~🥀İmtihan 🥀~

1588 Words
“Unuturum elbet... Ama biri onun ellerine dokunursa, o elleri unutamam.” *** Yaklaşık bir aydır eğitim alıyordum. Sabahları üniversite, öğleden sonraları eğitim... Bedenim yorgundu belki ama Kumsal’ın kokusu, geceleri yanağıma bıraktığı minnacık nefesi... Hepsi birden tüm yorgunluğumu alıp götürüyordu. Büyüyordu yavaş yavaş. Her gün biraz daha… Gözlerimin önünde. Şimdi ise önümde sallanan kum torbasına yumruk atıyordum. Sadece ben değil, çevremde başka adamlar da vardı. Hepsi kendi kum torbalarına gömülmüş, ter içinde, nefes nefeseydi. Ama kimse konuşmazdı benimle. Yanıma bile yaklaşmazlardı. Ne bir soru, ne bir bakış... Sanki içlerinden biri değilmişim gibi. Belki de korkuyorlardı. Belki de rahatsız oluyorlardı varlığımdan. Bilmiyorum. Ama bu böyle iyiydi. Suskunluk, kalabalıktan daha güvenliydi. Kum torbasına bir yumruk daha savurmuştum ki birden salon sessizliğe gömüldü. Hava değişti... Dönüp baktığımda, Dalga içeri girmişti. Bütün o iri yapılı adamların, onun karşısında birer asker gibi hizaya geçip başlarını öne eğişini izlerken içimden bir cümle geçti. "Bir gün... bir gün ben de onun gibi olmak istiyorum." Ona duyulan saygı, korkuyla karışık hayranlıktı. Sessiz bir itaat. Güç oradaydı. Disiplin. Kurallar. Ve korku. Ama aynı zamanda... güven. Ter içinde kalmıştım. Sırtımdan aşağı süzülen damlalar tişörtümü ağırlaştırıyor, yüzüme yapışan kısa bebek saçlarımı alnımdan çekmek için eldivenimin tersiyle yüzümü silmeye çalıştım. "Kolay gelsin." dedi Dalga, bana doğru yaklaşırken. Sesi, olduğu kişiye yakışır şekilde tok ama sakindi. Nefes nefeseydim. Sesim çatallandı ama yine de karşılık verebildim. "Teşekkür ederim." "Buraya seninle ringe çıkmak için geldim. Uzun zamandır bir rakip arıyordum, hem ne kadar ilerledin görmek istiyorum." İçimden bir anda mideme kramplar girdi. Korktum... çünkü o saç çekmezdi diyer kızalr gibi, muhtemelen yumruk manyağı olacağım. Yutkundum. "Başka zamana mı kalsa?" dedim. Zayıf bir ricaydı. O ise, gözlerini bir an olsun kaçırmadan cevapladı. Olmaz. Bugün." Dedi ve bitti. Artık kaçışım yoktu. Yüz santim yükseklikteki ringe adımımı attım. Sanki her adımda içimdeki cesaret biraz daha azalıyordu. Dalga, üzerindeki siyah deri ceketi çıkarıp kenara attığında etrafımızda bir halkanın oluştuğunu fark ettim. Adamlar sessizce toplandı. Kimi kollarını bağlamış izliyordu, kimi sessizce gülümsüyordu. Pusat... Oğuz... Ali... Hepsi oradaydı. Hepsi şimdi nasıl dayak yediğimi izlemeye hazırdı. Yumruklarımı göğüsüme yanaştırıp hazır ola geçtim öğretikleri gibi. Dalga'da aynı şekilde hazır ola geçince, ne yapacağımı bilmiyordum. "Ezik bir kızdan çok bir şey beklemiyorum, merak etme. İki yumruk sallasan da olur." Dalga'nın sesi soğuk bir hakaretti. Öylesine atılmış bir laf gibi görünüyordu ama gözlerinin içindeki niyet açıktı. Beni kışkırtmak istiyordu. Sinirlendirmek, üzerime ateş düşürmek. Başardı. İçimde bir şey kıpırdadı. Öfke. Yine de temkinliydim. Üzerime doğru hamle yaptığında, bedenim refleksle geri çekildi. Yana kaçtım. Yumruğunun havayı yarıp geçtiğini hissettim. "Güzel." dedi. Bu sefer yumruğunu tekrar savurdu, yine kaçtım. "Reflekslerin iyi. Şimdi yumruklarını, tekmelerini konuştur da görelim." Sesi sert olsada hayranlığa yakın bir tondaydı. Ama sonra aniden üzerime geldi. Yumruk üstüne yumruk... Göz açıp kapayıncaya kadar savurdu darbeleri. Yüzümü kollarımla kapattım. Her darbe dirseğime, ön koluma çarptı. Sarsıldım. Geri çekilmek istedim ama yerimden bile kıpırdayamıyordum. "Hadi ama kızım! Bu şekilde sadece dayak yersin!" Sesi kırbaç gibi yüzüme çarptı. Sabrım tükenmişti. Kollarım hala yüzümdeyken, aniden hamle yaptım. Yumruğumu ona doğru savurdum ama... Elimi havada yakaladı. Ne olduğunu anlamadan, bir anda kendimi sırtüstü yerde buldum. Nefesim kesildi. Acı... her yerime yayılıyordu. "Biraz nazik olamaz mısın?!" Oğuz’un sesi geldi bir köşeden. Öfkeliydi. Ama Dalga umursamadı bile. "Kavgada kimse nazik olmaz. Alışması gerek." Sonra ayağının burnuyla beni dürttü. "Kalk. Hadi!" Güçlükle ayağa kalktım. Dizlerim titriyordu ama yüzümü gizledim. Zayıflığımı göstermeyecektim. Ona doğru bir yumruk daha savurmak isterken, boğazım birdenbire kasıldı. Eli gırtlağımı kavradı. Ringin gergin iplerine kadar beni geriye doğru sürükledi. Omurgam iplerle esnerken, yüzü yüzüme yaklaştı. Tısladı. "Daha fazlasını yapabilirsin. Karşında ben olsam dahi... acıma." Başımı iki yana salladım. "Yapamam..." dedim fısıltıyla. Ama sesi duymamış gibi, boğazımı daha da sıktı. Nefesim kesiliyordu. Göğsüm yanıyordu. Eline vurdum, vurdum, bırakmadı. "D-Dalga... nefes... alamıyorum..." Sonunda... can havliyle, dizimi kaldırıp karnına sert bir tekme indirdim. Geriye tökezledi. Boşalan ciğerlerim havayla dolarken, boğazım yanıyordu. Ama o... gülüyordu. "Gördün mü?" dedi o sırıtan yüzüyle. "İş insanın tatlı canına geldiğinde, karşısındaki kimseyi tanımaz." "Delirdin mi sen?!" diye bağırdım, öfkemle birlikte gözlerim dolarken. Cevap yerine, birden saçımı kavradı. Köklerinden çekti. Geriye doğru savruldum, belim büküldü, çığlık gibi bir inleme çıktı ağzımdan. "Ben hep deliydim." dediği gibi saçımı biraz daha çekti. Dudakları kulağıma yaklaştı. "Bugün... tahliye edilmiş." Birkaç saniye hiçbir şey anlamadım. Sonra zihnimde o tek isim yankılandı: Çekdar. Nefesim tutuldu. "Bende iletişime geçtim onunla." dedi Dalga, "Bir kızı olduğunu söyledim. Yola çıkmış... buraya geliyor." Sanki başımdan aşağıya kaynar su döküldü. Dizlerim boşaldı, yüreğim bedenime dar geldi. Bunu... bana nasıl yapardı? Saçımdaki elini tutup, hızla bedenini omzuma alıp yere çarptım. Tıpkı Oğuz'un gösterdiği gibi... Üzerine çöküp yumruklarımı yüzüne indirmeye başladım. Kontrol yoktu artık. Sınır da yoktu. "Bana sormadan nasıl bunu yaparsın?!" Yumruklarım art arda geliyordu. O ise kollarıyla yüzünü korumaya çalışıyordu. Sonra bir anda... beni üzerinden fırlattı. Yerde sürüklenerek durdum. "Bir aylık eğitime göre harikasın. Böyle devam et." Kanayan dudağının kenarını parmağıyla silip gülümsedi. Sonra ringten indi. Şoktaydım. Ardından koşup peşinden indim. "N-apıyorsun? Ciddi miydin?" dedim, sesim titriyordu. Hiç yüzüme bile bakmadan cevapladı. "Bir şey söylemedim. Rahat ol. Ama evet... tahliye edildi. Bilmek istersin diye düşündüm." Ceketini alıp, beni binlerce soruyla baş başa bırakıp gitti. Demek... Çekdar çıkmıştı. İçimde yüzlerce ses konuşmaya başladı. Korku, heyecan, öfke, umut, panik, pişmanlık... Ama hiçbiri net değildi. Bildiğim tek şey, belki de yanıldığım ama dünyamın artık aynı kalmayacağıydı. *** Çekdar'dan... Aşağıda benim için sofra kurulmuş, ziyafet veriliyordu. Herkes gülüyor, kadehler kalkıyor, müzik çalıyor belki ama ben odaya kapanmıştım. O kalabalığın içinde yalnız kalmayı tercih ettim. İçimdeki fırtına, dışarıdaki neşeden daha gürültülüydü çünkü. Üzerimi değiştirmek için dolabı açtım. Tam o an, burnuma çarpan o tanıdık koku... Zemheri’nin kokusu. Ama sanki silinmeye yüz tutmuştu. Zayıflamış. Unutulmuş gibi. Elimi dolabın içine uzattım, ona aldığım kıyafetlerden birini çektim. Hiçbirini götürmemiş. Bana dair, bizden kalan ne varsa bırakmış gitmiş. Geride sadece yokluk kalmış. Bir öfke doldu içime. Elbiseleri tutup yere fırlattım, boğazımdan kopan ses yankılandı odada. "Ayşe!" Kapı aralandı bir süre sonra Ayşe içeri girdiğinde gözlerim alev alevdi. "O kadına ait tek bir şey dahi kalmasın bu evde. Al götür şunları!" Başını eğip usulca, "Peki ağam." dedi. Elbiseleri yerden toplarken ben derin derin soluk alıp veriyordum. Sanki ciğerime beton dolmuştu, nefes almak taş taş yutmak gibiydi. Tam o sırada Nihan içeri girdi. Ayşe'nin elindeki elbiselere baktı. "N’apıyorsun Ayşe? Bırak!" dedi, ama sesimdeki keskinlik onu durdurdu. "Dokunma Nihan. O kadına ait hiçbir şeyi istemiyorum!" Ayşe odadan çıkıp giderken, karşımda dikilip gözlerimin içine baktı. "Bu kadar kolay vazgeçemezsin ağabey. Neredeyse bir yıl oldu ama... hala birbirinize aşıksınız. Biliyorum." Tam o an, içimdeki sabır teli koptu. Koluna yapıştım. "Sus! Sakın bir daha ona ‘aşıksın’ deme." Elini kurtardı elimden, gözlerini devirip dudak büktü. "İyi ağabey... Zaten Zemheri evleniyormuş. Seni test edeyim dedim. Madem öyle güzel, üzülmezsin." O cümle... O kelimeler içime alev gibi düştü. Evlenmek mi? Zemherî mi? Yanından geçip karşısına dikildim. "Ne demek evleniyor? Kiminle?!" Gözlerimin içine bakarak küçümser bir gülümsemeyle cevap verdi. "Sana ne ağabey? Umurunda mıydı sanki?" Dişlerimi sıktım, boğazım düğüm düğümdü. Son kez sordum. "Sana son kez soruyorum. Ne zaman ve kiminle evleniyor?!" Bir kahkaha attı. Ardından yanağımdan öptü. "Kimseyle. Sadece unutup unutmadığını test ettim. Ve gördüm ki... unutmamışsın. Ha bu arada... Nazya’nın karnındaki çocuk da senin değil. Adım kadar eminim. Hadi yemeğe!" Deyip çıktı odadan. Sertçe yumruğumu dolaba geçirdim. Unutmadım. Unutamadım. Nerede, nasıl, kiminle olduğunu bilmiyorum ama en kötüsü bir gün bu haberi gerçekten alabileceğimdi. Zemheri, bir başkasıyla evlenebilirdi. Onunla aynı evde uyanabilir, aynı sofraya oturabilir, onu güldürebilirdi. Adını başkasının ağzından duyabilir, çocuğunu başkasının kucağına bırakabilirdi. Bu düşünce, içimde buz gibi bir öfkeye dönüştü. Damarlarım gerildi, kaslarım taş kesildi. Çenemi sıktım. Diğer yumruğum titriyordu, ama kendimi zor tuttum. Başka bir adamın... Onun tenine dokunması, saçlarını okşaması, gözlerinin içine bakması... Benim yerime onun adını fısıldaması… İşte bu... beni delirtmeye yetiyordu. Yıkım gibiydi. Ve bu, benim seçimimdi. Onu korumak adına vazgeçtiklerim... şimdi beni parça parça yiyordu. Ama unutulurdu… Alışırdı insan. Her aşk vuslata ermez. Bizimki de ermedi. İçimde bir ses hala fısıldıyor, "Onu unutmak senin harcın değil." diyor ama unuturum. Her şey gibi... onu da silerim. Nelerden vazgeçtim ben. Zemheri’den mi vazgeçemeyeceğim? *1 YIL SONRA* Bir birilerinden ayrı geçirdikleri zaman : 1 yıl 10 ay... Üzerimi değiştiriyorken, kapı çaldı. "Gel." dememle, kucağında bebeğiyle Nazya girdi. Bitkindi. Gözlerinin altı mor, omuzları düşük, sesi neredeyse duyulmazdı. "Beni çağırmışsın, ağam." Gömleğimin düğmelerini iliklerken gözlerine baktım. "İstanbul’a gidiyorum. Sen de hazırlan. Doktora götüreceğim seni. İyi görünmüyorsun." Başını iki yana salladı hemen. "Gerek yok ağam. Daha bebek küçük, çıkmayayım konaktan." Kaşlarım çatıldı. Bu sefer sesimi yumuşatmadan konuştum. "Sana soran olmadı Nazya. Valizini hazırla, gidiyoruz." Cevap vermedi, sadece başını eğip çıktı odadan. O giderken ben aynanın karşısına geçtim. Yakamı düzeltirken gözüm yansımama çarptı. Ve o an... Zemheri geldi aklıma. Onu ilk kez gerçekten aynaya baktırdığım, kendinden kaçtığında, benim onu zorla yakalayıp çevirdiğim, arzuladığım, istediğim yer.... Gözlerimi kıstım, duygularımı bastırmak için dişlerimi sıktım. Geçmişin sureti hala peşimdeydi ama içimde ona dair bir şey kalmadığını sandığım yerden tekrar kıpırdanıyordu. Eskisi gibi acıtmıyordu artık. Umurumda değildi ne yaptığı, kimle olduğu, nereye gittiği. Sadece hala ondan başka hiç bir kadın bana helal gelmiyordu. O yokken, hiçbir bedene sığınamadım. Zemheri’den geriye kalan tek şey, içime kazınmış yasaklı bir arzuydu. Ve ne kadar inkar etsem de, o yasak hala içimde hüküm sürüyordu. Zemheri’ye duyduğum arzu, ne zamandır sadece istek değil; bir tür delilik oldu. Ama yanımda değil. Ve ben... başkasına uzanamıyorum. İstemediğimden değil, yapamadığımdan. Onun yerini doldurabilecek tek şey... yine o'ydu. Ama şimdi sadece aklımda, rüyalarımda, boşluğumda var. Kendime itiraf etmekten utanmıyorum. Erkeğim ben, elbette ihtiyaçlarım var. Sadece onu istiyorum Çünkü başkasına dokunma düşüncesi bile ihanet gibi geliyor. Bazen öyle noktaya geliyorum ki... Bedenimle ruhum ayrı savaşıyor. Her şeyimle onu isterken, ellerim kıpırdamıyor. Birini arzulamak kolay. Ama sadece birini arzulayıp, ona dokunamamak... İşte bu çok zor bir imtihan. ***
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD