Ama ben ona hep “İhtiyar” derdim. Saygıdan değil... alışkanlıktan.
Telefonu elime aldım, ekranına bile bakmadan numarayı çevirdim. Açılır açılmaz tanıdık bir ses doldu kulağıma. Yaşına rağmen dipdiri, alaycı. Bu sesin sahibinden, Dalga gibi buzdaki bir kız çıkması hala garipti bana.
"Oo Çekdar’ım, sen bu ihtiyarı arar mıydın?" dedi, her zamanki gibi lafı dolandırmadım. "Aramazdım İhtiyar, sadece işim düştü."
Açık sözlülüğüme güldü. O içten kahkahasını duymak insanı hem sinirlendirir hem rahatlatırdı.
"Bilirim bilirim, çıkarcı velet seni." Kırmızı ışıkta durdum. Direksiyonun başında beklerken, sesim biraz daha ciddileşti.
"İstanbul’dayım. Neredeysen söyle, yanına geleyim. Bu işi fazla uzatamam. Midyat’a dönmem gerek bir kaç güne."
Cevap gecikmedi. "Bizim adamların evindeyim. Oraya gel." Yeşil ışık yandığında, aniden direksiyonu kırıp U dönüşü yaptım.
"Tamam, geliyorum." dedim ve kapattım telefonu.
Sokaklara alışığım ama İstanbul’unki başka. Burası başka kokar, başka susar. Ama şimdi susma zamanı değildi. O mallar yerine ulaşacak. Ulaşmazsa... birileri bunun bedelini ödeyecek.
Adamlarına eğitim verdikleri yere vardığımda, kapı otomatik bir itaatle açıldı. Alışmışlardı artık benim gelişime. İki yılda bir uğrardım. Arabayı içeri sürdüm. Direksiyonun başından indiğimde, anahtarları dışarıdaki adamlardan birine fırlatıp geçtim içeriye.
İçerisi... alkol, demir ve terin keskin kokusu birbirine karışmıştı. Ciğerlere kadar işliyordu neredeyse. Adamlar, en iyi olmak için ter döküyorlardı. Ve bu uğurda döktükleri her damla ter, İstanbul’a hükmeden bir gölgenin temeliydi.
Toplantı odasına doğru yürürken, adımlarımın sesi yankılandı koridorda. Kapıdan girdiğimde, odanın köşesinde tekli deri koltuğa gömülmüş Tuğra'yı gördüm. Rahat görünüyordu. Ama bu rahatlık, beni avutmazdı.
"Hoş geldin Çekdar Ağa." dedi. Yanına yürüdüm. Elini uzattı, uzattığı eli sıktım. Güçlü bir tokalaşmaydı bu. Saygının, geçmişin ve ortaklığın izlerini taşıyan. "Pek hoş geldik denmez."
Ardından geçip karşısındaki tekli koltuğa oturdum. Sırtımı yaslamadım. Henüz gevşeyecek vaktim yoktu. Gergindim. Kafam meşguldü. "Oğlum biraz rahat ol, işini hal edeceğiz." dedi. Ardından başucundaki adama göz kırptı. "Bir kadeh uzat ortağımıza."
Adam şişeden doldurduğu kadehi bana doğru uzattı. Aldım elinden.
"Oturup sohbet edecek vaktim yok." dedim. Sesim tok ve buyurgandı. Milyon dolarlarım söz konusuydu.
"Nasıl hal edeceğimizi söyle. Sonuçta buralar senden sorulur." Onu iğnelemem hoşuna gitmiş gibiydi. Hafifçe gülümsedi.
"Son zamanlarda birini yetiştirdik. Kız... zehir gibi. Sana yoldaş olacak. İşini çözeceğinden şüphen olmasın." deyip, tekrar korumasına baktı. "Bana Alev'i çağırın, hemen gelsin." Emri üzerine adam hemen çıkınca, kadehi masaya bıraktım, kaşlarımı çattım.
Tepkimi saklamam mümkün değildi. "Bir kız mı?” dedim, öfkemle birlikte. "Onca eşkıya kılıklıya kafa tutacak? Dalga mı geçiyorsun benimle?!”
Sözlerim odayı keskinleştirdi. Ama Tuğra... Yine aynı rahatlıkla, bilmiş bilmiş konuşmaya devam etti.
"Sana zehir diyorum, zehir..." dedi. "İsmi gibi alev. Dalga kim bilir nerden bulmuş kızı..." Kadehinden bir yudum aldı. Ben içmiyordum. Sabırla, kendimi zapt ederek dinliyordum. Ama içimde, kızın ismiyle birlikte büyüyen bir ateş vardı.
Alev’miş... Göreceğiz bakalım ismi gibi yakıyor mu etrafı?
***
Zemheri'den...
Antrenmanlar bitince, yorgun adımlarla tuvalete geçtim. Elimi, yüzümü soğuk suyla yıkarken, istemsizce gözüm aynaya takıldı.
Bir an durdum. Baktığım yüz tanıdık değildi. Yabancı gibiydim kendime. Ama o yabancılık huzur değil, kabullenmeydi. Çünkü ben artık o eski ben değildim. O kırılgan, silik, sessiz kız... çok geride kalmıştı.
Islak yüzümü havluyla kurulayıp dışarı çıktım. Vücudumun her kası ağrıyordu ama açlığım daha baskındı. Sipariş ettiğim yemeğin başına geçtim. Dürüm önümde hala dumanı üstündeydi. Sıcaktan alnımdan süzülen teri sildim, gözlerimi yemeğe diktim. Tam ilk ısırığı alacakken...
"Alev!" diyen sesle, birden başımı kaldırdım. Murat’tı gelen. Bir süre öylece ona baktım. Alev... Bendim. Bana seslenmişti.
Neredeyse bir yıl oldu bu ismi alalı. Eski ismimi... soyadımı... saçlarımı... tarzımı... her şeyimi geride bıraktım.
Dalga, “Karakterini değil, duruşunu... bakış açını değiştir.” demişti ama ben onu da dinlemedim. Çünkü sorun sadece duruşumda değildi. Ben, içimdeki o kızla vedalaşmalıydım.
Zemheri... Kara kış demekti. Ve benim hayatım da tam olarak öyleydi.
Donuk, yıkıcı, umutsuz. Ben bu yüzden Alev oldum. Bir kıvılcım gibi küllerimden doğarak alev almak istedim.
Yoksa... her seferinde soğuk karların altına gömülmeye mahkum kalacaktım. Zaten herkes isminin kaderini taşımaz mıydı? İşte ben tam olarak bunu değiştirdim...
"Alev! Yine ismini mi yadırgadın?" Murat’ın sesiyle kendime geldim. Öyle dalmıştım ki...
"Ah, pardon Murat. Daldım biraz." Toplantı odasını eliyle işaret etti.
"Tuğra Bey seni çağırıyor." Dürümümden hala tek bir ısırık bile almamıştım.
"Yemeğini yiyip gelecek, der misin?" dedim biraz yorgunlukla.
Başını iki yana salladı. "Olmaz. Misafiri var, hemen bekliyor." Derin bir iç çektim.
Oflayarak dürümü eski yerine bırakıp ayağa kalktım. Alev olmak kolay değildi. Hele Zemheri’yi susturmak... her sabah yeniden savaşı gerektiriyordu.
"İyi. Geliyorum." dedim ama sesimdeki yorgunluğu kendim bile saklayamadım. Bedenim hala ayakta ama ruhum çoktan yere düşmüştü. O an telefonum çaldı. Dalga’ydı arayan. Ekrana bakıp sessize aldım. Onunla sonra konuşurum... şimdi değil.
Tuğra amcayı daha fazla bekletirsem fırçasını yerdim, biliyorum. Ama adımlarım bu kadar yorgunken, düşüncelerim bile yürümek istemiyordu. Koridordan geçerken açlık içimdeki her düşünceyi kararttı. Saydırıyordum içimden.
O misafir her kimse... kafasına tüküreyim. Onun yüzünden bir lokma bile yiyemedim, hal böyle oluncada sinirlerim tavan oluyordu. Hem bir anneyim ve Kumsal'ı emzirdiğim için aç kalmamam gerek!
Tam kapıya vardığımda Vedat ağabeyin sesi geldi arkadan.
"Alev!" Dönüp baktım. Yüzü ter içinde kalmıştı. Koşmuştu belli ki, yine bir haber vermek ister gibi.
"Buyur ağabey." dedim sadece. Nefes nefeseydi, beliki konuşmak için biraz zamana ihtiyacı vardı. Sabırsızca ne diyeceğini bile beklemeden, "Ağabey sen su iç, soluklan. Ben işimi halledeyim, konuşuruz." dedim ve gülümsedim.
Açlıktan içimde zerre gülümseme yokken... sadece dudaklarım oynadı. Bana "A-ama... ama Alev." demeye çalışsa da, duymamayı seçtim. Kapıyı açıp içeri girdim hala dudaklarımdaki sırıtmayla.
Ve o an... Önüme döndüğümde... Bir şey oldu. Zaman kırıldı. Gözlerim tek bir noktaya kilitlendi. Sarkacın bile durduğu o uğursuz sessizlikte... Ben nefesimi kaybettim.
Kalbim... taşıyamadığı bir şeyi fark etti. O oradaydı. Ve ben yıllardır kaçtığım gerçekle göz göze geldim.
Onunla karşılaşma ihtimalini o kadar imkânsızlaştırmıştım ki zihnimde, şimdi karşımda duruyor olması gerçek değilmiş gibi geliyordu. Bu bir hayal mi, yoksa gecikmiş bir ceza mıydı?
Neden buradaydı? Neden şimdi? Ve neden hala kalbimin en kırık yerinde duruyordu? Ne yapacaktım ben şimdi?
...