Apartmanın merdivenlerini ağır adımlarla çıktı Elvan. Çantası omzundan kaymak üzereydi, yorgunluk ayak bileklerine çökmüş, içinde çalkalanan duygularla baş etmeye çalışıyordu. Giriş katındaki numaraları sayarak ilerledi. “3 numara” yazan kapının önünde durdu. Eli zile gitmeden önce birkaç saniye durakladı. Kapalı kapılar insanın zihninde ne çok şey çağrıştırıyordu.
Zili çaldı. İçeriden gelen ayak sesleri, ardından bir ses:
— “Kim o?”
— “Benim… Elvan.”
Kapı bir anda açıldı.
Kapıyı açan kadın, Elvan’ın hayal ettiğinden daha farklıydı. Derya uzun boylu, kıvırcık saçlı, gözlerinde hem sıcaklık hem mesafe taşıyan biriydi. Üzerinde bol bir gömlek ve ince çerçeveli gözlükler vardı.
— “Elvan sen misin?”
— “Evet… ben.”
Derya gülümsedi ama abartmadan.
— “İçeri gel. Üşümüşsündür.”
Evin içine ilk adım attığında Elvan fark etti: Bu evde bir kadın yalnız yaşıyordu. Ve bundan korkmuyordu. Her şey sade ama özenliydi. Raflarda kitaplar, duvarda siyah beyaz fotoğraflar, küçük bir radyodan hafif bir caz çalıyordu.
— “Burası…” Elvan etrafına bakındı, duvardaki fotoğraflara, kitap yığınına, iç içe geçmiş kupalara.
— “Küçük ama huzurlu,” dedi Derya. “Ve artık senin için de bir yuva.”
Elvan bir an durdu. "Yuva" kelimesi ona uzun zamandır hiç bu kadar anlamlı gelmemişti.
Elvan kendini bir anda bir evde değil, sanki çoktandır kaybettiği bir güven duygusunun içinde buldu. Elvan, ayakkabılarını çıkardıktan sonra dikkatlice halının ucuna bastı. Sanki yanlış bir yere basarsa bu güvenli alanın dengesi bozulacakmış gibi.
— “Teşekkür ederim, Derya. Böyle bir anda... beni kabul ettiğin için,” dedi sessizce.
Derya mutfağa geçerken hafifçe başını çevirdi.
— “Yalnız yaşamakla misafir ağırlamak arasında bir çizgi var ama... bazen çizgiler silinir. Hele ki biri senden yardım isterse,” dedi. “Kendim gibi birini, ben de yalnız bırakmak istemem.”
Elvan salonun ortasında hafifçe döndü. Duvardaki siyah beyaz fotoğraflar dikkatini çekti. İstanbul sokakları, martılar, eski bir tramvay… Bir karede bir kadın gülümsüyordu, kim olduğu seçilemiyordu ama kadrajın içindeki sıcaklık, Derya’nın bakışına benziyordu.
— “Bu fotoğrafları sen mi çektin?”
— “Çoğunu ben. Fotoğrafçılık yapıyorum yarı zamanlı. Düğün değil ama. Daha çok an, hayat, sokak... ne varsa doğal olan.”
Elvan başını salladı.
— “Belli oluyor. Gerçek gibi hissettiriyorlar.” Derya mutfaktan iki kupa çayla döndü. Kupaların birinde çatlamış bir yıldız deseni vardı. Diğerinde mavi bir kedi silueti.
— “Hangisi seninki olsun?”
Elvan bir an düşündü.
— “Kedi.”
— “Tam da beklediğim seçim,” dedi Derya gülerek, kupaları uzatırken.
Kanepeye oturdular. Aralarındaki mesafe ilk bakışta yabancılığın simgesiydi, ama çayın buharı ve caz melodisi, iki kadının sessizce birbirine alışmasını kolaylaştırıyordu.
Çayın buharı aralarında ince bir sis gibi dolaşırken, Elvan sessizliği bozdu:
- Kendim gibi birini, ben de yalnız bırakmak istemem derken neyi kastettin Derya’’
Merak etmişti Elvan. O da mı kendi yaşadıklarını yaşamıştı.
- Onu söylerken sadece empati yapmıyordum. Gerçekten... senin gibi biriydim bir zamanlar.” Dedi Derya.
Elvan başını hafifçe yana eğdi. Derya’nın sesi yavaşlamıştı, ama içindeki kuvvet daha da belirginleşmişti.
— “Ben de bir köyde büyüdüm. Karadeniz’in kıyısında, ormanla denizin sıkıştığı bir yerde. Babam sert bir adamdı, annem... sessizdi. Biz üç kız kardeştik. En büyük bendim. Ve bu yüzden, ilk ben feda edilecektim.”
Elvan dikkatle dinliyordu. Derya derin bir nefes aldı, sonra devam etti:
— “Ben on yedi yaşındayken, babam beni komşu köyden bir adamla evlendirmek istedi. Adam otuzlarında, halihazırda nişanlısı başka bir kızdı. Ama o kızı geri çevirmişler. ‘Derya’yı verin, onun lafı geçer, boynu büküktür’ demişler. Babam da kabul etti.”
Sesi titrediğinde bir an gözlerini kaçırdı. Ama sonra Elvan’a baktı, yıllarca sakladığı bir yarayı gösterir gibi.
— “Bir gece annem gizlice yanıma geldi. Elime bir çuval bıraktı. İçinde eski bir mont, biraz para ve annemin gençliğinden kalma bir kolye. ‘Gidersen kızım,’ dedi, ‘gidersen sadece kendini değil, bizi de kurtarırsın.’”
— “Ne yaptın?” dedi Elvan fısıltıyla.
— “Gittim. O gece dağ yolunu yürüyerek çıktım. Sabaha karşı otobana inip bir kamyona otostop çektim. Günlerce başka şehirlerde dolaştım. Aç kaldım, korktum. Ama geri dönmedim. Hiç kimse beni sahiplenmedi. Ama kimsenin beni zorlayamayacağı bir hayat kurana kadar da pes etmedim.”
Derya bir an durdu. Elvan’ın gözleri dolmuştu.
— “Peki ailen? Kardeşlerin?”
— “Annem beni ölü bildi. Birkaç yıl sonra onlara bir mektup gönderdim, iyiyim diye. Kardeşlerim yıllar sonra izimi buldu. Şimdi görüşüyoruz. Ama hiçbirimiz o eve geri dönmedik. Hepimiz başka yollardan çıktık o zincirden.”
Bir sessizlik çöktü. Sadece fondaki caz melodisi duyuluyordu. Sonra Derya hafifçe gülümsedi.
— “O yüzden sana kapıyı açmam bir iyilik değildi, Elvan. Bu bir sözün devamıydı. Eğer bir kadın, başka bir kadına yol olamıyorsa... o yola boşuna yürümüş demektir.”
Elvan, Derya’nın elini tuttu. İki kadının parmakları birbirine kenetlendiğinde, aralarındaki yabancılık yerini derin bir yoldaşlığa bırakmıştı.Belki doğdukları coğrafya farklıydı ama yaraları aynıydı. Görünmeyen zincirler, suskun sofralar, bastırılmış hayaller.
Ve şimdi... bu küçük evde, iki kadın birbirinin yıkıntılarından yeni bir duvar örüyordu. Ama bu kez içeriye hapsolmak için değil — dışarıyı güvenle seyredebilmek için.