~🥀Gitsem... Bırakmaz🥀~

1881 Words
*** Öğle vakti, üzerimi değiştirip hazırlanırken, telefonuma bir bildirim geldi. Ekranı açtığımda Oğuz’dan gelen o cümleyle karşılaştım. "Çekdar’ın işleriyle ben ilgileneceğim. Sakın hazırlanıp gelmeye zahmet etme." Yanaklarım gerildi. Parmaklarım istemsizce ekranı sıktı. Kimdi bana böyle konuşan? Sinirle telefonu yatağın üstüne fırlatıp saçlarımı geriye savurdum. Eğer gitmezsem, Çekdar ondan korktuğumu sanacak. Kaçtığımı düşünecek! Bunu asla yapmam. Kumsal’ı yanağımdan usulca öptüm. Sonra evden çıkıp, motoruma atlayıp gazı açtım. Rüzgar yüzüme çarparken içimdeki öfke, egzozdan çıkan duman gibi etrafa yayılıyordu. Çekdar’a gitmiyordum. Ama onun olduğu yere gidiyordum. Gidecekleri ilk çetenin mekanına vardığımda, adamları dışarıda nöbetteydi. Direkt göz ucumla gördüm... İşte buradaydılar. Oğuz, beni gördüğü an kaşlarını öyle bir çatmıştı ki alnında çizgiler çıkmıştı. Gelme demişti. Ama ben buradaydım. Ve Çekdar... yüzünde hiçbir ifade yoktu. Ama beni görür görmez o soğuk yüzünün ardındaki gözleri, baştan aşağı vücudumda gezindi. Bakışları, kelimelere ihtiyaç duymuyordu. Ne giydiğimi değil, ne hissettiğimi okuyordu. Ama ben buz gibiydim. Eskisi gibi değil. "Alev Hatun da geldi." dedi çetenin lideri. Yani... nam-ı diğer Bozan. Onu tanırdım. Bazen adamlarımıza satışırlardı. Sinsice sırıttı. Ben de hiç bozuntuya vermeden karşılık verdim. "E bensiz olmazdı Bozan." dedim göz kırpar gibi bir gülümsemeyle. "Şimdi uzatmayalım, iş konuşalım." Gözüm Çekdar’dan bir an bile ayrılmadı. Konuşmuyordu ama o da beni izliyordu. Sanki az sonra patlayacak bir volkan gibi. "Çekdar Kandaroğlu’nun malları kayıp ve biz bunu sizden biliyoruz." dedim. Bozan, kahkaha attı. Cevabını verirken ses tonunu değiştirdi, diplerden gelen o tehditkar tonda konuştu. "Çok açık sözlüsünüz Alev Alev, ama bu adamın malları bizde değil." Dişlerimi sıktım. Yakınına kadar yürüdüm. "Sözüne güveneceğimi düşünmüyorsun umarım. Mallar nerede?!" Sesim soğuktu ama içinde ateş vardı. O ise umursamazca iki elini yana açıp mekânı gösterdi. "Mekan senin hatun. Gez bak. Mallar bende değil. Hem size bulaşacak kadar yürek yemedim." Bir an gülümsedim. "Açık sözlü olmakta bana mı özeniyorsun Bozan Bey?" Omzundaki hayali tozları süpürür gibi yaptım parmaklarımla. "Belki." dedi göz kırparak. Yok, adım kadar eminim ki bunlarda değildi. Ama bu mekan, sadece başlangıçtı. Asıl büyüklerin yüzüne henüz bakmadık. "Size kolay gele." deyip arkamı döndüm. Motoruma yürürken ayak seslerini duydum. Oğuz... tabii ki peşimden geliyordu. Motora tam binmiştim ki bileğimden tutup, engel oldu. Sesi alçaktı ama içinde patlamaya hazır bir öfke taşıyordu. "Sana gelme demiştim Alev!" Gözlerimin içine baktı ama ben kaçmadım. "Ben de sana karışma demiştim." Kaskımı taktım hemen. "Şimdi arabana bin ve diğer iki çeteye bakalım." Oğuz geri çekilince, gözlerim başka bir yere takıldı... Çekdar. Bizi izliyordu. Ama öylece değil. Sanki içi içini yiyordu. O bakışın içinde kıyamet vardı. Ama umursamadım. Gazı verdim. Çünkü artık geçmişin bakışlarına değil, geleceğin adımlarına güveniyordum. Motorun üstünde rüzgarı yüzümde hissederek ilerliyordum. İçimde hala Bozan’la olan gerilimin yankısı varken, bir arabanın sessizce yanıma yanaştığını fark ettim. Yan gözle baktım. Çekdar! Usulca camı indirdi. Yüzünde o her zamanki umursamaz karizması... Adam karizma. Ne yaparsın? Bir bakışıyla bile tüm dengemi altüst etmeyi beceriyor. Sonra dudakları kıpırdadı. O buz gibi ses tonu alayla çarpınca kulağıma, bir an ne dediğini algılayamadım. "Kalçalarınız dikkatimi bozuyor Alev Hanım." Donakaldım. Gerçekten... hala mı? Bu adam hala bana asılıyor olamazdı. Yani... bana değil. Alev’e. Ama işte mesele de bu zaten. O bana değil, benim kabuğuma bakıyordu. Bana ihanet eden gözler, şimdi başka bir kadının kalçalarında takılıydı. Boğazımda bir şey düğümlendi. Ama çaktırmadım. Kafamı çevirmeden konuştum. "İltifat için teşekkür ederim." Sonra gazı kökleyip önüne geçtim. Ama zihnim o cümlenin içinde sıkışıp kaldı. Şimdi de kalçalarıma bakıyor mu diğe düşünecektim. İltifat etmişti evet. Ama acı olan neydi biliyor musun? Bunu hala Alev’e yapıyordu. Zemheri’ye değil. Motor ilerliyor, rüzgar çarpıyor... Ama içimde bir şey kırık, hala dağılmıyor. Ay çıldıracağım. O adam bir bakışıyla bile yaktığı kadının küllerini tekmelemeye devam ediyordu. Üçüncü mekana da sonunda gelmiştik. Kapısından içeri adım attığımızda, içimde bir şey çatladı. Burası diğer çetelerin mekanına benzemezdi. Duvarları küf kokuyordu, hava boğazıma oturan kurşun gibi ağırdı. Yavaşça içeri yürürken Çekdar sol yanımdaydı. Oğuz da arkada, korumacı sessizliğinde. Ama biliyordum, her ikisi de her an patlamaya hazırdı. Bir birilerinden haz etmiyorlardı ve ben bu iki adamla, çete basmıştım. Şaka gibi! Masada oturan adam birden ayağa kalktı. Simsiyah yelek giymiş, alnından çenesine inen kalın bir yara izi... Omuzları geniş, bakışları ölü. İşte üçüncü çetenin başı. Adımlarımı durdurdum. O ise tam karşıma dikildi. "Alev Hatun." dedi sinsi bir tebessümle. Beni tanımıyor muydu? Garip. "Sizinkiler mallarını kaybetmiş. Suç da tabii ki bizde. Ne hikaye ama, değil mi?" Bunu nerden biliyordu? Ah şu köstebekler! Yüzüme sırıtıyordu ama gözlerinde tek bir damla oyun yoktu. Ben de aynısını yaptım. Gülümsedim. Ama içimden değil, dişlerimin arasından. "Son sevkiyat sizin devriyeye yakınken kayboldu. Adamların bölgedeydi. Şansa bak!" O an bir kahkaha attı. Dudaklarında değil, gözbebeklerinde patladı o kahkaha. "Beni tehdit mi ediyorsun?" Kelimesi kelime değil, yumruktu. Tam yanıt verecektim ki Oğuz araya girdi. Sesi sakindi ama altında bastırılmış bir öfke yatıyordu. 1Senin adını tehdit için anmak bile zaman kaybı. Ama o mallar bulunmazsa, önce sesin kesilir, sonra nefesin.1 Adamın başı bir an Oğuz’a döndü. Gözlerini süzdü. "Sen hala bu hatunun peşindesin demek. Vefalı köpekler nadir bulunur." dediğinde, Oğuz bir adım atacakken, elimi göğsüne bastırarak durdurdum. Oğuz benim peşimde olsa dahi, bu adam bu bilgileri nerden alıyordu? Köstebekleri olsa dahi bu kadarını bilemez. Çekdar o an, can sıkıntısını artık dile vurup bağırdı. Yüzü taş gibi. Sesi tok, net. "Yeter!" dedi. Bencede yeter! "Mesele basit. Mallar yok. Bölge senin. Elimizde iz var. Cevap istiyoruz." Lider gözlerini ona dikti. Uzun uzun süzdü. Çekdar baya mantıklı konuşmuştu helal! Normalde ben burda olmasaydım çoktan işi hal ederdi de, işime karışmıyordu paşam. Adam dudaklarını yalayıp alayla konuştu. "Bu kadın seninse, eğitimi eksik kalmış. Her lafı zehirli. Dikkat et, bir gün seni de sokar." O an içimde bir şey fena şekilde kıpırdadı. Ama önce Çekdar... bakışlarını öyle bir sabitledi ki, adam bile gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. "Eğitimli kadınlar boyun eğmez, yön verir. Sen alışkın değilsin demek ki." "Ve evet... o benim. Ama bu onun susacağı anlamına gelmez." Kalbim bir an durdu sanki. O ‘benim’ sözü... yaralı bir yerime dokundu, ama şimdi savaş zamanıydı. Alev'i resmen Zemheri'den bile daha çok sahiplendi adam! İleri çıktım. Adamın tam karşısına geçip gözlerinin içine baktım. Göz göze. Gölge gölgeye. "Son kez soruyorum. Mallar sende mi? Yoksa senden şüphelenmemizi sağlayan biri mi var, haberin bile olmadan?" Adam yüzünü eğdi. Bir saniye. Sonra gülümsedi. Ama bu sefer dişlerinin arasından fısıldadı. "Bende bir şey yok. Ama bir daha ismimi bu işin içine karıştırırsan, mezarlarınızı kazmamı beklersin." Geri çekilmedim. Ne bir adım, ne bir nefes. Gözlerimi hiç kaçırmadan konuştum. "Asıl senin ve itlerinin mezar taşını yazacak kalem bizde. Bu işin peşini bırakmayacağımızı bil ve arkasında sen varsan... vay haline!" deyip göz kırptım. Sessizlik oldu. Sanki herkesin parmağı tetikteydi. Ama kimse ateş etmeye cesaret edemedi. Arkamı döndüm. Yürüdüm. Tam kapıya yaklaştığımızda Çekdar usulca kulağıma eğildi. Sesi düşmanını kendi silahıyla gömecek bir adamın sesiydi. "Bu işi çöz Alev, bir an önce!" deyip yanımdan hızla geçtiğinde, arkasından bakarken adımları yavaşladı. Evet çözeceğim ama adamların ötmesi için kanıt gerekliydi ve çaldıkları mallarda milyon dolarlık olunca kolay kolay inkar etmezlerdi. Ayrıca vakit dardı, malları başkasına satarlarsa... asla geri alamazdık. *** Motoru Çekdar'ın kaldığı otelin önünde durdurduğumda, frenin cızırtısıyla birlikte sokakta bir anlık bir sessizlik oldu sanki. Benden önce gelmişlerdi çünkü yolda düşüncelere dalmıştım. Elimi yavaşça kaskıma götürdüm. Kilit sesini duyup kaskı başımdan çıkarırken, saçlarım özgürlüğüne kavuştu. O an rüzgarla birlikte savruldular... Sağdan sola, sonra omuzlarıma düşerken yüzümün yanına yapıştı birkaç tutam. Elimle hafifçe geriye attım saçlarımı. O hareketi yaparken bilerek yaptım mı bilmiyorum ama... Kadın olduğumu, gücümü, varlığımı her adımımda hissettirmek istiyordum. Ve o an... Bunu başardım. Göz ucumla fark ettim. İlk Çekdar’a çarptı gözlerim. Elinde sigarasıyla, her zamanki gibi arabasına dayanmıştı. Ama o rahat tavrının altında... bakışları beni delik deşik ediyordu. Öyle bir bakıyordu ki, sanki saçlarımda kaybolmak ister gibi. Sanki o savrulan tellerin arasından geçmişi izliyordu. Sonra Oğuz. Bir adım ötede ama ondan çok daha yakın. Bakışları daha farklıydı. Korumacı, kıskanç ve hayran. Ama en çok da öfkeli. “Ben seni koruyorum ama sen gidip o adama yürüyorsun.” der gibi. İkisi de aynı anda susuyordu. Susunlarda zaten... Ben ise yürümeye devam ettim. Adımlarım dik, gözlerim ileri. Omuzlarımda rüzgarın izleri vardı. Ve ben, artık ne Çekdar’a ne Oğuz’a bakmadan, içlerinden geçiyordum. Çünkü o an… Ben sadece yürümüyor, hükmediyordum. Birlikte otelin terasına çıkacaktık. "İş konuşacağız" dedik. İçeri girecekken, o an... Oğuz’un telefonu çaldı. Parmakları refleksle cebine gitti ama yüzü her şeyi ele verdi. Bakmadan açtı. Çünkü bazı haberler bakmadan da anlaşılır. Ses tonu değişti. Telaşlıydı. Sertti. Sorumluluk taşıyordu... ama arkasında başka bir şey daha vardı. Kıskanmak. Telefon kapanır kapanmaz döndü bana. "Konuşalım." Sesi sakindi ama içi çığlıklarla doluydu. Yaklaştığım gibi, Oğuz konuştu. Sanki her kelimesi dişlerinin arasından zorla çıkıyordu. "Acil bir işim var. İki saate dönerim. Ama... bu adamla yalnız kalmanı istemiyorum." "Bu adam…" İşte o cümle. Öyle vurdu ki. O adam, kalbimi paramparça eden... ama aynı kalbi hala tek bakışıyla çalıştırabilen adamdı. Benim geçmişimdi. Benim sızım, ilacım, cehennemimdi. Ama şimdi... Sadece "bu adam." Bir an duraksadım. İçimi dolduran sızı, gözlerime taşacak gibiydi. Ama kendimi toparladım. Bedenim dimdikti. Sesim net. "Sorun yok Oğuz." dedim. "Bir an önce bu işi halletmek istiyorum. Sen işini bitir, sonra tekrar gelirsin." Dudakları aralandı. "Alev-" Sözünü kestim. Kibarca, ama kesin. Çünkü bu mesele... Artık Oğuz’un korumacılığıyla çözülmeyecek kadar derindi. Bakışlarımı kaldırdım. Çekdar’a kitlendim. Soğukkanlıydım. Ama içim yangın yeriydi. "Çekdar Bey." dedim. "Yukarı çıkalım mı? Oğuz Bey bize katılamayacak." O an... Oğuz’un çenesi kasıldı. Gözleri bir an dondu. Ardından hızla kırıldı. Kırıldı çünkü… Koruyamadığını sandı. Tutamadığını düşündü. Ama anlamadığı şey şuydu; Ben ne onun korumasına sığardım, ne Çekdar’ın esaretine. Ben sadece kendime itaat ederdim. Son bir kez baktı bana ve sonra yürüyüp gitti. Çekdar ve ben de otele girdiğimizde, adımlarımız yan yana değil... sanki birbirini takip eden iki gölge gibiydi. Ben önde, o tam arkamda. Ama her adımda sırtımda onun bakışını taşıyordum. Ağır... ve yakıcı. Asansöre birlikte bindik. Parmağım sessizce kata bastı. Sonra bir adım öne geçip yüzümü kapıya döndüm. Arkamdaydı. Hem de nefes alırsa tenime çarpacak kadar yakın. Asansör kapısı yavaşça kapandı. Çıt sesiyle içerideki dünya sessizliğe gömüldü. Bir anda dışarıdaki kalabalık, uğultu, şehir... hepsi sustu. Sadece biz vardık. Ve bizimle beraber geçmişin tamamı. Işık hafifçe loştu. Asansör kafes gibiydi. Ama içimizde büyüyen şey... o alanın çok ötesindeydi. Gerilim. Tensel bir fırtına. Ben sessizdim. Ama kalbim... isyandaydı. Sonra arkamdan sesi geldi. O buz gibi sakin ama altı lavla dolu sesi. "Çok kurnazsın." Ses etmedim. Tepki vermedim. Ama o an... Bedenim konuştu. Omuzlarım gerginleşti. Çünkü o yaklaşıyordu. Sıcaklığı... tenime çarpıyordu. "Ama bazı şeyleri gözünden kaçırmış olabilirsin." Sesi kulağımın hemen gerisindeydi. Soğukkanlıydı ama içinde bir başka mesaj vardı. Ne demek istiyordu? Ne fark etti? Tam dönecektim ki... beni birden belimden kavradı. Sert ve kararlı bir şekilde. İkimizinde nefesleri sıklaşmıştı. Aniden kendine çekti. Sırtım onun göğsüne çarptı. İrkildim ama kaçamadım. Asansör çıkmaya devam ediyordu belki ama benim içimde sadece bir düşüş vardı. Derin, kontrolsüz, tanıdık bir boşluğa. Nefesi... tam kulağımın arkasında. Sıcak. Yakıcı. Titretici. "İnsan, onu yaşatan zehri unutmaz Alev... ya da Zemheri mi demeliyim?" Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Ellerim yumruk oldu ama... tepki veremedim. İsmimi söyledi! Ve o... kokumu içine çekti. Derince. Hani birini sadece tanımak için değil... unutmadığını ispat etmek için koklarsın ya... işte öyle. Sonra... beklemediğim bir şey yaptı. Boynuma bir öpücük kondurdu. Yavaş. Sahiplenici. Tanıdık. Tehlikeli. O öpücük, benim hala onun olduğunu söyleyen bir mühür gibi tenime işledi. Hayır ya... hayırr! Kokumdan mı tanımıştı beni gerçekten? Bu mümkün müydü? Ama bakışı, dokunuşu, sesi... Hepsi "seni unutmuyorum" diyordu. Ne yapacağım ben şimdi? İnkâr etsem... İnanmaz. Gitsem... Bırakmaz. Sussam... Zaten çoktan konuşmuş olurum. Bu daracık alanda, tüm sırrımla onun avuçlarındaydım..! ***
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD