Sabah okula giderken yaptığım makyajla göz altlarımda oluşan morlukları kapatmıştım ama kızaran gözlerim sabaha kadar ağladığımı açıkça belli ediyordu, ah tabi bir de travestiler gibi çıkan sesim. Zaten boğazım o kadar çok sızlıyordu ki ağzımı bile açmak istemiyordum. Açtıkça boğazımdan aşağı kızgın yağlar döküyorlar sanki.
Okula gitmeyeyim desem, babam “O okula ne kadar para veriyorum haberin var mı?” deyip iyi bir dayak atabilirdi, ki yanağımın sızısı bile hâlâ geçmemişti. Kalbimdeki sızıdan bahsetmiyorum bile, çünkü o yıllardır oradaydı ve her geçen gün daha da fazla yakıyordu canımı.
Serviste yanıma oturan Fatih önce beni hiç takmayıp, daha sonra gözlerimi fark etmiş olacak ki "Ne oldu?" diye sordu.
"Hiçbir şey olduğu yok."
"Gözlerin pek öyle demiyor da."
"Yok bir şey Fatih." diyerek cama doğru döndüm. Kimseye hesap vermek ya da kimseyle konuşmak istemiyordum. Mümkünse babam da dahil olmak üzere herkes, beni ömür boyu görmezden gelse çok mutlu olurdum.
Okula girince başımı sıraya gömdüm. Tüm gün böyle kalmak istiyordum şahsen. Tabi ki parmağıyla omzumu delen Tuğçe buna izin vermedi.
"Şşş. Kime diyorum? Bak hiç takıyor mu beni ya?"
Kafamı kaldırıp "Ne var?" dedim. Sesim bile bana ait değil gibiydi zaten, kafamı kaldırmasam da anlardı.
"Ne oldu sana?"
"Yok bir şey. Rahat bırak biraz olmaz mı?" Kafamı sıraya geri gömüp gözlerimi kapattım. Göz kapaklarım o kadar sızlıyordu ki. Sonsuza kadar kapatsalar, acısı da geçerdi belki.
Daha beş dakika geçmemişti ki birinin beni çekiştirmesiyle kafamı kaldırdım.
"Kalk, gidiyoruz."
"Semih manyak mısın sen? Nereye?" dememe kalmadan Semih beni çekiştirerek sınıftan çıkartmıştı bile. Ayaklarımı yere sabitleyip direndiğimde biraz daha çekerse kolumu koparacağını akıl edebilmiş olmalı ki daha güzel(!) bir şey yapıp beni kucağına aldı. Attığım çığlıkla yüzünü buruştursa da bir şey söylemedi.
Beni arabaya bindirdikten sonra kendi de binip "Sana soru sormamı istemiyorsan sen de sorma." diyerek sesimi kesmeme neden oldu. Tek bir şey sormaması için ömür boyu susabilirdim şahsen. Zaten susmak benim en iyi yaptığım şeydi bu güne kadar. ‘Sessiz insanlar en gürültülü zihniyete sahiptirler.’ demiş Kurt Cobain. Belki de bundandı beynimde dönüp duran binlerce tilkiye rağmen susmalarım. Belki de konuşsam da kimse dinlemeyeceği için... Bilmiyorum.
Bir süre sonra artık bir yerde durmayınca gözlerim kapanmaya başlamıştı, geceden bu yana dayanmam bile bir mucizeydi zaten. Açtığımdaysa yataktaydım. Sarsak adımlarla yataktan kalkıp camdan dışarı bakınca ormanlık bir alan gördüm sadece. Her yer yemyeşil, gitmek için el sallayan kızıl güneş ve hafif rüzgarda salınan renkli çiçek yapraklarına baktım bir kaç saniye.
Neredeydik biz böyle? Ne işimiz vardı ki burada?
Odadan çıkınca Semih'i evin içerisinde bulamayıp, az önce camdan izlediğim bahçeye çıktım.
"Neredeyiz biz?"
"Bir önemi var mı?" diyerek bana çevirdi bakışlarını.
"Okul çıkış saatinde orada olamazsak var bence."
"Bence yok. Çünkü sen bu halde okula falan gitmeyeceksin." Pardon da ona kim veriyordu böyle bir hakkı? Tamam, arkadaşımdı ama...
"Ama eve gitmem gerekiyor."
"Gerekmiyor.”
"Annemler merak..." derken lafımı kesti Semih. “Merak falan etmezler. Haber verdim ben. Bir hafta burada kalacağız." Tabi canım babam da öyle diyordu zaten!
"İyi de onlar seni tanımıyor, nasıl izin verdiler ki?"
"Önce yüzündeki morlukları ya da gözündeki kızarıklığın sebebini açıklamak ister misin Kübra?" Kahretsin, fondöten!
"Aslında açıklama yapmasan da olur." deyip içeri kaçtım. Kimseye olan biteni anlatmak istemiyordum. Kimsenin bana acımasını da istemiyordum, ben kendime yeterince acıyordum zaten.
Ama şu an asıl beynimi kemiren soru Semih’le burada bir hafta ne yapacağımdı? Ayrıca babam nasıl izin vermişti ki? Tamam, yüzümü görmek istemiyor olabilirdi ama okuldan eve geç gitsem bile azarlardı beni. Nasıl mahrum ederdi kendini bu zevkten? Şimdi nasıl olmuştu da izin vermişti acaba?
***
"Kübra, Kübra uyan."
Gecenin bir vakti Semih'in seslenmesiyle uyanıp etrafa bakındım bir süre. Yine rüyaydı, yine aynı rüya... Anneme anlatmıştım bir kez, “Bir daha görürsen söyle psikoloğa gideriz.” dediği için bir daha söylemedim aynı rüyayı gördüğümü, ama her gece yeniden görüyordum, psikolog falan istemiyordum çünkü. Hem öylesine bir rüya için neden psikolojik yardıma ihtiyacım olacaktı ki? Psikoloğa gidersem rüyalar yüzünden değil, babam yüzünden gitmeliydim bence. Ya da direkt babam gitmeliydi.
"Kübra. Korkuyorum bak."
Semih'in bir kez daha seslenmesiyle kendime gelip ona doğru döndüm. En kısa sürede şu susma huyumu bir kenara bıraksam iyi ederdim. En azından çevremde beni önemseyen birileri varken.
"Rüya görüyordun sanırım. Sayıklamalarını duyunca gelip uyandırmak istedim."
"Sanırım. Hatırlamıyorum." diyerek geçiştirmeye çalıştım.
"İyi misin?"
"İyiyim merak etme. Hadi git yat seni de uyandırdım gecenin bu saatinde."
"Yanında kalabilirim istersen uyuyana kadar."
"Yok ya uykusuz kalma. Git yat. İyiyim ben."
Semih gittikten sonra yorganı kafama çekip düşünmeye başladım. Neden hep aynı rüyayı görüyordum ki? ‘Rüyalar bilinçaltıyla ilgilidir.’ derler. Ama ben annemin ölmesini istemiyorum ki, öyle olsa babamı görürdüm değil mi? ‘Belki de annemin ölmesinden korktuğum için annemin öldüğünü görüyorumdur rüyalarımda.’ diye düşünürken tekrar uykuya daldım.
Sabah uyanınca Semih'i televizyon izlerken buldum. Gözleri kızarmıştı biraz.
"Günaydın. Pek uyuyamadın sanırım."
"Erken uyandım diyelim. Sana da günaydın bu arada."
Geri zekâlı Kübra! Senin yüzünden uyuyamamıştı işte çocuk. Gecenin bir vakti kalkınca uyku tutmamıştı belli ki. Hah! Hayatımdaki herkesi huzursuz ediyordum kendimle birlikte. Babamın da söylediği gibi, işe yaramaz ve olmasam herkesin daha da huzur bulacağı biriydim sadece.
"Kahvaltılık bir şeyler var mı bari?"
"Erken kalkınca hallettim ben. Dolapta hepsi. Bir erkek ne kadar alışveriş yapabilirse işte." deyip gülümsedi. Semih'in gülümsemesi insanda güzel bir etki bırakıyordu. Şeyy gibi... Huzur?
Dolaba göz atınca sevdiğim her şeyin bir arada olduğunu görüp küçük çaplı bir şok geçirdim. Annem bile bu kadar iyi bir alışveriş yapamazdı herhalde benim için.
Dolapla biraz fazla bakışmış olmalıyım ki Semih "Sevdiğin hiçbir şey mi yok, o kadar mı vahim durum?" diye seslendi.
Gülerek "Tam tersine, sanki sevdiğim her şeyi biliyormuş gibi toplayıp getirmişsin. Şaşırdım sadece." diye itirafta bulundum. Dün babamın yanında ağlarken, bugün neredeyse yeni tanıştığım birinin yanında gülmem çok saçma değil miydi? Tıpkı hayatın kendisi gibi.
"Sevindim." deyip güldü Semih.
"Sende mi aynı şeyleri seviyorsun yani?"
"Aslında oradakilerin çoğundan nefret ederim ben." Bu durumda şaşırmam normaldi sanırım. Nefret ediyorsa neden almıştı ki o kadar şeyi?
"Neden aldın o zaman? Ya ben de sevmiyor olsaydım?"
"Okulda yediklerine bakılırsa seveceğini düşündüm."
"Vay bu iyiydi. Dikkatli Semih ha?" deyip gülümsedim.
Ben daha onun hakkında hiçbir şey bilmezken, onun benimle ilgili her şeye bu kadar dikkat etmesine şaşırmıştım doğrusu. Gerçi Semih pek de normal sayılmazdı. Yüzümün halini görmüş ama tek bir soru bile sormamıştı. Ben olsam cevabını alana kadar sıkıştırırdım. Belki de garip olan bendim, kim bilir?
Kahvaltıyı hazırlarken Semih'le ilgili birkaç şey öğrenmiştim artık. Mesela çayını kaç şekerli içtiğini ya da ne kadar beceriksiz olduğunu. Hayır, tostu ben yaptım, makinaya ben koydum, sadece ışığı yanınca fişini çekip tostu oradan almak ne kadar zor olabilir ki Allah aşkına? Gitti güzelim tostlar.
"Semih aşık mısın ya? Işığı görmedin mi yanmış işte."
"Ne? Ne aşkı? Aşık falan değilim ben." Bu kadar telaş yaptığına göre kesin değilsindir canım... Dur şuraya bir yere külahımı bırakayım da ona anlat sen.
"Lafın gelişi dedim ya. Dalıp gidenlere denir ya hani."
"Ha, tamam." deyip derin bir nefes alan Semih'in kime aşık olduğunu çok merak ettim doğrusu. Sonuçta bu güne kadar kimseyle çıkmamıştı bildiğim kadarıyla ve bu yüzden sevgilisi çok şanslıydı bence bu konuda. Bir erkeğin ilk sevgilisi olmak gurur verici olmalıydı. O değil de benim neden boğazım düğümleniyordu ki? Neden Semih’in bir kızı sevebilme düşüncesi canımı acıtıyordu ki?
Kafamı iki yana sallayarak saçma sapan düşünceleri beynimden attıktan sonra kahvaltı masasına oturdum.
Kahvaltı yaptıktan sonra bahçeye çıkıp oturduk. Dağ evi gibi bir şeydi burası sanırım. Pek de anladığım söylenemezdi aslında. Ormanın içinde bir evdi işte.
"Bugün dönsek mi?"
"Sıkıldın mı?" diyerek suratını astı Semih. Sıkılmamıştım, aksine ömrümün sonuna kadar burada kalabilirdim ama dönünce babamdan yiyeceğim dayağın dozunun artmasını da istemiyordum sadece.
"Ya asma suratını, sıkılmadım. Sadece, babam nasıl oldu da izin verdi merak ettim. Yani, gidince bir sorun falan çıkmasın diye."
"Çıkmaz." diyen Semih’in çatılan kaşlarına baktım. Niye sinirlendi ki şimdi bu? Kesin izin alırken demişti işte babam bir şeyler. Biliyordum. Eve gitmememi falan değil, mutsuz olmamı istiyordu o. Ya da ölmemi.
"Tamam." deyip konuyu kapattım. Sinirli bir Semih'le dağın başında nasıl başa çıkılır bilmiyordum çünkü.
Semih az önceki sinirinden eser kalmamış bir şekilde "Hadi etrafı dolaşalım." deyince ayaklandık. Dengesiz miydi acaba biraz?
"Ayy hamak mı o?"
"Evet ama ben bineceğim." diyen Semih benden önce binip yayıldı sağ olsun. Ben de yanına gidip "Yaa ama ben binecektim." diye mızmızlanınca kolumdan tutup yanına çekti. Resmen üstüne çıktım çocuğun.
Semih biraz yana kayınca ben de biraz daha rahatladım. Bu yakınlık... Fazlaydı sanırım. Yani, kalbimin bu kadar hızlı atması normal değildi, arkadaşımdı o benim.
Hamaktan kalkıp, havanın serin olduğu bahanesiyle içeriye girdim. Yanaklarım mı yanıyordu?
Kokusu... Çok uzaklardan fazlaca tanıdık geliyordu.
Odanın birinde kitapları görünce oraya yönelip elime bir kitap aldım. Kafamın dağılması gerekiyordu. Kitabın sayfalarında başka diyarlara giderek kalbimin ritmini düzene sokmam...
Kitabı okurken Semih daha içeri girmemişti. Gece düzgün uyuyamamanın verdiği yorgunlukla yavaş yavaş gözlerim kapanırken düşündüğüm tek şey kalp ritmimin neden hâlâ düzene girmediğiydi.
***
Semih'ten;
Kübra'nın babasına ettiğim tehditler işe yaramıştı bu güne kadar. Kübra’yı o okula aldırdığım zaman bile sesini çıkartamadan kabul etmişti. Ama Kübra annesinin doğum gününü kutlamaya kalkışınca olanlar olmuş, sahip çıkamamıştı iradesine beyefendi. Onu suçlamıyorum, yaşadığı şeyler kolay değil ama bu kızını dövebileceği anlamına gelmez. Kaldı ki Kübra hiçbir şey hatırlamazken. Hatırlasa bile ona dokunamazdı zaten, izin vermezdim. Hem onun bir suçu yoktu ki, tek yaptığı annesinden yardım istemekti. Ve hangi anne çocuğuna kıyabilirdi?
Bir terslik olduğunu dün anlamıştım zaten. Asla makyaj yapmazdı o, kendimden bile iyi tanıyordum onu. Hele kolunu tuttuğumda yüzünün aldığı şekil! Sınıftan çıkar çıkmaz soluğu babasının yanında alıp sıkı bir dayak attım. Karşılık vermedi bana, veremezdi.. Parası kesilirdi çünkü şerefsizin. Para onun için kendi canından olan kızından daha önemliydi ne de olsa. Pislik herif!
Bu gün Kübra uyuyunca onu eve taşıdıktan sonra koluna baktım da.. Az bile yapmışım. Ben, ona dokunmaya, bakmaya kıyamazken...
Hazır uyuyorken bol bol içine çektim kokusunu. Siz sevdiğiniz kişinin her an yanınızda olması ama ona dokunamayacağınız gerçeğinin yüzünüze vurulması ne demektir bilir misiniz? Umarım hiç öğrenmezsiniz.
Az kalmıştı. Çok az.. Bir kaç ay sonra bitecekti onun işkencesi. Beni hatırlamayacaktı belki, belki de asla sevmeyecekti eskisi gibi. Ya da arkadaş olarak görecekti. Ama on sekizine girdiği an o adamın elinden alacaktım onu.
Ona “Yüzündeki morluğu anlatmak ister misin?” dediğimde kaçtı ya, oturup ağlayasım geldi o an, onun için dimdik ayakta durmam gerekmese ağlardım da hıçkıra hıçkıra. Eskiden her şeyini benimle paylaşan kız, şu an yabancıydı bana. Tamam, arkadaştık ve bu bile yeterdi ama.. Beynim ne kadar yeter dese de kalbim demiyordu işte. Daha fazlasını istiyordu, eski Kübra'yı.. Tek aşkını..
Şu an beni bir dakikalığına bile olsa hatırlayıp eskisi gibi bakması için tüm ömrümü verebilirdim. Hatırlatsam, hatırlardı belki ama bir tek beni değil tüm yaşadıklarını hatırlarsa başa dönerdik o zaman. Ve yine intihar ederse, bir kez daha beni bırakıp gitmek isterse, tek ölmek isteyen o olmazdı o zaman. Unutması en iyisiydi belki de bu yüzden. Mutlu olsun da, beni hatırlamasa da olurdu. Ama bazen dayanamıyordum işte. O bana uzak baktığı zaman mesela.. Yaralarını sarmama izin vermeyip, onları benden gizlediği zaman..
Eskiden bu kadar yaralı değildi zaten. Tek derdi sınıfta bana sarkan kızlar olurdu. Babası dövmezdi hiç onu. Tamam çok da mükemmel bir baba değildi ama, bu kadar da kötü değildi. Ama o geceden sonra her şey değişti. Her şeyle birlikte babası da...
Yine de bana gelmişti o gece. Herkesten önce bana sığınmıştı, bu günün aksine. Ben bile sakinleştiremediysem o gece onu, bir daha asla hatırlamasına izin vermeyecektim.. Ellerimle onu bir başkasına versem bile.. Asla...
Kübra’nın başını dizlerime koyarak elimi saçlarının arasına sokup, başımı arkaya yasladım. İşte böyle, bir ömür boyu hiç kıpırdamadan kalabilirdim... Sadece onun huzurlu olduğunu bilsem yeterdi benim için. O mutluysa, ben de mutluydum. Aksi olmamıştı bu güne kadar, bundan sonra da olmayacaktı.