"Şimdi ikimiz de... kendi yanılgımızın bedeliyiz."
***
Bugün dövüş eğitimi alacaktım. Aslında korkmam gerekirdi belki ama... heyecanlıydım. Benim gibi ezik, güçsüz, çelimsiz bir kızdan ne çıkacaktı ki? Bunu ben bile bilmiyordum. Ama işte bu bilinmezlik hoşuma gidiyordu.
Ali’yle birlikte arabadaydık. Sessizlikle örülmüş bir yolculuktu.
Az sonra araba büyük bir bahçesi olan, daha doğrusu harabe gibi görünen bir evin önünde durdu. Bahçe kapısı otomatik açıldı ve Ali, hiçbir şey demeden içeri sürdü aracı.
Arabayı park edip indiğinde, bende indim ve ilk cümlesi kulağıma çarptı.
"Hadi bakalım küçük sıçan, büyük sıçan olma zamanı." Bir an olduğum yerde durup ona yan yan baktım. Sıçan mı? Gerçekten mi? Göz devirip iç çektim ama bir şey demedim. O hep böyleydi.
Peşinden eve girerken, içerideki manzara karşısında istemsizce yutkundum. İçerisi... farklıydı. Soğuk, kasvetli ve demir kokusu karışmıştı birbirine. Onlarca adam vardı içeride. Kimisi kum torbasına gömülmüştü yumruklarıyla, kimisi ringdeydi. Çoğu üstü çıplaktı ve hepsi... hepsi dev gibiydi. Kaslı, karanlık, sert yüzlü.
Ali içeri girince her biri yaptıklarını bırakıp etrafımıza toplandı. Bense adımlarımı hızlandırmadan ama içten içe ezilerek yanında yürümeye çalıştım.
Ali'nin sesi birden değişti. Az önceki alaycı ton gitmiş, yerini sert, buz gibi bir ciddiyet almıştı.
"Bu gördüğünüz yeni kız, bizim için özel çalışacak."
Konuşurken sesi tok, buyurgandı. Çatık kaşlarıyla bana bakarken yutkundum, bir adım bile geri atmadım ama kalbim çarpıyordu.
"Bizim yokluğumuzda onu korumanızı ve olabildiğince eğitmenizi istiyorum."
Duraksadı. Yüzünü tekrar adamlara çevirdi. Gözleri kısılmıştı, her birine teker teker bakıyordu.
"Ha... ona farklı bir gözle bakan olursa da, ölümden ölüm beğensin."
O an içimde tuhaf bir sıcaklık yükseldi. Beni gerçekten koruyordu.
Kalabalığın içine dalıp, bana bakmadan, "Gidelim." dedi.
Hemen ardından toparlanıp peşinden yürümeye başladım. Adamların gözleri hala üstümdeydi. Ayaklarım yere sağlam basmaya çalışsa da, omuzlarımın titrediğini hissediyordum.
Daha büyük bir salona geçtiğimizde içerisi daha düzenli ve daha profesyonel görünüyordu. Kum torbaları, silah dolapları, spor aletleri... Her şey yerli yerindeydi.
Ali, beni salonun ortasında durdurdu. Gözlerini kaçırmadan konuştu.
"Korumalarımız burada eğitim alır. Hepsi güvenilir adamlardır. Köstebek olan olursa infaz edilir."
Bu kadar soğukkanlılıkla konuşması ürpertici gelmişti ama garip bir şekilde... güvende hissettirmişti.
Derin bir nefes aldı ve gözlerini benimkine kilitledi.
"Gün gelecek, o adamların hepsi sana itaat edecek Zemheri. Tabi... bu yollardan geçmek meşakkatlidir. Bazen ölümle burun buruna gelirsin, bazen ağır yaralar alırsın, bazen tehdit edilirsin."
Sesi daha da yavaşladı. Sanki içinde bir şüphe varmış gibi. Ya da sadece son kez sormak istiyordu.
"Ve sen... bu saydıklarıma rağmen aramıza katılmaya gerçekten hazır mısın?"
Çapraz taktığım çantanın askısını tuttum. Elimle sıkıca kavradım. İçimde bir kararsızlık vardı ama... istemek başka bir şeydi. O karanlığın içine adım atmaya razı olmak. Yutkunarak ama kararlı bir şekilde, başımı salladım.
Ali son bir defa daha baktı bana. Son bir uyarı gibiydi sözleri. "Bak Zemheri... sadece avukat olabilirsin ama çetemize üye olursan, damgalanacaksın. Ve bir kere damgalandın mı artık bize aitsin. Emin misin?"
Gözümü kapatıp kızımı düşündüm. Onlarla güvendeydim... başka çarem yoktu. Ve evet, kaybedecek şeylerim çoktu. Ama korkarak yaşanmazdı bu hayat. Ve kendimi onlara borçlu hissediyorum, onlar için çalışarak minnettarlığımı gösterebilirdim.
Gözlerine baktım. "Eminim Ali." O an bir şey değişti içimde. Kırılganlık yerini inada, korku yerini öfkeye, masumiyet yerini karanlık bir cesarete bıraktı. Ben artık sadece Zemheri değildim.
"İyi, peki," dedi ve omuzlarını umursamazca silkerek karşımdaki sandalyeyi gösterdi.
"Otur."
Tonundaki kararlılık beni sessizce harekete geçirdi. Çekinerek sandalyeye oturdum. Bulunduğum odanın havası ağırdı; duvarlar gri, ışık loş, sanki sesimi bile bastırıyordu. Derken, aniden kolumu tuttu. Tişörtümün kolunu yukarı sıyırırken, tenimdeki o soğuk teması hissettim. İçgüdüsel bir hareketle geri çektim kolumu.
"Napıyorsun sen?" dedim, sesim sert çıkmasa da tedirgindi.
O ise sadece gülümsedi. Hiç istifini bozmadan tekrar kolumu çekti.
"Çetemize ait dövmeyi çizeceğim iznin varsa." Sesi rahattı ama altında bir otorite gizliydi.
Damgalanmaktan kastı bu muydu yani? Tüylerim diken diken oldu. Bu bir iz değil, bir aidiyetti. Geri dönüşü olmayan bir işaret.
"A-ama ben daha önce yapmadım. Yapmak zorunda mıyım?" Sadece dudaklarını sıkıca birleştirdi, tek kelime etmeden başını salladı.
Yüzündeki ifade, ‘mecbursun’ diye bağırıyordu. Yutkundum. Gözlerimi kaçırarak usulca başımı salladım.
O an eline ne olduğunu bile bilmediğim küçük bir aleti aldı. Soğuk, metalik sesiyle ürpertici bir tını çıkardı. Kendisi için çektiği sandalyeyi bana daha da yaklaştırıp oturdu ve kolumun üst kısmına eğildi.
İğnenin ucunun tenime ilk değdiği an... Canım o kadar yandı ki, nefesim kesildi. Ama ses etmedim.
Bu acıyı hak ediyordum belki de. Ya da artık güçlü olmak zorundaydım.
"Çöp adam çizme sakın." dedim, çaresiz bir şaka yaparak. İyice ona benzedim.
Kafasını kaldırıp bana hafifçe sırıttı.
"Bilmem, resmim kötüdür."
Telaşla gözlerine baktım. Sanki gerçekten kötü bir şey yapacak gibi. Yüzümde istemsizce bir alay ifadesi belirdi.
Başımı çevirdim. O da fark etti bunu ama bir şey demedi.
Dövme işlemini yaparken aniden konuştu.
"Sakın kimseye bir kızın olduğunu söyleme. Kime koz verdiğini bilemezsin. Takdir edersin ki bizim düşmanlar çok."
Sesi buz gibiydi. Ama haklıydı. Bir an durdum. Kızım... bebeğim.
Burada birine güvenmek veya göz göze gelmek bile zaaf sayılırdı. Artık dikkatli olmalıydım.
Bir saatten fazla geçmişti. Ellerim terlemişti, sırtımda bir ağırlık vardı.
Ali sonunda kolumdan uzaklaşıp, ötemizdeki duvara takılmış boy aynasını gösterdi.
"Git ve bak şah eserime." dedi, gururla. Dövmenin üzerindeki peçete düşmesin diye tutup titreyerek ayağa kalktım. Aynanın karşısına geçtim ve titreyen ellerimle peçeteyi kaldırdım. Gözlerim hemen desenin üstüne kaydı.
Tenimde, kollumun üst kısmında siyah mürekkeple işlenmiş bir DNA sarmalı vardı. Ama... bu sarmal sıradan değildi. Her kıvrımı, her burgusu dikenli tellerden oluşuyordu. Soğuk, acı dolu, tutsak ama aynı zamanda güçlüydü.
Parmak uçlarım dövmenin kenarlarında gezindi. Kalbim küt küt atarken fısıldar gibi sordum. "Anlamı ne?"
Birden arkamdan bir ses yükseldi. Sert, tok ve fazlasıyla tanıdık. Ali değildi bu. Oğuz'du.
"Genlerimiz bile acıyla örülmüştür... doğamızda savaşmak var."
Anlamını bana açıkladığında, sesi sanki metal gibi çarpıyordu kulaklarıma. Yavaşça arkamı döndüm. Gözlerim onunkiyle buluştuğu anda içim ürperdi. Ne zamandan beri buradaydı? Gölge gibi belirivermişti. Dimdik duruyordu. Yüzü yine ifadesizdi.
"Buradaki herkes acıyla yoğrulmuştur." dedi, bana bir adım daha yaklaşıp. Sesi ne bağırıyordu ne fısıldıyordu. Duru ama sertti. Aynı onun gibi. Sonra durdu. Gözlerini üzerimden çekmeden bir cümle daha fısıldadı.
"Tıpkı senin gibi... Aramıza hoş geldin Zemheri."
Adımı söylediği an tüylerim diken diken oldu. Sanki bu sözle birlikte... gerçekten bir şey bitmiş, başka bir şey başlamıştı.
İçimde, adını koyamadığım bir kırılma oldu. Sırtıma bir ağırlık çöktü.
Ve o dövmeyle, artık kaçamayacağımı hissettim.
Savaş benim genlerimde değilken bile, şimdi tenimdeydi. Gözlerimi tekrar aynaya çevirdim.
Kendime son bir kez baktım. Ve vedalaştım... eski halimle.
Birden tekrar konuştu.
"Fazla sıskasın ve zayıf. Önce düzenli beslenip, düzenli spor yapman gerekecek. Güç için kas lazım."
Kaşlarımı çattım. "Bana Ali eğitim verecekti. Sen değil."
Etrafına göz gezdirdi. Sonra yine gözlerini bana çevirdi. "Sana eğitim verecek bir Ali göremiyorum."
İçimden saydırdım. Kesin Ali'yi bir şekilde gönderen de o'ydu.
Belliydi... O benimle ilgilenmek, beni eğitmek istemişti.
Bu iyi bir şey mi, kötü müydü? Bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey vardı. Bu dünyaya adım atmıştım artık. Ve geri dönüş yoktu.
***
Çekdar'dan... (1 Ay Sonra)
Elimdeki küçük valizle demir kapıdan bir adım attım. Temiz hava yüzüme çarptı. Gökyüzü, özgürlüğün habercisi gibi parlıyordu belki başkaları için. Ama benim için sadece... boş bir afiş gibiydi. Rüzgar esse de, güneş vursa da içimde zerre bir ısı yoktu.
Rutubetli taş duvarların, demir parmaklıkların içinden çıkmak bir ferahlık getirmeliydi insana.
Ama ben... Zemheri’nin olmayacağı bir Midyat’a adım atmanın öfkesiyle doluydum.
Nefes almak bile zor geliyordu. Çünkü her nefeste, onun yokluğunun kokusu vardı.
Bıçağı kendi elleriyle adalete teslim edişini hala unutmadım.
İlk duyduğum andan itibaren her şey zaten ölmüştü içimde. Eğer biri suçumu üstlenmeseydi... Ben şu an dört duvar arasında çürümeye mahkumdum.
Ve o bunu bilirken yaptı. Hiç titremeden. Hiç tereddüt etmeden. Benim yok oluşuma razı geldi.
Sözde... on yıl sevmişti beni. Sözde on yıl boyunca gözümün içinde bir yaşam kurmuştu... Hepsi yalanmış!
Meğer beni değil, gücümü sevmiş. Ona babasından kaçış yolu olabilecek tek kişi olmamı... Sığınılacak bir liman oluşumu sevmiş.
Tüm engeller kalkınca ne yaptı? Özgürlüğünü seçti. Beni değil.
Sevdiğini sandığım o kadın, aslında hep kendini sevmiş.
Onun sevgisi benim için artık sadece büyük bir yalan. Ve içimde kalan o kırıntı... O da artık yavaş yavaş yok oluyor.
Bana ışık olduğu her yol, tekrar karanlığa dönüyor.
Ben Çekdar Kandaroğlu'yum. Bir zamanlar bir kadının gözleri için ateşe yürüyen... Şimdi ise o kadının adını bile ağzına almayacak kadar küllenmiş biriyim.
Benim kalbim eskiden atmazdı kimse için. Sonra o geldi, o ritmi bozdu.
Ama şimdi... Şimdi yeniden o taş gibi, sessiz, soğuk kalbime geri dönüyorum.
Bağlılık yok. Eyvallah yok. Kırılmak yok.
Artık sadece ben varım. Ve içimde büyüttüğüm, kimseye merhamet etmeyen o karanlık. Bu kez yol yok geri dönüşe...
***